Verda Özer

12 Mayıs 2024, Pazar 07:00

Dikkat! Gençler üniversiteden soğuyor

“İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciyken, okul duvarında bir ilan gördüm: ‘Avrupa’ya talebe yollanacaktır’. Allah Allah, dedim. Ülke yıkık dökük, her yer virane, Lozan yeni imzalanmış, bu durumda Avrupa’ya talebe? Lüks gibi gelen bir şey… Ama bir şansımı denemek istedim. 150 kişi içinden 11 kişi seçildik. Benim ismimin yanına Atatürk, ‘Berlin Üniversitesi’ne gitsin’ diye yazmış. Vakit geldi, Sirkeci garındayım, ama kafam çok karışık. Gitsem mi, kalsam mı? Beni orada unuturlar mı? Para yollarlar mı? Tam gitmemeye karar verdiğim, geri döndüğüm sırada bir posta müvezzi ismimi çağırdı. ‘Mahmut Sadi! Mahmut Sadi! Bir telgrafın var!’ Telgrafı açtım, aynen şunlar yazıyordu: ‘Sizleri birer kıvılcım olarak yolluyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz. Mustafa Kemal.’ Okuyunca düşündüklerimden olağanüstü utandım. ‘Şimdi gel de gitme, git de çalışma, dön de bu ülke için canını verme’ dedim. Düşünün 1923’te o kadar kişinin arasında 11 öğrencinin nerede, ne zaman, ne hissettiğini sezebilen ve ona göre telgraf çeken bir liderin önderliğinde bu ülke için can verilmez mi? Sonra orada çok başarılı oldum. Ülkeme alev olarak döndüm. Önce İstanbul Üniversitesi Genel ve Beşeri Fizyoloji Enstitüsü’nü kurdum. Kürsü Başkanı oldum. Daha sonra ülkemin başbakanlığını yaptım. Ben kim miyim? Ben sadece iki satırlık bir telgrafın yarattığı bir bilim adamıyım: Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak.”

İSTANBUL’DA ÖĞRENCİ OLMAK

Bu hikâyeyi, 2007’de kurulan Çelikel Eğitim Vakfı (ÇEV) sayesinde öğrendim. Prof. Sadi Irmak’tan ilham alarak 2012’de ‘Alev Topları’ burs programını kuran ve her yıl İstanbul’da 15-24 yaş arası öğrencilere üniversite öğrenimi boyu burs veren vakıf, ayrıca öğrencilere Boğaziçi Üniversitesi akademisyenleriyle birlikte kültür-sanat alanında eğitimler de veriyor. Vakfın bu yıl yayınladığı ‘İstanbul’da Üniversite Öğrencisi Olmak’ raporu ise, yükseköğretimini İstanbul’da sürdüren öğrencilerin eğitim, barınma, beslenme, sosyal yaşam, ulaşım ve iş-okul yaşamları ile ilgili çok çarpıcı veriler ortaya koyuyor. Araştırmanın İstanbul’da yapılmış olması, tüm Türkiye’yi temsili açısından anlamlı zira Türkiye’deki toplam üniversiteli öğrencilerin yüzde 21’i İstanbul’da eğitim görüyor. 21 Kasım-6 Aralık 2023 arasında İstanbul’da üniversitedeki 941 öğrencinin katılımıyla gerçekleştirilen araştırma, her şeyden önce öğrencilerin yaşadığı zorlukları ortaya koyuyor.

YURT SORUNSALI

Öncelikle öğrenciler, insanın en yaşamsal ihtiyacı olan barınma konusunda sıkıntı çekiyorlar. Kira ve yurt ücretleri, öğrenci bütçesini zorluyor: İstanbul’da eğitim gören 10 öğrenciden 5’i yurtlarda, 3’ü ise aile ya da akraba yanında yaşıyor. Yurtların kapasitesi yetersiz olduğu için veya fiziki koşullarından dolayı, üst sınıflardaki öğrenciler ev paylaşımı gibi farklı alternatif arayışlarına giriyor. Aile evinde ve yurtlarda kalan öğrencilerin en büyük şikâyeti ise; kişisel alanlarının olmaması, baskı ve de özgürlüklerinin kısıtlanması.

