Yaşam 'Başkasının işlediği suçtan biz utanıyoruz!'

'Başkasının işlediği suçtan biz utanıyoruz!'

Paylaş
'Başkasının işlediği suçtan biz utanıyoruz!'

'Başka Dilde Aşk'la dünya çapında bir başarı elde eden İlksen Başarır ve Mert Fırat ikilisi, yine ellerini taşın altına koyarak Türkiye'de pek dile gelmeyen, tabu görülen bir konuyu, 'ensest'i (yakın akrabalar arasında gönüllü ya da gönülsüz cinsel ilişki) işlediler yeni filmleri 'Atlıkarınca'da

Özellikle son bir aydır gündemden düşmeyen çocuk cinayetlerini ve tacizleri göz önünde bulundurduğumuzda, 'Atlıkarınca' acı bir tesadüfle, tam da zamanında vizyona girdi aslında.

Başarır ve Fırat, iki çocuklu bir ailede, babanın bir trafik kazasında yaşamını kaybetmesiyle birlikte ortaya çıkan aile sırlarını anlatıyorlar filmlerinde. Babanın ani ölümüyle, bu küçük ailenin her üyesi hayatları boyunca tek başlarına taşımak zorunda kalacakları gerçeklerle baş başa kalıyorlar.

1 Nisan Cuma günü vizyona giren 'Atlıkarınca'nın hem senaryosuna imza atan hem de başrolünü üstlenen Mert Fırat'la filmi konuşmak için buluştuk, birden kendimizi koyu bir sohbetin içinde bulduk. İşte Mert Fırat'la 'Atlıkarınca', yeni projeler, oyunculuk ve hayat üzerine sohbetimizden buraya dökülenler...

Not: 'Başka Dilde Aşk'ta olduğu gibi 'Atlıkarınca' da işitme engelli izleyicilere yönelik Türkçe altyazıyla gösteriliyor.

'Ensest' üzerine bir film yapmaya karar verdiğinizde nasıl tepkiler aldınız?

Yola çıktığımızda çevremizdekiler “Aman ne gerek var ki böyle bir projeye, Türkiye'de o kadar abartılacak durumda mı bu durum” diyorlardı. Şimdi arka arkaya bu cinayetler, tacizler ortaya çıkınca, “Neden böyle bir film yaptınız” sorusu ortadan kalktı.

“Neden bu kadar geç kaldınız” diye sorulabilir artık...

Gerçekten de öyle. “Sizden öncekiler neden yapmadı, bu kadar yoğun bir şekilde gündeme getirip tartışmadı” diye sorulabilirmiş soru. Dünyanın her tarafında çok yoğun bir şekilde var bu durum. Toplumun psikolojisini bozmaya başlıyor ve zaten maruz kalanların da psikolojisi ortada. Bunun önlemini erken almak lazım. Gerçi Sağlık Bakanlığı ve Aileden Sorumlu Bakanlık, bazı çalışmalar yapıyor, merkezleri var ama o kadar korkuyorlar ki bunları tanıtmaya. İnsanları oralara götürebilmek, sonrasında onlara yeni bir hayat inşaa edebilmek önemli. Sadece “Biz sizi merkeze koyacağız, sonra başınızın çaresine bakın” gibi bir şey olmamalı. O insanlara bir ikinci şans verebilmek, o ortamı hazırlayabilmek lazım.

Öyle bir toplumsal kodun içine doğmuşuz ki filmi izlerken bizler de o sırrın açığa çıkmasını istemiyoruz, kendi sırrımızmış gibi hissediyoruz...

Çok normal bu. O kızla empati kurup “Aman kimse öğrenmesin” diyoruz. Tam toplum baskısından kaynaklı bir şey bu. Öğrenildiğinde o çocuğun hayatı nasıl olacak? Başkasının işlediği bir suçtan dolayı biz utanıyoruz. Bu çok daha trajik bir şey. Konuşmaktan korkuyoruz. Ensestin Türkiye'de de varolan bir sorun olduğunu kabul etmek çok büyük bir adım. Bu bir olgunlaşma süreci. O süreçte de hatayı kabul etmek, başkalarının derdine de biraz eğilmek, bizim başımıza gelmeden müdehale edebilmek, taraf olmak önemli. Çünkü sizin ya da yakınlarınızın başına geldiğinde en azından ne yapacağınızı biliyor olacaksınız.

Peki filmin etkileri ortaya çıkmaya başladı mı?

