Pazar Postası İlham veren bir hayat öyküsü
Paylaş
İlham veren bir hayat öyküsü

Meltem Yaşar gezmek için gittiği Uganda'ya aşık olunca her şeyi Türkiye'de bırakıp orada yaşamaya başladı

EYLEM KESKİN

eylem.keskin@posta.com.tr

Hemen herkesin hayatını değiştirme planı vardır, sadece bir bavulla başımızı alıp gitmenin planını yaparız. Ama bunu başarabilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Meltem Yaşar da bunlardan biri. O ülkesini, ailesini, kariyerini, sevdiklerini bırakp bütün hayatını değiştirdi ve Uganda’ya yerleşti! Artık yepyeni bir hayatı var.

Finans söktüründe çalışıyor, başkent Kampala’daki bir yetimhanede 24 çocukla ilgileniyor, fotoğraf çekiyor, anılarıyla, Uganda’yla ilgili kitaplar yazıyor. Meltem Hanım adeta oranın yerlisi olmuş.

Artık yaşadığı şehrin gorillerine de, fillerine de, aslanlarına da alışmış. Yerlilerden tek farkı beyaz teni ve çekirge kızartması yiyememesi. 29 Eylül’de Beyoğlu’ndaki Aznavur Pasajı’nda Uganda’da çektiği fotoğrafları sergilenecek olan Meltem Hanım’ın yeni hedefiyse en az Uganda’ya yerleşmek kadar çılgın: Meltem Yaşar çok yakında içi gücü bırakıp Nil nehrinin doğduğu Jinja isimli kasabaya yerleşecek. Anılarını bir kitapta bir araya getirecek, kendiyle baş başa kalacak! Ve emin olun bu hedef lafta kalmayacak!

Uganda’da yaşamaya nasıl, neden karar verdiniz?

15 yıl önce ‘Sisteki Goriller’ isimli bir film izledim. ODTÜ’de öğrenciyim o zaman. Film, Ruanda’nın balta girmemiş volkanik dağlarının eteğinde, sislerin arasında yaşayan ve soyları tükenmek üzere olan dağ gorillerini anlatıyordu. Hayatının 20 yılını onları korumaya, izlemeye, davranış biçimlerini incelemeye adamış ve bunu hayatıyla ödemiş bir kadın, Dian Fossey anlatılıyordu. İnsan zulmünün karşısında masum doğanın çaresizliğinin boyutlarına isyan ettiren, canıyla da ödese kararlı ve gerçekten seven bir kadının neler yapabileceğini gösteren bir filmdi ve bugün benim Uganda’da yaşamama neden oldu.

Bir film izlediniz hayatınız değişti yani?

Yıllar sonra Turkcell’de çalışırken bir bayram tatilini değerlendirmek üzere internette geziniyordum. Uganda’ya ve Ruanda’ya goril trekkingi yapmak üzere gitmeye karar verdim. 2005’te Uganda’da 3 hafta hayatımın en güzel tatilini yaptım. Ama aklım oralarda kaldı. Uganda’dayken beraber safari yaptığım Emmanuel ve Safari firmasının sahibi İtalyan turizmci beni Uganda’ya dönmeye ve orada beraber iş kurmaya ikna etti. Şartların çok riskli olduğunu biliyordum. Ama baktım ki iki valiz toplayıp bu fırsatı değerlendirmezsem, ömür boyu aklımda kalacak.

Bu kararı vermek kolay olmamıştır eminim. Ne tür zorluklarla karşılaştınız?

Önce bana bile şaka gibi geliyordu ama safari firması sahiplerinin ne kadar ciddi olduğunu anlayınca benim de gecem gündüzüm birbirine karıştı. Çocukluktan beri hayalini kurduğum bir hayatın aslında gerçekleşebileceğini aklımın ucundan geçirmek bile aylarımı aldı. Taşı toprağı altın değil ki Uganda’nın. Cahillik deyin, delilik deyin bana gelen o cesaretin adına... O gecenin sabahında kararımı verdim. Tek bildiğim, o anki hayatımın beni mutlu etmediği, yepyeni bir yaşama başlama isteği ve tüm bunları Afrika’da yapma hayaliydi.

Aileniz, yakınlarınız nasıl tepki verdi?

Ailem, arkadaşlarım şaşırdı tabii. Ama beklediğim kadar değil açıkçası. Bendeki Afrika aşkını, safari merakını, aklıma koyduğumu yapma ısrarını bildiklerinden olsa gerek. Şu an düşünüyorum da en çok iş arkadaşlarım şaşırdı. Doğum günümde Turkcell‘de istifa etme kararımı açıklayıp neden olarak da “Kendime en güzel doğum günü hediyesi bu” dediğimden olsa gerek bir süre ciddiye almadılar.