 

KAMPÜS DIŞI YAŞAM YOK

05 Mayıs 2024, Pazar 07:00

Kültürel mirasımız kaybolmadan

“Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olurlar” demiş Mustafa Kemal Atatürk. Çünkü benlik denilen bağ yok olduğunda, bir millet de ortadan kalkıyor. Millet olabilmek için her şeyden önce zengin bir hatıra mirası, sahip olunan o mirasın korunması için ortak irade ve birlikte yaşamak için gelecek programının aynı olması gerekiyor. Yani ilk şart; ortak bir geçmiş, kader birliği ve ortak bir gelecek hedefi. Bir başka deyişle; insanların düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlı olması...

ÖZ BENLİĞİMİZ

İşte bu yüzden “kültürel mirasımız” bizi biz yapan şeylerin en başında geliyor. Bundan kastım sadece müzelerde sergilenen veya Efes gibi doğal sit alanlarında gezdiğimiz tarihi eserler, yani somut/fiziksel kültürel miras değil. Asıl olarak, soyut olan mirasımız. Binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan, atalarımızdan devraldığımız kadim bilgiler, gelenekler-görenekler, örfler-adetler, motifler, ananeler… Benliğimizi oluşturan asıl unsurlar. Bana bunları düşündüren, geçtiğimiz hafta Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nde Kuveyt Türk’ün desteğiyle açılan “Osmanlı’dan Günümüze Koku Şişeleri” sergisi oldu. Kuratörü Beste Gürsu sayesinde insanlığın en eski geleneklerinden biri olan koku kültürü ve 18. yüzyıldan 20. yüzyılın ortalarına uzanan koku şişesi koleksiyonunu gezerken, bize kendimizi tam da bu ruhun hatırlattığını fark ettim.

MİLLETİN RUHU

O halde kültürel miras dediğimiz tam olarak nedir? “Kültürel mirasımız bizim ruhumuz. Bu ülkenin, toplumun, şehirlerin ruhu… El sanatları, işlenmiş olan motifler, hepsi aslında kültürümüzün birer hikayesi. Kilimlerdeki desenler, kıyafetlerdeki aksesuarlar, kullanılan renkler, yemekler, mimari... Hepsi aslında şehirlerin ve şehirlerde yaşamış kadim atalarımızın günümüze ulaşan hikayeleri ve hepsi bize bir şey anlatıyor. Bize toplumun geçmişten gelen ruhunu yansıtıyor. O yüzden bir yerin, bir toplumun ruhunu korumak da kültürel mirasını ve hikayelerini korumaktan geçiyor” diyor TUSDER (Turizmde Sürdürülebilirlik Derneği) Başkanı Melek Çubuk.

YEREL HALKLA TURİZM

TUSDER; turizm sektörünün sürdürülebilir olabilmesi için “yerel kalkınma” üzerine kurulması gerektiğini savunarak geçtiğimiz yıl kurulmuş. Turizmin; yerel halkın içine katılarak, onların emeklerinin karşılığını almalarını sağlayarak yapılması ve güçlendirilmesi gerektiğini savunagelmiş. Zira her şeyden önce; yerelde halk dahil edilmezse, orada turizmin gelişmesi ve kalıcı olması zaten mümkün değil. İkincisi; yöre halkının bildiği ve nesilden nesile sürmesini sağladığı kültürel mirasın devam edebilmesi için, o halkın bu bilgileri akıttığı ürünlerin hak ettiği yeri bulması gerekiyor. Zaten tam da bu yüzden TUSDER geçtiğimiz yıl deprem bölgesinde kültürel mirasımız kaybolma riskiyle karşı karşıya olduğu için “Miras: Hayat Veren Kadınlar” projesini hayata geçirmiş. Antakya’nın kültürel mirası olan el sanatlarını, kadınlara yeniden teslim etmiş. Onlara verdikleri mesleki eğitimlerden sonra (zanaat, finans, işletme vs. alanlarında) yarattıkları özel tasarım serisini, “lüks” markaların mağazalarında satışa sunmuş. Üretici kadınlara verilen kurslar da Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi (BÜYEM) işbirliğinde gerçekleştirilmiş. Yerel motifler gibi kadim bilgilerin aktarımı için ise eğitmen, akademisyen ve girişimcilerden oluşan kadrolar onlar sayesinde çalışmaya başlamış

ÖZ DEĞER

01 Mayıs 2024, Çarşamba 07:00

Yeni atom bombası: Plastikler!

