Cumartesi Postası 'Ne övgü ne yergi ne de ödül bekliyorum'

'Ne övgü ne yergi ne de ödül bekliyorum'

Paylaş
'Ne övgü ne yergi ne de ödül bekliyorum'

Telefonda “Sizinle bir söyleşi yapmak istiyorum” dediğimde “Artık kimseye röportaj vermiyorum, vaktim sınırlı” diye kestirip attı. O da kararlı ben de!

RÖPORTAJ: GÖKSEL GÖKSU

gokselg@cnnturk.com.tr

Devam ettim aramaya, sonunda Türkiye’nin 82 yıllık canlı tarihi Vedat Türkali “Tamam” dedi ve randevu için de doğum günümü seçti!

Aldığım en güzel hediyeyi görür görmez boynuna atıldım. ‘Güven’ ve ‘Bir Gün Tek Başına’ adlı kitaplarını okusanız siz de aynı şeyi yapardınız. Zamanı yoktu ama anlatacak çok şeyi vardı.

‘Bir Gün Tek Başına’nın senaryosunu bitirmeye çalışıyor, sonrasında yeni romanına başlayacak. ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ dizisindeki tecavüz sahnesine yöneltilen eleştirilere ise çok kızmış...

Yeni romanınız neyi anlatacak?

Çok sevdiğim bir konusu var ama anlatamam. İnşallah bitimine doğru, böyle bir şeyi konuşmak gereği duyarsam, söz veriyorum sana anlatacağım. Şimdiye kadar yedi roman yazdım. 12 Eylül 1980’e kadar geldim. O yüzyılı tamamlamak istiyorum. 1980’in 12 Eylül’ünden başlayıp 31 Aralık 1999’da bitecek. Böylece yaşadığım, gördüğüm, okuduğum dünyanın bir parçası olarak Türk toplumunun roman anlatımında tanıtılması bitecek. Romanın adını ilk defa sana söyleyeyim; ‘Bitti, Bitmedi’. Güzel bir ad mı bilmem ama doğru bir ad sanırım.

‘Güven’ adlı romanınızın yankısı büyüktü. 2005’te basıldığı yıl Sedat Simavi Ödülü’ne katıldınız ama roman ödülü alamadı.

Kesinlikle ben katılmadım! Haberim olsa durdururdum. Kitap işlerime Barış bakıyordu. Onun o günlerdeki ortağı Barbaros’la Gendaş’ın yöneticisi Mehmet Öztoprak göndermişler. Sonradan duydum, çok canım sıkıldı. Geri almak da ters kaçacaktı, bıraktım. Sonuç açıklandı, bir de baktık ki ödüle değer roman olmadığından roman üzerine yapılmış bir çalışmaya verildi. Umurumda olmadı. Fakat sonradan öğrendik ki roman jüride yer alan Hilmi Yavuz’un eline bile geçmemiş. Gönderilmemiş. Eşim Merih bunu jürideki Hilmi Yavuz’dan duymuş. Ben bunu epey sonra Doğan Hızlan’a sordum Diyarbakır’da, “Bu işlere bakmam, sorarım, öğrenirsem bildiririm” dedi, öyle kaldı.

Sonra yanıt aldınız mı?

Hayır. Valla merak edenler Doğan Hızlan kardeşimize sorsunlar. Kuşku duyacak değilim ya (gülüyor). Doğan kardeşimize büyük güvenim var. Dostumdur. “Belki de...” diyorum, “araştırmayı Ergenekon savcılığına havale etmiştir!” Siz de çok merak ediyorsanız jüride olanlara; Cevat Çapan’a, Hilmi Yavuz’a, Doğan Hızlan’a, Semih Gümüş’e sorun. Benim açımdan sorun yok. Hiç bir jüriye de “Bu kitaba niye ödül vermedin?” diye sorulamaz. Hiçbir jüriden ödül beklediğim de yok. Zaten içerde bir sandık dolusu ödül duruyor. Bu yaz biz Bodrum’dayken eve hırsız girmiş, o ödüllerden birini gümüş zannetmiş olmalı, alıp götürmüş. Beyaz metaldendi. Ödüller çalınabiliyor demek!

“Herkesin sevdiği adam olmak istemem”

Eleştirmenlerle yıldızınız barışık değil mi?