Uganda’ya yerleştiğinizde kaç yaşındaydınız?

35 yaşındaydım. Yolun yarısıydı yani.

Orada tanıdıklarınız var mıydı?

Tanıdığım sadece safari firması sahibi Ugandalı aile ve İtalyan bir firma sahibiydi. Ama çok kısa sürede burada çok tatlı, çok sıcak, Ugandalı, Türk ve diğer milletlerden pek çok arkadaşım oldu.

Dünyanın dört bir yanından çılgın arkadaşlarım var

Arkadaşlarınız nasıl insanlar?

Arkadaşlarım çok çok keyifli, kalender, çılgın, çeşit çeşit ülkelerde yıllarını geçirmiş değişik milletlerden insanlar: Amerikalı, İngiliz, Hollanda, İsveç, Norveç, Almanya, Kenya, Filipin’den kısacası dünyanın dört bir yanından gelip burada çalışan, akıllı, zeki, pırlanta gibi insanlar. Dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirmeye çalışıyor hepsi. Çadırda da kalırlar, en lüks otelde de. Çamurun içinde yalınayak yürürler, çelik topuklu ayakkabıyla kokteyllere de giderler. Leş gibi kokan pazarlardan tozun toprağın içinden de alışveriş yaparlar, New York’un en pahalı mağazalarından da. Böyle yaşamış, yaşamakta olan insanlar.

Türkiye’de iyi bir kariyeriniz varmış. Uganda’ya yerleşmeden önceki hayat hikayeniz nedir?

Türkiye’de neler yaptınız, nasıl yaşadınız? Adanalı’yım. 6 çocuklu bir ailenin altıncı çocuğuyum. Babam emekli sağlık memuru, annem ev hanımı. 11 yaşından itibaren annebabadan ayrı, bazen yakın, çoğunlukla uzak yerlerde okullara gitmek zorunda kaldım. ODTÜ Kamu Yönetimi mazunuyum. 6 yıl Pamukbank’ta, 4 yıl Advantage Card HSBC’de, 3 yıl da Turkcell’de çalıştım. ‘Ticari Bankalarda Likidite Yonetimi’ ve ‘Ticari Bankalarda Fon Maliyeti Hesaplaması’ adında çok sıkıcı iki kitap yazdım. Her gün sabah 08.00 akşam 20.00 arası başımı kaşımaya bile vakit bırakmayan bir işte çalışıyordum.

İstanbul’daki yıllarımın acısını çıkarıyorum

Uganda’daki yeni hayatınıza nasıl alıştınız?

Burada gündüz çalışıyorum, akşam 5’te çıkıp eve gidip köpeklerimle oynuyorum, bahçemle oyalanıyorum. Sonra spora gidiyorum. Sonra arkadaşlarımla buluşuyoruz, saatlerce konuşuyoruz. Kolumdaki saate bakmadan yapıyorum tüm bunları. İstanbul yıllarımın acısını telafi etmeye çalışıyormuşum gibi geliyor. Mesela annem ameliyat olurken, en yakın arkadaşım doğum yaparken ya da en basitinden Guns’n Roses konser verirken çalışmak zorunda olduğum yılların acısını...

Uganda’ya sizi çeken şey ne oldu? En çok neleri seviyorsunuz? Uganda’yı bize nasıl anlatırsınız?

İnsanların yaşama sevgisi. Tanrı Afrikalılar’ı yaratırken tenlerini sadece güneşe karşı değil, acılara karşı da dayanıklı yaratmış galiba. Çok sıcakkanlılar, iklim çok güzel. Tüm yıl gündüz 28-30, akşam 16-20 derece. Sadece yağmur mevsimi var. Onda da harika bir hava var, öğleden sonra bir saat yağmur yağıyor, sokakları sel götürüyor. Ondan sonra yine güneş açıyor. Her gün güneşi göreceğini bilmek o kadar güzel bir duygu ki. 7 yıl oldu soğuk görmedim henüz. Ekvator kuşağında olduğumuz için her taraf yemyeşil. Gözünüz yeşilin tonlarına doyuyor. Churchill, ‘Afrika’nın incisi’ adını boşuna vermemiş Uganda’ya.

Eminim pek çok anınız vardır Uganda’ya ait...

Mesela bir arkadaşım bahçesine Türkiye’den getirdiği maydanoz, dereotu gibi otların tohumlarını ekti. Ertesi gün tohumları maymunlar yedi. Başka bir arkadaşımın evinde kalırken doğal park görevlisi geldi ve “Etrafta bir şempanze görürseniz haber verin, doğal park sınırlarından çıkmış” dedi. Doğal parkta arkadaşlarla yoga yaparken zebralar kafalarını uzatıp bizi izliyor. Yerel içki yapıldığı zaman bir fil gelip onu içebiliyor ve sarhoş oluyor, sonra voleybol sahasındaki arkadaşlarımı kovalıyor! Kaldığım hostelin kapısını açıp dışarı baktığımda birden bire bir su aygırı ile burun buruna gelebiliyorum. Tarla steplerinden atlaya atlaya kamp yerine dönerken çalıların içinden anne bir goril çıkıp bana sırtındaki yavrusunu gösterebiliyor. Tabağımın kenarında kuşlar da kahvaltı yapıyor.

