Pazar Postası 'Paris'te yazarlık hayalim darbe ile gerçekleşti...'
Paylaş
'Paris'te yazarlık hayalim darbe ile gerçekleşti...'

'Paris'te yazarlık hayalim darbe ile gerçekleşti...'

Nedim Gürsel kendisini kısaca ‘Fransa’da yaşayan Türk yazar’ olarak tanımlıyor. Biz ise onu kitapları 20 ülkede yayımlanmış, Fransa Hükümeti Edebiyat Şövalyesi Nişanı’na sahip, ulusal ve uluslararası onlarca ödüllü, ünü Avrupa’ya yayılmış yazarımız olarak tanıyoruz. Nedim Gürsel’in yaşamı gerçekten de iki ülkeyi kucaklayan bir yaşam. Paris ve İstanbul arasında geçen bir hayat... Aşık olduğu bu iki şehirden birinde, İstanbul Anadoluhisarı’nda, aile anılarıyla bezeli evinde buluştuk. Yeni romanı ‘Şeytan, Melek ve Komünist’i, bilinmeyen yönleriyle Nazım Hikmet’in yaşamı gibi mi, yoksa 20. yüzyılla bir hesaplaşma olarak mı okumamız gerektiğini tartışırken, kendimizi yaşanmış tutkulu aşklar ve efsane Paris kafelerinden bahsederken buluverdik.

Seral Cumalı

scumali@posta.com.tr

Ben de sizin gibi Balıkesir’de 6 Eylül İlkokulu’nda okudum. Sizinki nasıl bir çocukluktu?

Antep doğumluyum, annem ve babam öğretmendi, ilk tayinleri oraya çıkmış. Ama çocukluğum Balıkesir’de geçti. Balıkesir Lisesi’nde annem matematik, babam Fransızca öğretmeniydi. Çalışkan bir öğrenciydim. Babamın ölümüne kadar da çok mutlu bir çocukluğum oldu.

Kaç yaşında babanızı kaybettiniz?

11 yaşındayken babam Orhan Gürsel bir trafik kazasında öldü. Öldüğünde 38 yaşındaydı. Fransız edebiyatından çeviriler yapmaya başlamıştı. Onu hep, ilk maaşıyla aldığı Remington daktilo makinasıyla yazı yazarken hatırlıyorum. Babamdan öyle bir imge kaldı. Bir de kitapları.

Babanızın kaybından sonra yaşamınızda neler değişti?

Babam öldükten sonra annem bir burs alıp Fransa’ya gitti ve Fransızca öğrendi. Ailede bir Frankofon geleneği var. Annemin babası da, Fahrettin Paşa’nın Medine Savunması sırasında İngilizlere esir düşünce, kampta onlara inat Fransızca öğrenmiş. Annem Fransa’dan dönünce Galatasaray Lisesi’nde matematik öğretmeni oldu; Fransızca matematik okuttu. Ben de Galatasaray’da yatılı okudum. Yatılı okulun getirdiği yalnızlık duygusu insanın hayal gücünü çalıştırıyor. Geceleyin ışıklar söndürüldükten sonra yatakhane arkadaşım Ferhan Şensoy yorgun olup da espriler yapmazsa, cebimden cep lambamı çıkarıp kitap okurdum. Galatasaray’daki yıllarım Paris’e gidip yazar olma hayaliyle geçti. Bir de Notre Dame De Sion’daki kızları hayal ederdim! O zaman Galatasaray Lisesi erkek okuluydu. O ortamda yatılı okumanın, Fransa düşlerinin, kızları hayal etmenin ürünü hikayelerimi yazmaya başladım.

18 yaşında hikayeleriniz dergilerde yayınlanmaya başlamış...