Benim sorunum yok. Onların benimle başı hoş değildi belki. Nedeni eskilere dayanıyor sanırım. Fethi Naci dönemine! Fethi Naci’yi severdim. ‘Bir Gün Tek Başına’ çıktığında rahmetli Fethi Naci, bayıltacak kadar övgü yazdı. “Bu roman bir patlama” dedi. Beni övgüler, yergiler, uzun boylu etkilemez. Herkesin sevdiği adam olmak istemem, herkesin beni sevmeye de hakkı yok. O zaman da eleştirmenler arasında bayrağı Fethi Naci taşıyor. Tarikat şeyhi gibi. Ama yaptığı bir şey üzdü beni.

Ne yaptı?

Bir dergiden bana “En sevdiğiniz eleştiri hangisi?” diye sormuşlardı. Fethi Naci’nin hakkı olduğu halde ben adını söyleyemedim. Nedeni ‘Bir Gün Tek Başına’daki Günsel karakteri için söyledikleri. Günsel, işçi davasına kendini adamış bir kız. Bir gün yolda kusmaya başlıyor. Anlıyor ki gebe. Yollarda kusarak eve geliyor ki ağabeyinin yoldaşları, onun da çok sevdiği işçiler, eve konuk gelmiş. Nasıl sevinsin; ayakta güç duruyor, “Balık yemişim, midemi bozmuşum” diyor ama bozuluyor. Fethi Naci bu bölüm için diyor ki “Devrimci kız eve geliyor, işçileri görüyor, rahatsız oluyor! Ne yapsın Vedat Türkali? Olanı yazıyor”! O kadar basite indirgiyor ki, hem de ters yanından... Devrimci kız işçilerden rahatsız olmuş. Böyle değil ki olay, bunu ben nasıl sindireydim? İkincisi; romanda karmaşık bir baba tipi var. Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Doktor Hikmet Kıvılcımlı ama Doktor Hikmet’e ağır basan bir yanı var. Evine işçiler gelip gidiyor. Onu da kalkmış ‘Stalinci alışkanlıklarla evi tekkeye dönmüş bir adam’ diye nitelemiş. Kötü vurdu beni.

Siz de Fethi Naci’nin adını vermediniz...

Bunlardan sonra “En iyi eleştiriyi Fethi Naci yaptı” nasıl derim? Öteki övgülere bakışım da eleştirel oldu. İlk kez bir yazar, alışılana ters bir davranışla övgülere aldırmamış, haddini aşmıştı! Toplanıp karar almışlar; ‘bir daha Türkali’nin hiçbir kitabına yazı yazmayacağız’ diye. Bunu bana Naci söyledi, “Öyle bir enayilik ettin ki” dedi. Dedim ki “Hayatım enayilikle geçti, daha da geçeceğinden başka...”. Ben ne ödül bekliyorum kimseden, ne övgüler, yergiler umurumda.

‘Bir Gün Tek Başına’ adlı romanınız çoğumuzun ilk göz ağrısı. Filmi de çekilecek. Sizin için de ilk göz ağrısı mı bu kitap?

Beni edebiyat ile ilk o kitap tanıştırdı. Kitaptaki Kenan’ı sevmem ama Günsel’i sorarsan, herhalde öyle birini bulsam ilk ben aşık olurdum. Bir yıldır bu romanı senaryolaştırmaktan paçamı kurtaramadım. Ama yaşım otuzu geçti, üç otuzu. Zaman, benim için çok değerli. Ve senaryo yaşamımın bu en kritik anında bir yılımı aldı. Yeni romanın tüm belgeleri masamda, senaryo yüzünden başlayamıyorum. Demin “Yeni roman yolda” dedin! Daha yola bile çıkamadık aslında. Bitiremezsem, yolunda öleceğim. Karıncanın boyuna posuna bakmadan hac yoluna düşmesi gibi!

Filmin dört gözle beklenmesi hoşunuza gidiyor mu?

Tehlikeli bekleyiş. Okurlar internetten asistanımı bombardımana tutmuşlar. “E, bizim hayallerimiz ne olacak?” diye. Böyle yaklaşılmaz, sinema ayrı bir dil. Onu deneyeceğiz.

Nasıl bir tehlike?

O roman bugün bir anlamda kült oldu. Korsanlarını da sayarsak bir milyona yakın baskı yapmış. Roman olarak güzeldir ama filmi hayal kırıklığına uğratabilir. Bir filme sığmaz o, iki film lazım. Ama o kadar büyük masraf gerekiyor ki tüm romanın film olması için. Buna Türk pazarı elverişli değil. Bugünkü haliyle bile 5-6 milyona çıkacak bir iş. Bugün Türk sinemasında bu risk göze alınamaz.

