Pazar Postası 'Dünyaya yine gelsem bu hayatı seçerim...'
Paylaş
'Dünyaya yine gelsem bu hayatı seçerim...'

Sadun Boro bizim küçüklüğümüzün kahramanıydı. 22 Ağustos 1965 tarihinde Alman asıllı eşi Oda Boro ile çıktığı dünya seyahati sakin evimizdeki tek heyecan olmuştu o zamanlar...

RÖPORTAJ: Seral Cumalı
seral.cumali@posta.com.tr

Kısmet adlı tekneyle yaptıkları bu seyahati bütün Türkiye gibi biz de gazeteden tefrika halinde izliyorduk. Hele seyahate Kanarya Adaları’nda güzel kedi Miço da katılınca bu üçlüyü izlemenin keyfine ve heyecanına doyulmaz oldu. Türk halkı onlarla o kadar bütünleşmişti ki, 2 yıl, 9 ay, 3 hafta sonra İstanbul’a döndüklerinde dünyada kimseye nasip olmamış bir karşılama yaptı. Tam 48 yıl sonra Sadun-Oda Boro’nun Kalamış’a heykeli dikildi. Bugün 84 yaşında olan Sadun Boro’nun, dikilen heykelin önünden geçmeyecek kadar mütevazı olduğunu, Betül ve Visal’le birlikte Gökova’da yeni teknesi ‘Son Bahar’a konuk olduğumuzda öğrendik. Rahmi Koç Müzesi’ne giden Kısmet’in yerini alan bu yeni teknede müthiş hikayeyi kahramanından dinledik...

Heykelinizin dikilmesi sizde nasıl bir duygu yarattı?

Vallahi bir türlü alışamadım ben de. Bir emrivaki oldu. Arkadaşlar ısrar etti. Anıtın Sadun-Oda Boro anıtı değil de ‘Amatör Denizciler Anıtı’ olması ve bizden sonra dünya seyahati yapan diğer denizcilerin de adının bulunması şartıyla kabul ettim. İnşallah bu kadarla kalmaz daha birçok amatör denizcinin adı ilave edilir anıta.

Önünden geçince ne hissediyorsunuz?

Vallahi önünden geçmiyorum; ev de oralarda, yolumu değiştirerek gidiyorum.

Neden?

Biri tepede, diğeri aşağıda iki Sadun fazla!

Denizler sizi ne zaman çekti?

Babam, ben 5-6 yaşındayken vefat etti. 30 yaşındaydı öldüğünde. Çok küçüktüm; kaçıp denize gidiyor, sandalla açılıyordum, dönünce annemden dayak yiyordum. İlkokul 3’üncü sınıftaydık, 6 arkadaş 3’er lira topladık, Kadıköy-Kurbağalıdere’de 18 liraya bir sandal satın aldık. Sandalı boyadık, güya yeniledik, ilk lodosta parçalandı. İlkokul 6’ncı sınıfta tek başıma bir sandal aldım. Bir iki sene onunla denize açıldım. Liseye geçince (Galatasaray Lisesi), iki arkadaş birleşip 450 liraya yelkenli yaptırdık.

O zaman dünyayı dolaşmayı hayal ediyor muydunuz?

Hayır. O zaman en uzak gittiğimiz yer Adalar’dı. Hayırsız Ada’ya bile senede bir gidilirdi.

Dünyayı yelkenliyle dolaşma arzusu ne zaman başladı?