Hiç korkmuyor musunuz peki gorillerden, fillerden, aslanardan?

Vahşi hayvanlar daha çok doğal parklarda var. Ben başkent Kampala’da yaşıyorum ama her fırsatta safariye çıkıyorum. Doğal parklarda tedbirli olursanız durduk yerde hiçbir hayvan gelip size saldırmaz. Fillerin ne zaman blöf yapıp ne zaman gerçekten saldıracağını, su aygırları ile şaka olmadığını, maymunların olduğu yerde elinizde, arabanızda yemek bulundurmamak gerektiğini, etrafta aslan dolaşırken çadırın içinde merak uyandıracak sesler çıkarmamayı, erkek gorilin gözünün içine içine bakmamayı öğrenirseniz, her şey daha güvenli tabii. Mayısta gittiğim safaride çok sıcak olduğu için cibinlik gibi bir çadırın içinde gece bir arkadaşımla uyuyordum, 3 ayrı grup aslanın 3 ayrı taraftan yaklaşan kükremelerini duyunca ürktum tabii. Yanımızda güvenlik görevlisi de yoktu üstelik. Ama yine de beni korkutan tek vahşi hayvan yılan. Bir keresinde Nil nehri üzerinde bir bungalovun içinde iki yılanla tek başıma 15 dakika geçirmek zorunda kaldım. Cibinliğin içine girip sabırla gitmelerini bekledim. Bir de yürüyüş yaparken az kalsın bir bostan kobrasının üzerine basıyordum. Ama korkunun ecele faydası yok.

Peki hastalık?

Hastalıklar tabii ki çok daha korkutucu. Hele de hastanelerin, kliniklerin sefil halini düşününce, durum daha da vahim. Sarı humma aşım var ama diğer hastalıklar için aşı yok. Mesela bilharzia suluk ateşi - burdaki göllerde ve nehrin durgun sularında yaşayan bir sülüğün vücuda tırnak diplerinden girip aşırı hızlı üreyerek vücudun direncini çökertmesiyle başlayan bir hastalık. Göle, nehre giriyorum ama çıkınca iyi kurulanmaya çalışıyorum. Yediğime içtiğime fazla dikkat etmiyordum önceleri; şimdi çok dikkat ediyorum. Sokaktan yemek yiyorum ama abartmıyorum.

Çekirgeyi çok seviyorlar ama hiç yemedim

İlginç neler yiyorsunuz? Hiç zehirlendiniz mi?

Önceden yerel yemekleri çok yiyordum. Kilo alınca bıraktım. Mesela muzdan püre yapılıp yemeklerin yanına papates püresi gibi servis yapıyorlar, buna ‘matoke’ deniyor. Patates, kasava gibi bitki kökleri yine yemek yanında servis ediliyor. Öğütülmüş fıstık sosuyla yapılan bir yemek var, onu çok beğeniyorum. Her şey fiziksel güce dayalı olduğu için yemekleri karbonhidrat ağırlıklı. Çekirge kızartmasını çok seviyorlar. Yeşil çekirgeleri yakalayıp bacaklarını koparıp baharatla kızartıyorlar. Tadının mısır cipsi gibi olduğunu ve benim çok seveceğimi söylüyorlar ama yemyeşil çekirge simsiyah gözleri ile bana bakarken ağzıma atmadım henüz. Yağışlı mevsim sonrası ortaya çıkan kanatlı, büyük karıncaları da aynı şekilde yiyorlar. Çok kere zehirlendim. Vücudum pis ve farklı yemek yemekten iflas edip midemde, bağırsağımda ne varsa dışarı atmaya çalışınca çok zor zamanlar geçirdiğim oldu. Gastro enteritis denilen bu hastalık önceleri üç ayda bir başıma geliyordu. Sonra altı ayda bire düştü. Ama bakterilere ve hijyenik olmayan şartlara alıştım, artık hasta olmuyorum.

Türkiye’de en çok neleri özlüyorsunuz?