Geçtiğimiz hafta, tarihte insan eliyle yaratılan İLK kıtayı yazdım. 22 Nisan Dünya Günü vesilesiyle; Pasifik Okyanusu’ndaki 1.6 milyon kilometrekarelik, bilim insanlarının ‘Dünyanın 7’inci Kıtası’ dedikleri plastik yığınını hatırlattım. Düşünün ki; Türkiye yüzölçümünün 2 katı büyüklükte. Karadan ve nehirlerden denizlere, oradan da okyanuslara ulaşan plastik kirliliği artık balıkların bedeninde. 2030’da midesinde mikro-plastik bulunmayan balık kalmayacağı iddia ediliyor. Sadece balıklarda değil; artık bir annenin karnındaki fetüste, bebeğin plasentasında, insan kanında da plastik tespit ediliyor. Neden mi?

TEK KULLANIMLIK ÜRÜNLER

Nedeni şu: Su içtiğimiz pet şişelerden, içeceklerimizde kullandığımız pipetlere, plastik poşetlerden temizlik ürünlerinin ambalajlarına, plastikle dolup taşıyoruz. Çoğunlukla da sadece 2 dakika kullanıp attığımız, aslında kullanmaya mecbur olmadığımız, hiç de ihtiyacımız olmayan o tek kullanımlık plastiklerle. İçinde sayısız kimyasal taşıyan bu maddeler; suyla-havayla-gıdayla içimize giriyor, işliyor. Biliyor musunuz ki her yıl 1 kredi kartı büyüklüğünde plastik yiyoruz! Ve bu plastikler nasıl ki doğada hiçbir şekilde yok olmuyorsa, bizim vücudumuzda da yok olmuyor ve kanser dahil birçok ölümcül hastalığa sebep oluyor. Kısacası sadece 2 dakika pipet kullanacağız diye hem sayısız canlı öldürüyoruz, hem de hastalanıyoruz, tükeniyoruz.

PLASTİK ÇAY

Daha kötüsü ise gözle göremediğimiz mikro-plastikler. Mesela TÜBİTAK tarafından; poşet çaylardan içtiğimiz çaya korkunç miktarda mikroplastik geçtiği tespit edildi. Bir demlik poşetinden 13 bin mikroplastik parçacık çaya geçiyor. Zira demlik poşetlerinin tamamı plastik ilaveli dokudan yapılıyor. Bardak poşetleri de yüzde 100 selülozdan imal ediliyor. Çoğu plastik; polyester, polipropilen, polietilen gibi kimyasallar içeriyor. Yani sadece gözle gördüğümüz değil, fark etmeden içimize aldığımız sayısız plastik var. Plastik artık hayatımızda temas ettiğimiz her şeyin içinde. Sinsice.

HIZLI ÜRETİM

Peki, plastik neden mi hayatımızı bu kadar sardı? En çok ucuzluğundan dolayı. Hafifliği, esnekliği, dayanıklılığı, kolay işlenebilirliği, iyi elektrik ve ısı yalıtkanlığı gibi özelliklerinden dolayı da sanayinin “hızlı üretim”e geçmesiyle birlikte kullanımı tavan yaptı. Özellikle son 70 yıldır hızlı büyümeyle birlikte plastik üretimi doruğa ulaştı, 200 kat arttı. Bugün dünyada her yıl nerdeyse 500 milyon ton plastik üretiliyor. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı’nın (OECD) “Küresel Plastik Görünümü” raporuna göre; 2000’de plastik üretimi 234 milyon ton iken, bugün 460 milyon ton. Daha kötüsü ise 2000 yılına göre plastik atık miktarı, bugün iki katından fazla artmış durumda.

28 Nisan 2024, Pazar 07:00

Dünyayı kurtaran gemiler İstanbul'u da kurtarsın

Sizce egemenlik nedir? Bana göre en basit tanımı, kendine yetebilmektir. Diyelim bir yerde deprem oldu. Altyapı çöktü. Eğer yine de oradaki halk ihtiyaçlarını karşılamaya devam edebiliyorsa, orada var olan kaynaklarla hayatını idame ettirebiliyorsa bağımsızdır. Egemendir.