Tekstil okumaya İngiltere- Manchester’a gittim. Sanayi şehriydi, deniz hasretiyle geçti günlerim. Ama orada bu konuda birçok yayın okuma imkanım oldu. Türkiye’de bu tür kitaplar yoktu o yıllarda. 1952 yılında üniversiteyi bitirdiğim zaman bir ilan gördüm. Yeni Zelanda’ya gidecek bir yelkenli teknede 3 mürettebata ihtiyaç olduğu belirtiliyordu. Hemen başvurdum. 220 kişi müracat etmiş, ben ilk 3 kişi arasında seçildim. İki kişi daha seyahat başlarken vazgeçince ben ve 50 yaşındaki tekne sahibi birlikte İngiltere Portsmouth limanından yola çıktık. O zaman Atlantik’i geçmiş tekne sayısı 8 - 10 kadardı. Benim deniz tecrübem Marmara sahilleri ile sınırlıydı. Korkunç bir fırtınaya yakalandık. Korkmuş, ümitsizliğe kapılmıştım, o fırtınayı hiç unutamam. Beni o fırtınadan helikopterle çekip kurtarsalardı, belki bir daha denize adımımı atmazdım. Ama fırtınayla mücadele edip salimen karaya çıkınca korku geçti. Uzun yolculuğun doyulmaz zevkine bıraktı yerini. Artık açık denizlerin esiri olmuştum. O yolculukta kendi kendime söz verdim, “Bir gün kendi bayrağım, kendi yelkenlimle bu sulara döneceğim!”

Ne kadar zaman sonra kendi yelkenlinizle o sulardaydınız?

13 yıl sonra.

Yanınızda eşiniz Oda Boro da vardı; onunla nasıl tanışmıştınız?

Oda anaokulu öğretmeniydi. Çalışmak için Almanya’dan İstanbul’a gelmişti. Arkadaşlar vasıtasıyla tanıştık. Ben Sümerbank’ta çalışıyordum. Oda, tekneyle dünyayı dolaşma hayalimi gerçekleştirmem için çok destek oldu. Bu seyahate sponsor olmaları için birçok yere başvurdum ama kimse ciddiye almıyordu. Sümerbank’ta çalışıp para kazanıyor, elimdekini dünyayı dolaşmak için yaptırdığım tekneye yatırıyordum. Cebimde 4 bin 500 lira vardı, teknenin sadece ahşabı 62 bin liraydı. Kısmet 1963’te Tarsus’ta kızağa kondu, 64’te denize indi. Ben de işi bıraktım Tarsus’a geldim ve bütün donanımını kendim yaptım. Kısmet’in yelkenlerini de benim çalıştığım tekstil atölyesinde dokumuştuk. Tekneyi yalnız başıma dünyayı dolaşmak üzere yaptırıyordum. Sonra Oda da gelmeyi kabul edince Caddebostan’da sürdürdüğüm bekar hayatını bıraktım...

“En son evlenecek adam bendim...”


Nikahınız da bir olay olmuş o yıllarda...

Önce bu sıradışı nikahla gazetelere çıkmışsınız... Ertesi gün ‘Yılın nikahı’ diye Hürriyet, Milliyet, Tercüman’da ilk sayfada iki sütuna manşetten verilmişti bizim nikah haberimiz. Gazetelere şöyle bir nikah ilanı vermiştim: Daha 36. sonbaharında, iki başlı, dört ayaklı olmaya nihayet rıza gösteren Sadun Boro’nun Kadıköy Evlendirme Dairesi’nde 24 Şubat Pazartesi Günü saat 16.30’da yapılacak hazin nikah törenine cümle dost ve dindaşları davet olunur. Not: Vasiyeti üzerine çelenk yerine kotra malzemesi yollanması vaciptir... Bu ilanı Galatasaray Lisesi’nden arkadaşım olan Abdi İpekçi Hasan Pulur’a vermiş; o da kendi köşesinde yayınlamıştı. İlanı okuyan bir sürü kocakarı mevlid var diye gelmişti...

Niye ölüm ilanı gibi?