Daha bu sabah gördüm. Kanal D'deki Doktorlar adlı programda cinsel istismar konuşuluyordu. Bakanlıktan da bir açıklama geldi o dakikada, “Bizim 183 diye bir hattımız var, o yeni çalışmaya başladı” diye. O hat daha yeni aktifleşmeye başladı düşünün... 1550 Alo Kanka diye de bir hat var küçük çocuklar için. Arayıp orada dertlerini anlatıp psikolojik danışmanlık alabiliyorlar. Bunları duymuyoruz çünkü gündeme gelmiyor. Reklamları gece saat 4'te dönüyor, o da dönerse tabii. Dolayısıyla prime time'da bu konuya yer vermek çok zor oluyor. Böyle bir koşulda yaşarken bu filmi yapma ihtiyacı hissettik. Daha çok gündemde kalsın, kamuoyunun desteğini alsın, bir baskı oluştursun hükümetler üzerinde istedik. Bu sadece bu hükümetin değil bundan sonraki hükümetlerin de sorumluluğu ve ne yazık ki bundan önceki hükümetlerin de sorumluluğuydu. Elimizdeki güç sinema ve o gücü kullanarak bir şey yapmaya çalışıyoruz. Film medyada çok büyük yer buldu. Yazılı ve görsel basının bu noktadaki duyarlılığı gerçekten Türkiye'de takdir edilesi bir yerde. Senin aracılığınla da çok teşekkür ediyorum hepsine.

'O SAHNELER, PEDOFİLİYE MALZEME OLMAKTAN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİL!'

Yabancı örnekleriyle karşılaştırdığımızda, sizin filminizde hiçbir cinsel istismar sahnesi yok...

Biz böyle büyük bir gişe işi yapalım, bunu da 2 milyon insan seyretsin diye bir kaygıyla yola çıkmadık. Bu meselenin popüler bir mesele olmadığını; tam tersine en konuşulmayan, gizli tutulan, bir tabu olduğunu biliyorduk. Derdimiz gündeme getirmek olunca, “Nasıl doğru bir şekilde gündeme getirebiliriz”i düşündük. O sahneler belki bir olay yaratıyor evet ama buradan dikkat çekmek, seyirciyi rahatsız etmek bence bir işe yaramıyor. Bu, pedofiliye malzeme çekmekten başka bir şey değil. Ayrıca görmediğimiz şey bizi daha çok etkiliyor. Filmde de hep olayın oluş anının sonrasını ve yarattığı psikolojiyi anlattık. İnsan bir başka insanın psikolojisiyle empati kurar. Tacize uğrayan bir çocuğun görüntüsü o kişiye empati kurdurmaz; aksine seyirciyi iter. Sinema çok güçlü bir sanat, göstermeden çok şey anlatabiliyoruz ve İlksen o noktada gerçekten çok başarılı oldu.


Film, 15 + yaş sınırıyla vizyona girdi. Özellikle filmde Sevgi karakterini canlandıran Zeynep (Oral) psikolojik açıdan etkilenmesin diye özel bir çalışma yaptınız mı?

Bizim en büyük şansımız Zeynep ve ailesiydi. Çocuklarına hiçbir baskı uygulamadılar. Zeynep karar verdi bu filmde oynamaya. Bir de oyuncu koçumuz vardı Müfit Aytekin. Müfit çok tecrübeli bu konuda. Bu süreçte hem ailesi hem de İlksen arasında bir köprü oldu. Hiçbir zaman Zeynep'e birebir sahnenin gereğini söylemedik; sadece sahnenin komşu duygularını söyledik. Mesela Zeynep o meşhur tiradını oynarken bir baba tacizinden değil kedisinin ölümüne ağlıyordu aslında. İlksen, bir şekilde bir duygu transferi yaptırdı ve çocuğun da psikolojisini sürekli korudu. Zeynep, bunun bir oyun olduğunun farkındaydı ama önemli bir şey sırtlandığının da bilincindeydi.

Ensestin binlerce sebebi var, kişiye özel diyorsun. Bu karakteri siz yarattınız sonuçta. Onu bu davranışa iten sebep neydi?

İktidar hırsı, Erdem'in erdemli olamama, erdemine yenik düşmesi haliydi. Hangi erdem bir de? “Erdem”, beni çok rahatsız eden bir kelime ,sınıf belirleyen bir şey. Bir adamın adı Erdem Yalçın. Yani hem 'erdem' hem 'yalçın!' (Gülüyor) İsminin peşine düşen adamlar vardır ya hani, sürekli iktidarı elinde bulundurma, erk olma, sınıf atlama çabası olan... Çıkartmaya çalıştığı o şiir kitabı çok önemli onun için mesela. Belki de o zavallı kızın trajedisin üzerinden büyük bir başarı sağlayacak. Böyle örnekler var. Roman Polanski diye bir adam var işte. Bu çabaların hepsinin bir sonucuydu sanırım Erdem'e bunu yaptıran. Tabi bu şekilde genellemek de istemiyorum pek ama benim motivasyonum buydu diyebilirim.

'TAHRİK ETMEK İSTEDİK'

Filmin finali çok konuşuldu. Neden böyle bir final seçtiniz?