* * *

İşte tam da bunu sağlayan, toplumların egemenliğini güçlendiren bir “insani acil müdahale aracı” var bugün. Hem de denizden! “Yaşam gemisi” (Lifeship) denilen bu araç, dünyanın herhangi bir yerinde bir doğal afet/insani krizden hemen sonra afetzedelerin hayatlarına devam edebilmesi için planlanmış. 2 bin 500 insanı barındırabilen bu gemiler; içlerindeki revir, spor salonu, sosyal alanlarla yüzde yüz kendi kendine yetebilen birer “yüzer yaşam kenti”. Onları dünyanın en yoksul halklarına enerji vermek için hayata geçiren ise, adında ‘deniz’ olan Karadeniz Holding.

HAYAT GEMİLERİ

Holding; enerji üretimi için dünyanın en ücra köşelerinde kullandığı bu gemilerden iki tanesini geçtiğimiz yıl ülkemizde meydana gelen depremden hemen sonra bölgeye göndermiş. Bunlardan biri, 6 yıl önce olası bir İstanbul depremi için hazırlanmış olan ‘Lifeship Süheyla Sultan’. İskenderun’da bugüne kadar 12 binden fazla depremzedeyi misafir etmiş. İçindeki çocuk kreşleri ve psikolojik danışma merkezleriyle kadınların meslek öğrenmelerini ve beceri geliştirmelerini sağlamış. Gemideki halk eğitim merkezi, ihtiyaçların ücretsiz karşılandığı market, futbol sahası gibi imkanlar da hizmete sunulmuş. Bugün hâlâ görevine devam ediyor. Bir diğer yaşam gemisi olan ‘Rauf Bey’ de bölgede lise-üniversite sınavlarına hazırlanan depremzede öğrenciler için yatılı okul olarak kullanılmış. Bugün Hatay’da binası zarar gören Osman Ötken Anadolu Lisesi olarak görevine devam ediyor. Birer “yaşam ağacı” olan bu gemilerin bir deprem bölgesi olan ülkemizde “acil eylem planına” mutlaka ve de acilen entegre edilmesi için AFAD’a buradan çağrıda bulunmuş olalım.

24 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

İnsanoğlu plastikle dünya haritasını değiştirdi

Dünya tarihinde ilk kez insan eliyle bir kıta, bir dağ ve bir ada yaratıldı. Nur topu gibi yepyeni Plastik Kıtamız, Plastik Dağımız ve Plastik Adamız oldu.

ADASI, DAĞI VE KITASI VAR

Bugün Pasifik Okyanusu’ndaki 1.6 milyon kilometrekarelik plastik yığınına bilim insanları “Dünyanın 7. Kıtası” diyor. Türkiye yüzölçümünün 2 katı büyüklükte. Karadan ve nehirlerden denizlere, oradan da okyanuslara ulaşan plastik kirliliği artık bir annenin karnındaki fetüste, yeni doğan bir bebeğin plasentasında, insan kanında ve balıkların bedeninde. İnsanın atıklarından oluşan Uzak Asya’daki çöp adasını ve çöp dağını ise Oyuncu Engin Altan Düzyatan sayesinde geçen hafta öğrendim. Çevre gönüllüsü olarak tam 4 yıldır yaptığı “çöp yolculuğunda” yolunu Uzak Asya’ya, bu dağı ve adayı görmek için düşürmüş. Yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği ‘Sen de Fark Et’ belgeselinde -lansmanının yapıldığı tam da 22 Nisan Dünya Günü’nün öncesinde- Engin Altan’ı o devasa çöp dağına tırmanırken izlerken, bir yandan insan olarak utanç duyuyorsunuz. Bir yandan da o çöp yığınının içinde kokudan ve zararlı mikro-organizmalardan korunmak için taktığı maskenin ardında nefes alamadığını gördükçe siz de nefessiz kalıyorsunuz. O dağda yaşayan insanlar olduğunu görünce ise aslında bizlerin de birer çöp dağında yaşamamıza ramak kaldığını fark ediyorsunuz.