Hatta imzayı attığınız kalemi; ölüm cezası veren yargıçlar gibi kırmışsınız... Ben hayatta en son evlenecek insandım. Bunu herkes bilirdi. Arkadaşım Orhan Akra da mevlid okudu nikahta zaten. Evlilik müessesesini rencide etmekten bir de mahkemeye düştük. O gün sabahtan başladım içmeye. Badem şekeri niyetine de bütün gece oturup sarhoş kafayla iki üç kilo sarımsak ayıkladım. Sarımsakları şekerci bir ahbaba götürdüm badem şekeri gibi kapladı. İskenderun’un meşhur acı kırmızı biberi vardır, onu da çikolata ile kaplattım. Bunları evde boş midye kabuklarının içine koyduk. Pis kokan ampuller, hapşırık tozları getirdim. Muhterem bir nikah memuru vardı, hapşırık tozunu ben ona, o bana üflüyor. Nikah memuruna bir kutu biberli çikolata hazırladım, içine de canlı pavurya koymuştum. Nikah için üst başı da arkadaşlardan edindim. Kalmadı ki bir şey, ne varsa sattık, tekneye yatırdık.

Nikahı ölümle eş tuttuğunuza ve bu kadar sulandırdığınıza göre zorla mı evlendiniz?

Dünya seyahatine beraber gideceğiz, laf olmasın dedik. Geri zekalılık!

Bugün olsa evlenir miydiniz?

Ben en son evlenecek insandım!

Hem evlenecek son insandınız, hem 47 yıldır evliliğiniz sürüyor...

Oda’nın o seyahatte çok emeği geçmiştir. Seyahat boyunca da, ondan sonra da en büyük yardımcımdı. Artık ayrılmak ayıp olurdu.

Kısmet’in parasıyla Bodrum’da bütün bir sahil alınabilirdi

Nikah kıyafetinizi bile arkadaşınızdan almışsınız. Kısmet kaça mal oldu size de; elde avuçta kalmadı?

Benim cebimden çıkan para 130 bin liraydı. Üzerindeki donanım hariç; donanım için parayı arkadaşlar vermişti. Ayrıca benim eski kotra, evdeki eşyalar, Oda’nın çeyizleri, ne var ne yoksa satılmıştı. Artık satılacak bir şeyimiz kalmamıştı.

O parayla o dönem neler yapılabilirdi?

1964’te bu çok büyük paraydı. O parayla Bodrum’da kaleden Azmakbaşı’na kadar bütün o sahili satın alabilirdiniz.

Ama siz tekne yaptırmayı tercih ettiniz...

Gayet tabii. 100 kere dünyaya gelsem 100 kere aynı şeyi yaparım.

O zamanın koşullarında Kısmet dünya seyahati için çok güvenli bir tekne miydi?

Sağlam bir tekneydi.

22 Ağustos 1965 günü çocukluğunuzun geçtiği Caddebostan’dan Kısmet teknesiyle dünyayı dolaşmak üzere yola çıktınız. Uzun süre arayıp bulamadığınız sponsor Hürriyet gazetesi oldu; biz de sizin seyahatinizi gün be gün gazeteden büyük bir heyecanla izledik...

O zamanlar Marmara Adası’na bile gidilemezdi. Yurtdışında da çok azdı dünyayı dolaşan. Mesela Yugoslavya’dan bir karı-koca vardı; devlet başkanı Mareşal Tito destekliyordu. Bizden 6 ay önce de Almanya’dan bir tekne çıkmıştı. Haldun Simavi dostumdu, “Tekneyi kendin yaparsan seyahati destekleriz” dedi. Ayda 150 dolar verdi. Bir de Çekoslovak malı yukarıdan bakılan eski bir fotoğraf makinası.

Yetiyor muydu o para?

Ne yapacaksınız, mecburen yetecek. O zaman daha iyi bir fotoğraf makinası ve 300- 400 dolar verilmiş olsaydı daha iyi belgeler sağlayabilirdik. Çünkü artık gittiğimiz, gördüğümüz o yerler yok oldu. Bugün gitseniz aynı yerleri bulamazsınız.

Eşiniz Oda Hanım’ın denizciliği var mıydı?

Hayır. Kısmet’ten evvel 7.5 metrelik bir ufak teknem vardı, Oda ile onunla dolaşırdık.

Bir teknede iki yıl 9 ay 3 hafta sadece ikiniz vardınız. Hiçbir karıkoca bu kadar başbaşa kalmamıştır herhalde... Geçinebiliyor muydunuz?