Çok genç yaşta yazmaya başladım. Hatta 6 Eylül İlkokulu’ndayken kafiyeli kahramanlık şiirleri yazardım. Tabii biraz babaya öykünmeydi. Babam yazardı; ama o işi yapmaya ömrü vefa etmedi. Sanki ben onun yarım kalmış uğraşını sürdürdüm. Zamanın çok önemli dergilerinde düzenli olarak hikayelerim ve kitap tanıtım yazılarım yayınlanmaya başladı.

Hayatınızda Fransa’nın çok özel bir yeri var. Ama yazar olma hayali kurduğunuz Paris’e ilk gidişiniz gönüllü değil, zorunlu olmuş...

Aynen öyle oldu. Lisede Paris hayalleri kuruyordum. Ama liseden mezun olduktan sonra Fransız Hükümeti’nin bana verdiği bursu reddettim. Çünkü Türkiye’de işçi sınıfı hareketi yükselişe geçmişti ve bir devrimci olarak Türkiye’de kalmak istiyordum. 12 Mart Muhtırası ile baskı dönemi başladı. 20 yaşında, Fransız Filolojisi öğrencisiydim. Bir yazımdan dolayı askeri savcı hakkımda 7.5 yıl hapis istedi. Reddettiğim o bursu 1 yıl sonra bu sefer ben istedim. Rahmetli annem Fransız Kültür Ateşesi’ne gitti, “Benim oğlum Fransız edebiyatını yakından izler, çevirileri var, ona bu şansı tanıyın” dedi ve Paris serüvenim öyle başladı.

Nasıldı Paris’teki sürgün hayatı?

İki yıl Türkiye’ye gelemedim. İstanbul’daki dost çevremden, annemden, aile hayatımdan uzaktım. Paris’te Sorbonne Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı okuyordum. Ecevit iktidara gelince genel af çıktı, dava düştü; ben de doktoramı bitirince Türkiye’ye döndüm. Tam İstanbul Üniversitesi’ne asistan olarak girecektim ki 12 Eylül oldu. 1976’da zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün elinden aldığım Türk Dil Kurumu Ödülü’nü kazandığım Uzun Sürmüş Bir Yaz ile İlk Kadın adlı kitaplarım toplatıldı. Tekrar Paris’e gittim, yine kısa bir sürgün hayatı oldu, Türkiye’ye gelemedim. Sonra o davalardan beraat ettim ama artık Paris’te kaldım. Halen Sorbonne Üniversitesi’yle iç içe olan Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi’nde araştırma direktörüyüm, üniversitede dersler veriyorum.

Çok kitap yazan bir yazar olmanızda yalnızlığın payı var mı?

O yıllarda yalnızlık çektiğim doğru ama şimdi olduğu kadar üretken bir yazar değildim. Çünkü 20 yaşlarındayken Paris’te kendimi bir kadın cennetinde bulmuştum. Vaktimin büyük bir kısmı dünyanın her yerinden Paris’e, Sorbonne’a okumaya gelen kız öğrencilerle, sohbetle, siyasi tartışmalarla geçerdi. Daha sonra yaş ilerledikçe üretken bir yazar olduğumu itiraf edeyim.

Aşkı daha çok Paris’te yaşadınız herhalde?

İlk gittiğimde öyle oldu. Çünkü benim kuşağım (1951 doğumluyum), Türkiye’de duygusal ilişki ve cinselliği bazı tabularla yaşadı. 20 yaşında kendimi bütün bu tabuların olmadığı bir ortamda buldum. Ama hep geçici ilişkilerdi. Bir kere gençtik. O zamanlar, 70’li yılların Paris’inde aşk özgürce, serbest yaşanan bir şeydi. Uzun süreli ilişkiler yoktu. Dünya şimdi olduğu gibi muhafazakarlaşmamıştı; Fransa da buna dahil... Sonra Türkiye’ye gelip gittikçe hayatıma Türk sevgililer de girdi. Yoğun duygusal bir hayatım oldu. Geç bir yaşta, 42 yaşında evlendim.

Eşinizle nasıl tanıştınız?