Herkesin yazdığı gibi bir tokat atsın, dikkat çeksin, tartışma yaratsın ve konuşulsun istedik. Biraz bir şeyleri tahrik etmek adına böyle bir final seçtik.

Film Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde farklı bir kurguyla gösterilmişti. Kurguyu neden değiştirdiniz?

Antalya'daki kurguda bir katman daha vardı. Burada hiçbir sahne ekleyip çıkartmadık. Kurguda ileri gidişler ve geri dönüşler vardı. Bu hali daha az karmaşık. Önceki kurgu daha çok annenin gözündeki kurguydu. Dolayısıyla seyirci anneyle aynı şeyi hissediyordu: “Bir dakika, bu olay ne zaman başladı? Ben neyi ne kadar kaçırdım?” Bu tip vakalarda anneler durumu anlayınca, “İlk defa mı oluyor” kaygısına düşüyor. O psikolojiyi vurgulamak adına öyle bir tercih yapmıştık ama sonra “Bu film kurgusuyla konuşulması yerine, meselesiyle konuşulsun. Bu kurguyu biraz daha sadeleştirelim, seyirciyi bir de oradan zorlamayalım” dedik. Elimizde iki tane filmimiz oldu. O kurguyu da DVD'si çıkınca içine koyacağız. Eleştirmenler de bu kurgunun daha iyi olduğunu söylüyorlar.

'Başka Dilde Aşk'ta salon sıkıntısı çektiniz ama film yurtiçi ve yurtdışında büyük bir başarı elde etti. 'Atlıkarınca' için durum ne olur?

Hem festivalde yer alabilecek, hem de vizyonda yer bulabilecek filmler çekmeye çalışıyoruz. 'Başka Dilde Aşk'ta bir fırsat kaçırdık. Çok daha fazla seyirciye ulaşıp daha iyi bir gişe yapabilirdi ama orada da dağıtımcılar ve sinema salonlarının sahipleri devreye giriyor. Bu filmin engelli bir karakteri olduğundan 10 binden fazla yapmayacağını düşündüler ama 150-170 bin arası bir rakam yaptı. Çok fazla ödül aldık, dünyada birçok festival göstermek istedi, uluslararası üniversitelerde gösterildi, Fransa'dan Amerika'dan yeniden çekmek için teklifler geldi. Büyük bir etki yarattı sonuçta. 'Atlıkarınca'dan da aynı performansı bekliyoruz açıkçası. Şimdiden yurtdışındaki festivallerde yer buldu kendine, biz sadece şu anda hangilerine gideceğimize karar vermeye çalışıyoruz. Türk sinemasının ileri gitmesi, 3-5 yıl içerisinde tükenip gitmemesi için bizimki gibi filmlere de yer vermek lazım. Çok iyi genç yönetmenler geliyor. İlksen Başarır onlardan sadece bir tanesi. İnan Temelkuran, Seren Yüce, Pelin Esmer, Özcan Alper gibi. Eskiden Türkiye'de 4-5 yönetmen sayarken şimdi arka arkaya sıralayıp kimisinin ismini unutuyorsunuz “Hay Allah, keşke şunu da söyleseydim” diyorsunuz. Ben gelecekten çok umutluyum, yeter ki sinema salonları da belirli ölçülerde şans versinler bu filmlere. İnanın seyircinin kalitesinin artmasının kimseye bir zararı yok.

'HİÇ BEKLEMEDİĞİMİZ İNSANLAR BUNU YAPIYOR'

Türkiye'de hâlâ aktörlere 'Eşcinseli oynar mısınız' sorusu sorulurken böyle bir rolü üstlenmek senin için bir riskti. Bir de insanlar seni çapkın delikanlı rollerinde izledi hep, 'Kabullenemezler' korkusu yaşadın mı?

Yaşamadım açıkçası. Farklı rolleri, farklı biçimlerde canlandırabilmek için eğitim alıyoruz sonuçta. Senaryonun yazım aşamasında, benim oynayacağım daha belli değilken İlksen'le ortak kararımız “Bu rolü hiç beklenmeyen birinin oynaması lazım”dı. Potansiyel suçlu durumu vardır ya hani, ben ona inanmıyorum. Tipinden, görünüşünden, kimi zaman nereli olduğuna bile bağlanan bir önyargı var. O önyargıyı yıkmak için böyle bir şey yaptık. Hiç beklemediğimiz insanlardan da çıkabiliyor ve bu insanların aslında sosyal durumları gayet iyi oluyor. Ayrıca her zaman çapkın genç, evin sevilen çocuğu olamayız. Oyuncu çoğu zaman “Ben bunu oynarsam kariyerim şöyle olacak, böyle olacak” gibi bir kaygıyla kariyerini sınırlandırıyor. Hak da veriyorum, zor bir şey. Ancak bunu yapmadığınız sürece aynı rolleri oynamaya mahkumsunuz. Ben yine bir dizide daha önceki rollerimin benzerlerini oynayabilirim o ayrı ama sinemada hiç değilse böyle bir özgürlüğümüz olsun.