Denizde gayet uyumluyduk, bütün gürültü patırdı limanlarda çıkardı.

İstanbul’la haberleşebiliyor muydunuz?

En iptidai şartlarda seyahat ediyorduk. Üç yılda İstanbul’la bir kere telefonla konuşabildik. Mektup atıyorduk, o da bir ayda ulaşıyordu.

Bu seyahatte en unutamadığınız neydi?

Her gün ayrı bir yaşamdı. Gittiğimiz yerlerde turizm başlamamıştı. Demir attığımız yerde valiyi, üst düzey kişileri ziyarete giderdik, onlar da bizi ziyarete tekneye gelirdi. Adam yerine konulurduk. Yaptığımız seyahat gittiğimiz her yerde saygı uyandırıyordu. Güzel tarafı buydu.



Yamyamlar, korsanlar, tayfunlar ve kanser...




Seyahatte çok da tehlike attınız. Neler sizi çok zorladı?

Yamyamları gördük. İki tane tayfun yaşadık. Korsanlar çıktı.

Korku filmi gibi; bunların karşısında ne yaptınız?

Korku para etmiyor.

Nasıl başettiniz?

Endonezya sularındaydık, korsanlar karşımıza çıktı. Baktılar teknede para edecek bir şey yok. Onlar altın kol saati, 500-600 dolar arıyorlar. Fotoğraf makinesi de eski beğenip almadılar. Biraz daha kalsalardı sadaka vereceklerdi. O dereceydik teknede.

Yamyamların karşısında ne yaptınız?

Onları görmeye özellikle gittik. Yamyamlıkları açlıktan insan yemek değil. Düşmanının etini yerse onların savaşçılığının kendilerine geçtiğine inanıyorlardı.

Kazan kaynıyor muydu?

Tabii. Ama ben rahattım, yanımda hanımı da götürdüğüm için! O dururken beni mi yiyecekler!

Sizi nasıl karşıladılar?

Çok iyi karşıladılar. Ehlileşmiş bir kabile ile karşılaştık önce. Onların reisi “Nereden geliyorsunuz?” dedi. “Türkiye” dedik. Adını duymamışlar. Bir harita vardı, orada gösterdik Türkiye’nin yerini. “Yahu siz İsa’nın doğduğu yerin oralardan geliyorsunuz.” Biz de, “Meryem Ana’nın evi bizde” dedik. Benim sakal da İsa’ya benziyor! Bizi yukarıya yamyamlara götürdü. Tamtamlar mamtamlar... Türkiye’den yola çıkarken Tekel biraz sigara vermişti yanımıza. Birkaç paket de pipo tütünü vardı. Yamyamlara onlardan götürdük, öyle makbule geçti ki. Fotoğraf çekmemize izin verdiler. Özel merasimlerini bile çektik.

Seyahat sırasında eşiniz Oda Boro’da kanser teşhis ediliyor ve ameliyat olmak için tek başına İstanbul’a geliyor. Siz yola devam ediyorsunuz. Neden tekneyi bağlayıp onunla gitmediniz?

Nereye gideceğim? Tekneyi nereye bırakacağım? Gidemezsiniz ki. Mevsimleri takip ediyorsunuz, böyle seyahatlerde istediğiniz zaman istediğiniz yere gidemiyorsunuz. Onun için Oda, İstanbul’a ameliyat olmaya gitti, ben yola devam ettim. Sonra Oda tekrar geldi ve Seylan’da tekneye bindi.

Onun için de zor olmuştur, çok az kişi tek başına gidip kanser ameliyatı olabilir...

Başka çare yoktu.

Sizin için de zor olmuştur yola devam etmek?

Çok zor oldu. Ama Miço vardı Allah’tan. İki gemici kalmıştık.

“Miço dünya seyahatini tamamlayan ilk kedi oldu”



Kediniz Miço seyahatin önemli bir parçasıydı. Onu anlatır mısınız?

