İnci Tulpar Alaçatı Ot Festivali
HABERİ PAYLAŞ

Alaçatı Ot Festivali

Ata memleketimin bir köşesinde, küçük küçük tezgâhlar açıldı hafta sonunda. Amatör üreticiler Ege otları ile yaptıkları ürünleri tanıttı, zeytinyağlıların ve ot yemeklerinin tadımı yapıldı, konserler düzenlendi. ‘Festival bahane, amaç memleketin şenliğini kaçırmamak’ diyerek vardık gittik Alaçatı’ya. Zamanında ‘okumak için’ İzmir’den İstanbul’a gelmiş lise arkadaşlarımız ile karşılaştık uçaklarda. Herkesin elinde ikişer bebe, İstanbul’un grisinden, İzmir’in güneşine kavuşma neşesi ile gülüyordu yüzler. Konuştuk, gülüştük, hâl hatır sorduk. Bir yere ait olmak, ait olduğun yeri sevmek önemli bir duygu. Yani, giderken eteklerimiz zil çalıyordu vesselâm. Bilen bilir; bizim oranın insanları, dağlarda yetişen otlara ve özgürlüğüne düşkündür. Üstelik de adeta bir keçi inadımız vardır. İstemediğimiz otu yemez, sevmediğimiz insanı seçmez, düz yoldan gitmez hâlimizle; tam da Ege’nin dağlarının mis kokulu otlarına festival düzenleyecek kadar hoşuz. Biz hoştuk, hava hoştu, Alaçatı hoştu işte. Bir anlamda yaz mevsimini açtı Alaçatı. Uyandı, canlandı, silkindi, yaz cicilerini giydi, camlarını açtı, masalarını sokağa attı ve ‘Gelin artık’ dedi. ‘Gelin, ben güzelim, yaz güzel, hayat güzel’... İyi ki var Alaçatı. Bizden bir köşe.

Haberin Devamı

Dahi yönetmene selam olsun!

Wes Anderson’ın her filmini heyecanla bekliyorsak; bu, hazırlanan sürprizlere çabucak kavuşma istediğimizden kaynaklanıyor. ‘Grand Budapest Hotel’i ‘dünyanın en güzel oyuncakçı dükkânı’ diye nitelendirsek ve adına ‘Wes’in Dünyası’ desek yeridir. Filmin içindeki görsel unsurlar o kadar zengin ki; ancak birkaç kez izlenirse tüm detaylar yakalanabilir. Tablolar, üniformalar, pastalar, karikatürize edilmiş karakterler, çekimler... Ah hele o çekimler!.. Hepsi birer prodüksiyon hârikası. Wes Anderson hem polisiye bir komedi çekmiş hem fantastik bir macera hem de büyükler için ‘çocuk filmi’. Film, 1985’de yazar Tom Wilkinson’ın bir zamanlar tanıştığı egzantrik bir adamı anlatması ile başlıyor. Zamanda geriye gidiyoruz. 1968’de, Sovyetler Birliği zamanında, Doğu Avrupa şehri Zubrowka’da eskimeye yüz tutmuş bir otelin lobisinde karşılıyor bizi Wes Anderson. Genç bir yazar, (Tom Wilkonson’un gençliği) yani Jude Law, kaldığı otelin sahibi Zero Moustafa (F. Murray Abraham) ile tanışıyor. Biraz daha geriye gidiyoruz zamanda... Yıl 1932. Grand Budapest Otel’in en şaşaalı, en güzel yılları... Karşımızda, Ralph Fiennes’ın hayat verdiği M. Gustave H... Özenli, titiz, nazik bu adama, otelin hatırı sayılır müşterisi yaşlı Madame D. (Tilda Swinton)’den değerli bir tablo miras kalır. Senaryo, polisiyeye dönüş yapar. Filmde ünlüler geçidi var: Adrien Brody, Jeff Goldblum, Willem Dafoe, Edward Norton, Harvey Keitel, Bill Murray de kadroda. Her köşe başında da başka bir sürpriz bekliyor sizi yapımda. Filmin başında, karlar arasında bir şato haşmeti ve bir düğün pastası masalsılığı ile yükselen Grand Budapest Hotel’in, daha sonraları köhnemiş, parıltısını ve şaşasını kaybetmiş hâli; geçen zaman içinde önemli bir badire atlattığının da habercisi. Evet, Avrupa’ya dalga dalga yayılan faşizm ve savaş, Grand Budapest Hotel’i de vurmuş. Amerikalı yönetmen Wes Anderson, Avusturyalı yazar Stefan Zweig’den esinlenmiş. Zweig son otobiyografisi ‘The World of Yesterday’i (Dünün Dünyası), sürgünde bitirmiş ve sonrasında Nazilerden kaçmak zorunda kalmıştı. Politik iklim sertleşiyor, otele askerler yerleşiyor, Avrupa’yı kasıp kavuracak bir Nazi dalgası kendini hissettiriyor. İlginç bir şekilde ‘Grand Budapast Hotel’ bana filmler arası bir yolculuk da yaptırdı. Çekimler; kimi zaman ‘Hugo’yu, kimi zaman ’Talihsiz Serüvenler Dizisi’ni, kimi zaman ‘Damdaki Kemancı’yı ya da ‘Gülün Adı’nı anımsattı. Dahi yönetmenin şapka çıkartan bu filmini bir kez izlemek yetmez, birkaç kez izlemek de sıkmaz.

Haberin Devamı
Sıradaki haber yükleniyor...
holder