O zaman farklı bir şey olacak.

Tabii ama romanın keyfini sinema diliyle tattırma çabasında bir film bu. Zaten jenerikte şöyle bir cümle göreceksiniz: “Bu filmin konusu, Vedat Türkali’nin aynı adlı romanından alınmıştır”... “Falan yerde şöyle olacak” derseniz seyretmeyin filmi. Sinemanın ayrı kuralları var. Çevirmen haindir. Hangi dile çevirirseniz mutlaka bir şeyler kaybolur. Biz sinema dilinin özgün tadıyla duyurmaya çalıştık. Başarabilirsek yeni bir kazanımdır.

Ne zaman izleyeceğiz filmi?

Çekimler önümüzdeki aylarda başlar. Zannediyorum 2012 sonbaharında izleyebilirsiniz.

Oyuncular seçildi mi?

Daha belli değil. Türkiye’de sinema kadro olarak dar. Hâlâ üç-beş kişiye bağımlısınız.

Sizin gönlünüzden geçen biri var mı Günsel rolü için?

Aslında rolü almak isteyen çok kişi var. Son söz hakkını bana bıraktılar ama bilmem isabetli kullanabilir miyim? Bu sorumluluğu yüklenemem. Son söz yönetmenindir.

Önceden filmi çekilen ‘Fatmagül’ün Suçu Ne?’ şimdi dizi. Aralarında fark var mı?

Yapısal temel aynı gibi. Özünde benim yazdığım senaryoda, yerel bir kasabada 16-17-18 yaşlarındaki çocuklar ve onların hikayesi var. Dizi, temelde aynı da olsa çok değiştirilmiş. Bu film aslında trilojiydi. Yani üçleme. ‘Fatmagül’ün Suçu Ne’ birinci olacaktı. İkinci bölümde kasabada siyasal atmosfer değişiyor. Çıkan siyasi ayrışmalar, kavgalar sonunda, oradaki bir ustabaşı, saldırıya uğramasınlar diye bunları İstanbul’a yolluyor. Üçüncü bölüm İstanbul’da geçiyor. Fatmagül çalışıyor, kocası da işçi. Artık orada kadın bilinçli bir tutumla geçmişin üzerine çıkıyor.

“Hülya Avşar’ı ben seçtim”

İlk filmde Hülya Avşar oynamıştı Fatmagül’ü.

Ben Hülya Avşar’da ısrar ettim. Çok da güzel oynadı kız.

Fatmagül kim? Onu gerçek bir öyküden mi aldınız?

Hayır. Benim yarattığım bir karakter... Fethiye’de aklıma geldi.

Bizim dönemde aşk tabuydu sol kesim için. Ya sizin için?..

Öyle tabii. Cinselliğe bakış, bugün delikanlılık çağımdaki bakış açısıyla aynı değil. Bugün torunlarım, çocuklarım çok farklı bakıyorlar. Gayet doğal, onlara zıt düşmemeye çalışıyorum. Hayatın ne getirdiğinin farkındayım. Buna değişimin neden olduğunun da bilincindeyim. Ama bu, soldaki herkes tarafından aynı biçimde algılanmıyor. Çeşitli nedenleri var bunun. Özellikle cinsellik konusunda insanları çok boş buluyorum. İnsanları, asıl çözüme engel olacak bir saplantıya, takıntıya iteliyor. Sistem bu. Çağımız ‘birey’ diyor. Brecht “İskender dünyayı fethetti. Peki, bu adam bunu yalnız mı yaptı? Bunun bir aşçısı da mı yoktu?” der. Tarihin her çağında bir anlamda birey var. Fakat kapitalizm, bencil birey tipinin dayatmasını yapıyor. “Sömürü, soygun düzeninde gemini yürütmeye bak, gerisine boşver” diyor. Bu felsefe özellikle Thatcher- Reagan döneminde dünyaya pompalandı. İnsanlar sömürüsüz bir dünya kurdukları zaman katılımcı, paylaşımcı, bilinçli bireyler olarak varolabilecekler.

Aşk insanı bireyselleştirir mi?