Miço, Malta’da başka bir teknede doğmuştu. Biz onu Kanarya Adası’nda 2-3 aylıkken aldık. Daha hiç karaya ayak basmamıştı. 1.5 yaşında ilk defa toprağa ayak bastı. Hiç hayvan görmediği için bir köpeğe, bir horoza bulaşınca soluğu teknede aldı. Birçok denizci teknesine kedi almıştır ama bu kedilerin tamamı ya karaya çıkınca kaçar ya da denize düşüp boğulur. Hayatta kalamazlar yani... Miço dünya seyahatini tamamlayan ilk kedidir. Miço dünya seyahatini bitirdi, ondan sonra bir de Amerika seyahati yaptı.

Diğer kedilerden farkı neydi Miço’nun?

Mesela bir keresinde teknenin burun kısmına konan kuşları tutacağım diye denize uçtu ama zincire tırmanıp tekneye çıkmayı başardı! Maymun gibiydi Miço, direklerde dolaşırdı.

Fırtınada ne yapardı?

Dip köşe bir yerde uyurdu, ortalık sakinleşince çıkardı.

Amerika’dan dönemedi Miço değil mi?

Dönemedi. Kanser oldu. Çok acısı vardı. Uyutmak zorunda kaldık. (Gözleri doluyor) Evdeki kedi gibi değildi ki. 24 saat beraberdik, her türlü tehlikeyi, fırtınayı beraber atlattık.

Neden bir daha kedi almadınız?

Miço’nun ölümü bizi o kadar üzdü ki... 22 Haziran 1978’de öldü Miço. O tarihten sonra her 22 Haziran’da Kısmet’te bayrak yarıya inerdi. O gün denize de hepimiz birer dal zakkum atarız.

Dünya seyahatinden dönüşünüz muhteşem olmuştu. Öyle bir karşılama dünyada kimseye nasip olmamıştır... Ne hissettiniz?

Herhalde olmamıştır. Çok şaşırdık gayet tabii. İstanbul Caddebostan’dan kimsenin haberi olmadan ayrılmıştık. Amacımız yine aynı şekilde kimsenin haberi olmadan Caddebostan’a demirlemekti. Ama Hürriyet Gazetesi’nin yayınından sonra muhteşem bir karşılama oldu. Pek bir alaka uyandırmıştı. Bir köylü kadıncağızın mektubu vardır, “Ben 90 yaşında bir nineyim. Hayatımda deniz görmedim. Seyahatinizi gazeteden torunuma okutuyorum. Salimen gelin diye adak adadım” diye yazmıştı.

“Kızımız Deniz ağlayınca Miço da onunla ağlardı...”



Kızınız Deniz’i iki yıl okuldan alıp tekneyle okyanusu geçtiğinizi hatırlıyorum...

Deniz beş haftalıkken tekneye geldi. Miço’ya ‘abi’ derdi. Bizi tanıyıp etraftan tekneye gelenler Miço’ya ilgi gösterirdi. Deniz biraz büyüyünce Miço’yu kıskandı, “Onu tanıyorlar, beni tanımıyorlar” diye. Miço’nun kuyruğunu çekerdi. Oda Deniz’i cezaya koyardı kamarada. Deniz ağlardı, Miço da kamaranın kapısında onunla birlikte ağlardı. Deniz üçüncü sınıftayken iki buçuk sene okuldan aldık, bir sene Karayip’leri gezdik, bir sene de Amerika’nın doğu sahillerini. 2.5 sene tabiat ananın okulunda okudu Deniz. Bir gün yanıbaşında balinaları gördü, ertesi gün uzaya atılan mekiği seyretti.

Yerleşik hayata ne zaman geçtiniz?

Döndükten sonra ben çalışmak zorundaydım. İstanbul’da Polimer diye bir tekstil fabrikasına girdim. 6 sene dayanabildim, çok zordu. Sonra Bodrum’da bir ev aldık. Ben zaten Kısmet’le denizlerdeydim.

Kısmet’i geçen yıl Rahmi Koç Müzesi’ne verdiniz. Ayrılırken ne hissettiniz?