2030’DA TÜM BALIKLARIN MİDESİNDE

“Bu yolculukta en çok içimi acıtan, 2030’da midesinde mikro-plastik bulunmayan balık kalmayacağını öğrenmek oldu. Çocuklarımızın hiç balık yiyemeyeceğini düşünmek, insanı gerçekten karamsarlığa sürüklüyor” diyor Engin Altan. İngiltere’deki Exeter Üniversitesi’nde bulunan Greenpeace Laboratuvarı’nda buna dair bilimsel bulguları bizzat gördüğünü anlatıyor. “Dünya üzerindeki en büyük plastik kirliliği Tayland, Malezya ve Filipinler’de olduğu için bu noktalara gittim. Buralardaki atık sorununun bu kadar devasa olmasının en büyük sebebi, tek kullanımlık plastik tüketiminin had safhada olması. Evlerde mutfak kültürleri olmadığı için sokakta yeme alışkanlıkları çok yaygın. Bu da tabii tek kullanımlık tabak-çatal-bıçak demek” diyor.

ÇÖZÜM AZ TÜKETİM

Socar Türkiye, Denizbank ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin (SDK) desteğiyle yapılan Sen de Fark Et’in son ayağı ise Japonya’da çekilmiş. Düzyatan, dünyadaki tek “sıfır atıklı” yerleşim olan Kamikatsu kasabasına giderek, çöplerin nasıl 45 gruba ayrılarak tamamının geri dönüştürüldüğüne şahitlik etmiş. “Elbette bu yöntem pratik değil çünkü bunun için çok vakit harcıyorlar, yüksek nüfuslu yerlerde uygulanması imkansız. Ama zaten sorunun asıl çözümü geri dönüşümde değil, az tüketmekte” diyor Engin Altan. Zira geri dönüşüm hem çok pahalı, hem de çevreye-bize zarar veriyor. Plastikte tercih edilen bertaraf yöntemi çoğunlukla yakma işlemi oluyor. Bu esnada da karbondioksit gazına ek olarak zararlı kimyasallar açığa çıkarıyor. Bunlar toprağa, bitkilere, yüzey sularına ve yer altı sularına kadar sızıyor; besin zinciri yoluyla da insan ve hayvan sağlığını etkiliyor.

21 Nisan 2024, Pazar 07:00

Kadınlar ne zaman eşit olacak?

Cumhuriyet'imizin 100. yılını devirdik ama ülkemizde kadınların yüzde 70’i çalışmıyor. Yani kadınlarımız ağırlıklı olarak işgücünün, ekonomik-sosyal hayatın dışında. Dahası; 15 yaş ve üstünde işgücüne katılım oranı erkeklerde yüzde 70 iken, kadınlarda sadece yüzde 33. İstanbul’da her 3 genç kadından biri ne istihdamda ne eğitimde yer alıyor. Son 10 yılda yüksek nitelikli işlerde ise kadın istihdamı azalmış, düşük nitelikli işlerde artmış. Tek tesellim ise kadınların eğitim düzeyinin artmış olması. Ancak yine de yüksekokul mezunu kadınların istihdamında sektörler arasında büyük farklılıklar var.

*

Bu gerçeklerle; evvelsi gün katıldığım İş Dünyası ve Sürdürülebilir Kalkınma Derneği’nin (SKD Türkiye) 10. Olağan Genel Kurul toplantısında yeniden yüzleştim. 2004’ten beri Türkiye’nin yeşil dönüşüm hedeflerini gerçekleştirmesi için öncülük eden derneğin bir önceki yönetim kurulu başkanı Ebru Dildar Edin, kadınların ülkemizdeki durumu ile ilgili çok çarpıcı veriler aktardı.