Aşk bir anlamda özünde bireysel olay ama kökleri toplum yapısında saklı. Çeşitli çağlara göre biçim ve öz değiştiriyor. Bugün çocuklarla seyredilen televizyonlarda çok şey açıkça konuşuluyor, gösteriliyor. Buna karşın sözgelimi bir Fatmagül dizisi çeşitli yerlerden çelişkili tepkiler aldı. Aslında o özünde feminist bir film. Biliyor musunuz? Feminist bir avukat hanım, bildiri okumuş ‘yasaklansın’ diye. Bu kızımızın feministliğine de hayran oldum, hukukçuluğuna da. Saldırıya uğrayan Beren Saat’in şişme bebekleri yapılmış. Avukat hanım bunu dizinin yasaklanması için gerekçe gösteriyormuş. Bu değerli hukukçuya şu kadarını söyleyeyim ki herhangi bir güzel kadının şişme bebeğini yapıp kazanç sağlanması, bireylerin kazançtan başka her şeye gözlerini kör etmeye çalışan bu toplum yapısının ürünüdür, dizinin değil. Avukat hanım dava açacaksa bu şişme bebeği satanlara açsın. Beren Saat bir röportajda bu hanıma çok güzel yanıt vermiş, onu bir okusun.

“Muhterem milletvekiline kuduz it bile saldırmaz”

Bir milletvekili de “Bu tür diziler sapıklığı teşvik ediyor. Senaristlerin ruh sağlığından şüpheliyim” dedi.

Bir “tesettür” kavgasıdır gidiyor. Asıl, akla karayı ayıramayan “beyni tesettürlü”lerden korkmamız gerek. Halide İncekara adında bir bayan milletvekilimiz bu biçim senaryoları yazanlara ‘ruh hastası’ tanısı koymuş. Bu çok zeki bayanın resmi de vardı gazetede; kellesi türbansız, gövdesi tesettürsüz. Biliyor musunuz; yıllar yılı neler çekti bu kafadaki yaratıklardan sinemamız? Ne diyeyim? Pek muhterem milletvekili hanımefendi cinsel saldırı için kaygılanmasın, ona kuduz bir erkek itin bile saldıracağını sanmam. Bugünkü erkek egemen toplumumuzda ezilen, aşağılanan, rezilce katledilen kadınlarımız için, hele hukukçu bir feministin yapacağı iş, egemen güçlere sırtını dayamış üç itin yarattığı çirkinliği yansıtan bir filmi yasaklatmaya kalkışmak olmamalıdır. Ama bu ülkede olur. Her konuda ahkam kesmeye düşkün bir köşe yazarı da dizideki saldırı sahnesinden “Kıytırık bir saldırı” diye söz etmiş. Filmi taşlıyor aklınca! Kızgınlıkla ölçüyü kaçırıp “Kıytırık bir köşe yazarı” denebilir belki! Çekim nasıl olursa olsun; hiçbir cinsel saldırı olayına “Kıytırık” denmez.

Cinsellik konusunda son soru...

Bu işi kapatalım artık. Bak, benim 74 yıllık sevgilim kalçasını kırdı, yatıyor içerde. Artık kimseye “Allah bir yastıkta kocatsın” diye beddua edilmiyor. Bana herhalde o bedduayı etmişler (gülerek), edenlerin de ağzına sağlık. Yaşamımız boyu ne yollardan geçtik onunla. İki komünist yoldaş olarak yürüdük. Gerçek mutluluk, bu oldu benim için.

“Orhan Pamuk Nobel’e layık”

Yeni kuşak romanları ve yazarları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok sevdiğim yazar Saramago, Portekiz Kültür ve Sanat Bakanı’nın, romanların okunmasını geliştirecek önlemler almaya kalkışmasına “Herkes roman okuyucusu olamaz” demişti. Belki de doğru ama bizde ona karşı güzel bir önlem var! Roman okuyucusu olamayanlar roman eleştirmeni oluyor. Onlara sorsanıza. Bu konuda çeşitli dönemlerde değinme ve değerlendirmelerim var. Sözgelimi eski ustalar var, onları da herkes bilir. Genç kuşakları da yazık ki ben tanımıyorum ama sözgelimi Oktay Anar ve Hasan Ali Toptaş kendilerine özgü anlatı becerileriyle dikkat çekici.

Orhan Pamuk’u nasıl buluyorsunuz?

(Gülerek) Bu soruyu artık bana sormayın, dünyaya sorun. Orhan, Nobelli yazar. Ödül verildiğinde sağdan soldan saldırılara uğradı. Nobel’e layık bulmayanlar oldu. Nobel kimlere verilmedi ki? Orhan o çizginin altında değil. Kısaca söyleyeyim ki Orhan, Nobel’e layık. Nobel de Orhan’a layık.

(04.12.2010 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

6

Haberin Devamı