11 yaşından beri ayrı olduğum için ailemi görmemeye alışığım. Ama görünce ne kadar özlediğimi anlıyorum. Asmalımescit’te kızlarla oturup 4-5 saat süren rakılı-mezeli yemekleri, Nevizade’de gelip geçene bakmayı, elektriği, çukursuz yollarda hızlı araba kullanmayı, ışıl ışıl caddelerde yürüyüş yapmayı, kokoreci, sucuğu ve hele hele simit-beyaz peynirçay üçlemesini, Mısır Çarşısı’ndaki bütün lokumların tadına bakmayı, Ayşe Kadın’ı, vişne, şeftali, erik ve üzümü, ıtırlı çay demlemeyi, acıbadem likörü ile Türk kahvesi içmeyi, Ortaköy Pazarı’nı, Nişantaşı’nda kapı önlerinde evcilik oynayan çocukları, yanlarında onları seyreden sokak kedilerini, balık-ekmek yemeyi özlüyorum.

Evlenmek çok romantik ama sonrası değil

Uganda’da hiç aşık oldunuz mu? Aşık olursanız evlenir misiniz?

Olmaz olur muyum? Oldum tabii ki. Evlenirim de. Evlenmek bence çok romantik. Evlendikten sonrası o kadar romantik gelmiyor ama. Eşlerin kendi karakterlerini kaybedip tek bir kişiymiş gibi davranmaları sonun başlangıcı oluyor herhalde. Beraber spora gitmek, ortak zevkleri ve hobileri suni de olsa artırmaya çalışmak, her tatile beraber gitmek bana çok sınırlayıcı geliyor. Belki ben Paris’e değil de Barbados’a gitmek istiyorum. Ya da tenis değil de squash oynamayı tercih ederim.

Fotoğraf da çekiyorsunuz. En çok nelerin fotoğrafını çekiyorsunuz?

Afrikalı yerlilerin ve özellikle Afrikalı çocukların fotoğrafını çekmeyi seviyorum. Zambiya’da önümde tüm haşmetiyle çağlayan Viktorya Şelaleleri’nin fotoğrafını çekeceğime köpeğiyle boğuşan bir küçük çocuğun fotoğrafını çekmeye çalışmam aslında gözümdeki perdeyi kaldırdı. Ben insan peşinde koşuyorum.

Arada bir de olsa Türkiye’ye geliyor musunuz?

Yılda bir kez eylülde Türkiye’ye geliyorum. Öncesi çok sıcak, sonrası ise çok soğuk geldiğinden ve mevsim burdaki alıştığım mevsime en yakın zaman eylül olduğu için o zamanı tercih ediyorum.

Türkiye’ye geldiğinizde neler hissediyorsunuz?

Çok kalabalık ve telaşlı geliyor. İnsanlar kendilerini çok ciddiye alıyor gibi geliyor. Pek çok dert, tasa çok basit geliyor. Zebraların hikayesini biliyor musunuz? Çok güçlü kuvvetli, atla katır arası hayvanlar. Buralarda evcilleştirmek istemişler, at arabasına koşmuşlar. Hayvancağızlar ilk kırbaçta kalp krizinden ölmüşler... Strese dayanamamışlar. İstanbul’da kendimi at arabasına koşulmuş zebra gibi hissediyorum.

Uganda’da sefalet içindeki neşeyi fotoğrafladım

Gelecekle ilgili planlarınız neler?

Yıllardır Afrika-Uganda anılarımı anlattığım bir blogum var: http://pigmelerledans.blogspot.com. Buradaki anıları daha da özel anılarla birleştirip kitap yazmak istiyorum. Bu, Afrika’daki zihinsel, duygusal safari anıları olacak. Aklım, kalbim neredeydi ilk Afrika’ya geldiğimde, şimdi nerede? Bir tane de gezi anıları çıkarmak istiyorum. Etiyopya, Botswana, Namibya, Kenya, Tanzanya, Uganda, Ruanda, Zambiya gezilerimden komik anıların eksik olmadığı bir gezi günlüğü. Fotoğraf sergimde 6 yıldır yaşadığım yerlerdeki insanların sefalet içinde bile ne kadar neşeli ve keyifli insanlar olduğunu göstermek istedim. Gezdiğim yerlerde beni en çok etkileyen insanların portrelerini bir araya getirmek için ‘Karanlık Kıtadan Aydınlık Yüzler’ ismini vermeyi düşündüğüm bir fotoğraf kitabı üzerine çalışıyorum. Anne-çocuk ilişkisi üzerine de bir fotoğraf kitabı hazırlamak istiyorum.

Hepsine nasıl yetişeceksiniz?

Nil nehrinin doğduğu Jinja isimli bir kasaba var, işimden istifa edip oraya yerleşmeyi planlıyorum. Simyacı’da Paulo Coelho ‘Hayatı çekilebilir kılan bir hayalin gerçekleştirilebilme olasılığıdır’ demişti. Yapmak istediğim hiçbir şeyden geri dönmedim. Kararlıyım, bu kadar sevgiyle, istekle kalkıştığım girişimlerden iyi neticeler alacağıma çok eminim!

(25.09.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır.)

3

Haberin Devamı