Ebru Dildar Edin

NİTELİKSİZ İŞLERDE ÇALIŞIYORLAR

Tam da bunun üzerine; Sabancı Üniversitesi ve Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER) işbirliği ile hazırlanan “Türkiye’de Kadınların İşgücüne Katılımı: Genel Eğilimler, Bölgesel ve Demografik Farklar, Tutumlar” raporunun sonuçlarını hatırlatmanın vakti geldi. Araştırmaya göre; 2004- 2021 yılları arasında niteliksiz işlerde kadın istihdamı yüzde 3 artmış. Nitelik gerektiren işlerde ise yüzde 21’den yüzde 11’e gerilemiş. “Kadınların işgücüne katılım oranı aslında çok değişkenlik göstermiş. 1988’de yüzde 34 seviyesindeyken, 2006’da yüzde 23 ile en düşük seviyesine gerilemiş. Daha sonra tekrar artarak 2019’da eski seviyesine ulaşmış. İşgücüne katılımları genel olarak ise 2008 itibariyle artmaya başlamış. Bu değişimde tarımın etkisi çok büyük. Tarımın Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH) içindeki payının düşmesiyle, eğitim seviyesi düşük kadınların iş olanakları ortadan kalkmış. İstihdamda görülen azalmanın başlıca sebebi bu” diyor görüştüğüm Sabancı Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Esra Kaygusuz. Aynı şekilde erkeklerin de bu sebeple istihdamdaki payı aynı süreçte azalmış ancak kadınlara oranla çok daha az etkilenmişler. Diğer yandan sevindirici bir gelişme de var: Yönetici pozisyonundaki kadınların oranı 2004’te yüzde 7 iken, 2021’de yüzde 20’ye çıkmış. Ancak yine de bu oran OECD ülkelerinin 2021 ortalamasının (yüzde 34) çok altında.

17 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Bunları yapmazsak toplumsal belleğimiz yok olacak

Sizce ‘millet’ nedir? Bir toprak parçası üstünde yaşayan insanlar mı? Hayır, ona ‘topluluk’ deniyor. Bir topluluğun millet olabilmesi için ise Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi ‘ortak bir hatıra mirası’ gerekiyor. Yani insanların düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlı olması. “Bilelim ki milli benliğini bilmeyen milletler, başka milletlere yem olurlar” diyor Atatürk. Çünkü ortak benlik denilen o bağ yok olduğunda, bir millet de ortadan kalkıyor. Peki o zaman nedir o ortak benlik? Bundan kasıt hem sanat eserleri, işlenmiş motifler, kilimlerdeki desenler, kıyafetlerdeki aksesuarlar, kullanılan renkler, yemekler, mimari gibi somut eserler. Hem de binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan-atalarımızdan devraldığımız kadim bilgiler, gelenekler-görenekler, örfler-adetler, motifler, ananeler…

Yani soyut belleğimiz. Kısacası kültür-sanat bir milletin ruhu diyebiliriz.

SÜRDÜRÜLEBİLİR SANAT

O zaman sormamız gereken şu: Sanatı nasıl sürdürebiliriz? ‘Sürdürülebilir sanat’ nedir? Son zamanlarda moda olduğu gibi geri dönüştürülmüş malzemelerden eserler üretmek midir? Yoksa çok daha ötesi midir? Dünyada kutlanan 15 Nisan Dünya Sanat Günü vesilesiyle sorguladığım bu soruya, girişimci ve sanat tutkunu Sertaç Taşdelen ‘eko-sistem’ diye cevap veriyor. Sanatın devam edebilmesi için devlet desteğinden müzeler gibi kurumlara, sanatçıyı koruyan vakıf-derneklerden sivil topluma, sistemin tüm parçalarının hep birlikte destek olması gerektiğini söylüyor. “Tıpkı tarım yapılabilmesi için toprağından gübresine, çok geniş bir ağın var olması gibi” diyor. Özellikle de finans ayağına vurgu yapıyor. 2 yıl önce başlattığı Sertaç Taşdelen Sanat Girişimi adı altında yarattığı çağdaş sanat koleksiyonu / fonu ile genç sanatçıların eserlerini ofisinde ve evinde hiçbir ticari beklenti olmadan sergilediğini anlatıyor.

ERİŞİLEBİLİR FİNANS

Sertaç Taşdelen. “Sanatın devamlılığı, asıl olarak genç sanatçıları desteklemekten geçiyor. Sanatı sadece bir yatırım ve prestij objesi olarak görmemekten, salt sanatsal değeri olduğu için satın almaktan geçiyor. Sadece büyük ailelerin finanse ettiği müzelerde var olmasından çıkarıp, sade vatandaşın erişebilmesini sağlamaktan, yeni-genç sanatçıların eserlerine ulaşabilmekten geçiyor. Ben de koleksiyonumu bu felsefeyle oluşturdum” diyor. Nasıl ki insanlar beğendikleri bir çantayı alıp onu bir daha satmıyorlarsa, makul fiyata genç bir sanatçının eserini de alabileceklerini ve tüm kurumların da sosyal sorumluluk olarak genç sanatçıyı desteklemeleri gerektiğini vurguluyor. Kısacası sanatçının ve onun eserini alanın, demokratik bir zeminde buluşmasını savunuyor.