Çok zor bir şeydi. Benim için çok çok zor oldu. (Gözleri doluyor) Üzüntüsünü hala çok derin hissediyorum. Onunu için bu konuyu konuşmak istemem...

Şimdi hayatınız nasıl?

Bu teknemin adı Son Bahar. 2 sene oldu bunu alalı. 8 - 9 ay Gökova’da teknedeyim. Sabah uyanır uyanmaz denize atlarım. Gün içinde yürüyorum, dinleniyorum, tekneyle ki onu gezdiriyorum. Benim bir de kayak hastalığım vardır. Kışın da kayağa giderim. Hayat zor işte, ne yapalım, yazın Gökova’da, kışın kayakta!

Çok iyi kayıyorsunuz o zaman?

İyi kayıyorum dersem ayıp olacak şimdi. Geçen sene benim Uludağ’da 68’inci senemdi. Benim yaşımda hiç kimse kalmamış kayağa devam eden. Bu sene biraz ağrı kesici alıp kaymaya devam ettim.

Siz hayalini gerçekleştiren şanslı birisiniz. Bütün hayallerinizi gerçekleştirdiniz mi?

Allah’ın şanslı kuluymuşum. Zaten ‘babayla’ aramız çok iyidir. Bana her istediğimi verdi. Hiçbir şeyde gözüm kalmadı. İki şey hariç: Bir bu denizin, doğanın güzelliğine doyamadım, bir de güzel kadınlara...

Tekrar genç olsanız neyi değiştirmek isterdiniz?

Hiçbir şeyi. Yine aynı hayatımı sürdürmek isterdim. Her gün işe gidersin, holding sahibi olursun ama iki gazete ilanıyla gidersin... Türkiye’nin hatta dünyanın zenginiydi Vehbi Koç ama ölmeden önce; “Çok büyük başarı ve para kazandım ama hiç yaşamadım” demişti. Sonra Turgut Özal... Bir gün oturmuş sohbet ediyoruz, bana dedi ki “Sana nasıl imreniyorum bilemezsin!” Ben de ona “Değiştirin öyleyse hayatınızı, herkes benim gibi yaşayabilir” dedim. Kederlendi, durdu ve “Yapamam! Benim bakmam gereken o kadar çok insan varki çevremde, sırf kendini düşünmek olur bu!” diye cevap verdi. Ben hep eşe dosta, gençlere söylerim. Allah herkese beş duyu vermiş. Bir de altıncı duyu var ki o da doğadan zevk almak. Bu altıncıyı ben uydurdum. Ama orada Allah baba biraz hasis davranmış. Yukarıdan biraz serpmiş. Kimin üstüne geldiyse onlar yaşar, onlardan ötesi evden işe, işten eve karınca gibi yaşar. Ömür öyle geçer gider...

“Balık kalmadı denizlerimizde yarın çocuğumuz ne yiyecek?



Şimdi doğanın, denizlerin korunması için mücadele veriyorsunuz; sonuç alabiliyor musunuz?

Ne kadar söylesek ne yazıkki kirlenmeye devam ediyor. Bu kadar yer gördüm dünyada, samimiyetle söylüyorum ki Gökova gibisi yok. Maalesef bunun kıymetini anlayacak insanlardan esirgemiş burayı Allah... Üzülerek şunu söylüyorum, bizim kadar doğasını, çevresini tahrip eden, yarınını düşünmeden yaşayan bir topluma daha rastlamadım... Balık kalmadı, yarın çocuğumuz ne yiyecek? Görüyorsunuz her tarafı, ormanları betona çeviriyoruz, koylar pislikten geçilmiyor, bir dolaşsanız insanlığınızdan, bu toplumun bir ferdi olmaktan utanırsınız... Burası koruma altında bir tane Çevre Bakanı gelip görmedi; nasıl, nereyi koruyacak? 30 senedir uğraşıyorum, sonunda söyleyecek bir şeyim kalmadı!

( 19.06.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır. )

6

Haberin Devamı