Çoğu oyuncu “Dizilerde para kazanmak için rol alıyorum, pek de önemsemiyorum” tavrında. Sen de öyle diyenlerden misin?

Ben de diziyi para için yapıyorum ama önem veriyorum. Öne sinema projesine hazırlık süren 3 ayı bulabiliyor, dizi performansına hazırlığın 3-5 gün oluyor. Kimi zaman senaryo sana 2 gün kala geliyor o temponun içinde. Ama bu da gitgide iyileşiyor ve çok çok iyi projeler ortaya çıkıyor.

Yeni bir dizi var mı yakında?

Eylül-ekim gibi yeni bir projeye başlayacağım sanırım. Çeşitli senaryolar geliyor yapım şirketlerinden, onları okuyorum heyecanla. Kendime uygun bir şey bulabilirsem, bir dizide oynayacağım.

İlksen Başarır'la iyi bir ikili oldunuz? 'Ondan başkasının filminde oynamam' gibi bir durum var mı yoksa ayrı bir çalışman olacak mı?

Bu yaz iki ayrı yönetmenin filminde oynayacağım. İkisinin senaryosunda da benim parmağım yok. (Gülüyor) İlksen de başkalarıyla filmler çekecek ama biz ikili olarak çalışmaya devam edeceğiz bir şekilde.

Derdimizi sinemayla anlatıyoruz dedin. Yeni derdiniz ne olacak?

İki tane yeni senaryomuz var İlksen'le. 21. yüzyıl insanı ile dertlerimiz var. 21. yüzyılda birey ve o bireylerin yarattığı toplum olmak... Ajan olduklarının farkında olmayan üç arkadaşın hikâyesi. Komedi ağırlıklı olacak bu sefer, hatta trajikomik diyelim.

'DENİZE SIRTIMI DÖNÜP OTURAN BİR İNSANIM'

Ankaralısın. İstanbul'a gelmek neler değiştirdi hayatında?

Ben İstanbul'da kendi Ankaramı yarattım. İnsanın yaşadığı şehrin pek bir önemi yok, nasıl yaşadığının önemi var. Şu anda İstanbul'dayım çünkü benim mesleğimle ilgili sektörel çalışmalar daha çok burada oluyor. Şehir tabii ki çok etkiliyor insanı. Ben İstanbul'da kimi zaman denize sırtımı dönüp de oturan bir insanım. Denizden nefret ettiğimden değil, beni heyecanlandıran şeyin deniz olmamasından kaynaklanıyor bu. Beni heyecanlandıran şey insan, muhabbet, fikir... İstanbul'da insan başka bir bakış açısı kazanıyor, onu da yadsımamak lazım. Hangi şehirde karşıdan bakabilirsin ki? Kadıköy'den geçerken oturduğun yere bakıyorsun. Bu imkan galiba İstanbul'u büyülü bir şehir haline getiriyor. Kendine, oturduğun yere, hayata karşıdan bakabilmek...

Verdiğin röportajlarda, çıktığın programlarda kadınlarla ilgili sözlerin çok konuşuluyor. Kadınları bu kadar iyi anlayan bir adamın yalnız olması şaşırtıcı. 'Çok yoğun çalışıyorum, kimse beni istemez' diyorsun. Öyle mi gerçekten?

Kadınları tanıdığımı iddia etmiyorum ama bir anlamda iyi ilişki kurabiliyorum. Erkek arkadaşlarımla da çok iyiyim, aynı şekilde kız arkadaşlarımla da gayet güzel vakit geçirebiliyorum. Öyle bir ayrım yok. Beni kadınlar büyüttü sonuçta; annem, kızkardeşlerim, anneannem hep birlikteydik. Tempo kısmına gelirsek de; evet çok çalışıyorum bu aralar ama bundan şikayet etmiyorum. Kimse beni istemez de demiyorum aslında ama bu şartların içinde zor olur diye düşünüyorum. Bir kadına da hakettiği değeri ve zamanı ayırmak lazım. Onu sağlayamıyorsan bir ilişki yaşamayacaksın.

Bunu söyleyebilecek erkek çok azdır ama...

Söyleyebilecek erkek vardır elbette ama uygulamada zorluk çeker. Ben çekmiyor muyum, çekiyorum. Bunu da söylemeliyim. (Gülüyor) “Bunu böyle söylüyorsun arkadaşım da hiç sevgilin olmuyor mu” derler. Oluyor da olamıyor işte. Zamanla olacaktır herhalde. Ben de çalışma dengesiyle sosyal hayat dengesini bir şekilde kuracağım.

(Habertürk)

4

Haberin Devamı