SADECE SANAT BULUŞTURABİLİR

14 Nisan 2024, Pazar 07:00

Ancak dünya kadar sağlıklısın

Dünyanın sağlığı, insanın sağlığı demek. Biz ne kadar sağlıklıysak O da o kadar sağlıklı. Tam tersi de geçerli: O ne kadar iyiyse, biz de ancak o kadar iyiyiz. Toprağın, havanın, suyun, bitkinin, hayvanın ve insanın sıhhati birbirine bağlı. Bir bütün. İşte bugün Batı’da buna “Tek Sağlık” (One Health) diyorlar. Bizdeki Tevhid bilinci diyebiliriz.

SAĞLIKLI TOPRAK= SAĞLIKLI SEN

Şöyle ki: Ne yediğiniz, doğrudan tarımı yani toprağı etkiliyor. Tek tip yani çeşitsiz beslenince, toprakta da hep aynı şeyler ekilip biçiliyor. Mesela bir tarlada sürekli domates ekilirse, domates o topraktan hep aynı mineralleri çekiyor. O zaman da o toprakta o mineraller azalıyor. Bu da toprağı fakirleştiriyor ve zayıflatıyor. Tıpkı bir insanın bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi. Toprağın sağlığı ne kadar bozulursa da, bizim sağlığımız o kadar bozuluyor. Dahası bu, dünyayı da hızla imha ediyor. Küresel ısınma, ormansızlaşma, çölleşme, erozyon, seller, denizlerdeki ve okyanuslardaki cansızlaşma… Hepsi ama hepsi toprağın fakirleşip azalmasından yani bizim yediklerimizden kaynaklı. Oysaki “dünya dostu beslenirsek” karbon salınımı yeryüzünde en az yüzde 30 azalacak, hayvanların ve bitkilerin ölümü yüzde 45 oranında düşecek, tarımsal alan en az yüzde 40 artacak ve hayvanların erken ölümü en az yüzde 20 azalacak.

* * * * *

Tam da bu yüzden çeşitli beslenmemiz, böylelikle toprağa farklı bitkilerin ekilmesi gerekiyor. Ne var ki bugün insanoğlunun tükettiği şeylerin yüzde 75’i sadece 12 adet bitki ve 5 adet hayvan türünden çıkıyor. Tüketilen kalori miktarının yüzde 60’ı da sadece 3 adet bitkiden geliyor! Bitki ve hayvan sayısının, yani bio-çeşitliliğin azalması da yukarıda anlattığım gibi toprağın yok olması anlamına geliyor.

UYANIŞ

Çok şükür ki, bugün dünya üzerinde büyük bir uyanış var. Birçok ülke ve kurum bu farkındalıkla harekete geçmiş durumda. Mesela 4 yıl önce Danimarka’nın Gıda ve Tarım Bakanı, ülkesinin “dünya dostu” beslenme şekline geçtiğini ilan etti. Tüm Kuzey Avrupa ülkeleri de beslenme şekillerini dünyayı koruyacak şekilde değiştireceklerini beyan ettiler. Bu uyanışa bir çağrı da özel sektörden, gıda sektörünün lider markasından geldi: Unilever’in altındaki Unilever Food Solutions (UFS/Gıda Çözümleri),1600 global şefle görüşerek ‘Geleceğin Menüleri Trend Raporu’nun 2’ncisini yayınladı. Rapor, 26 Mart’ta Unilever’in Hollanda’daki Gıda İnovasyon Merkezi Hive’da, Türkiye’de ise MSA’da (Mutfak Sanatları Akademisi) yapıldı. Ülkemizden sadece Od Urla’nın Kurucu Şefi Osman Sezener’in katıldığı global lansmanda; dünyada ve Türkiye’de farkındalığın arttığı ve beslenme alışkanlıklarının buna göre değiştiği anlatıldı.