Eşim, Paris doğumlu bir Türk. Üniversitede öğrencimdi. 44 yaşında baba oldum, annemin adını taşıyan bir kızım var; Leyla. Şimdi 15 yaşında, lise öğrencisi.

Son kitabınız ‘Şeytan, Melek ve Komünist’te, roman kahramanı biyografi yazarı, şarkıcı İpek’le çok tutkulu bir aşk yaşıyor. Öyle tutkulu aşklar yaşadınız mı?

Tutkulu aşklar yaşamasaydım kitaplarımın bir çoğunu yazamazdım. ‘Boğazkesen’, ‘Öğleden Sonra Aşk’ adlı kitaplarımda da öyle tutkulu aşk vardır. ‘Şeytan, Melek ve Komünist’teki kadın kahramanla biyografi yazarı arasında da tutkulu bir ilişki var.

‘Şeytan, Melek ve Komünist’, hem Nazım Hikmet’le, hem eski komünistlerle, hem o zamanki Türkiye Komünist Partisi’yle bir hesaplaşmanın romanı mı?

20. yüzyılla hesaplaşan bu roman Berlin’den, komünizmden ve bütün bu olaylardan bahsetmek durumundaydı. Berlin Duvarı 1961’de çekildiği zaman sosyalist ve kapitalist kampı simgesel anlamda ayırdı. Duvar yıkılınca da Sovyetler Birliği dağılma sürecine girdi ve sosyalist kamp çöktü. Roman bir anlamda bu çöküş sürecini anlatıyor. Nazım Hikmet, sık sık gittiği Doğu Berlin’deki Leipzig kentinde yazdığı şiirlerde oradaki kızların güzelliğinden söz eder. Özgürlüğe hasret yaşamış, hayatının 12 yılı hapishanelerde geçmiş olmasına rağmen tuhaf şekilde Berlin Duvarı’ndan hiç söz etmez. Oysa o duvar, kendi yurttaşlarını hapseden rejimin duvarıydı. Nazım sanki duvar yokmuş gibi davrandı. Romanda Nazım Hikmet’e yönelttiğim en temel eleştiri bu.

Romanda Nazım’la ilgili hiç bilmediğimiz bilgiler de var; onlara nasıl ulaştınız?

Roman kahramanlarımdan Ali Albayrak, Nazım’ın çok yakını olmuş, birlikte hapis yatmış, eşcinsel, biraz Nazım’a aşık. Ondan yüz bulamadığı için Alman istihbarat örgütüne Nazım’ı ihbar eden raporlar yazan karmaşık bir roman kahramanı. O sıralarda seyahatlerinde Nazım’a eşlik eden biri var gerçekten. Hatta Nazım Hikmet ona “Pasaportum”, “Gölgem” diyor. Bu ‘Laz İsmail’; yani o zaman TKP’nin genel sekreteri olan İsmail Bilen. Pekala Nazım’ı rapor da edebilir diye düşünerek roman kahramanım Ali Albayrak’a Nazım’ı ihbar ettiği raporlar yazdırdım. Ben bunları yazarken, eski Sovyet arşivlerinde böyle raporlar bulundu. Bulgaristan seyahatinde Nazım’a eşlik eden, partiden bir Türk, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne 4,5 sayfalık bir rapor yazmış. İmza yok. Bu raporun fotokopisi TÜSTAV’ın (Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı) arşivinde. Bu bilinmeyen bir rapordu, romana koydum.

Romanda siyasi geçmişinizle de bir hesaplaşma var?

Ben hala sol görüşlü bir aydınım. Komünizm güzel bir ütopyaydı. Uygulamada bir kabusa dönüştü. Ama bu, ileride eğer sömürü ve eşitsizlik ortadan kalkmazsa komünizm tekrar gündeme gelmeyecek demek değil...

Romanın sonunda Ali Albayrak’ı öldürerek hesabı kapatıyorsunuz...

Evet onun ölmesi bir simge, komünizmin ölümü aslında.

Ali Albayrak’ı kanlı ayak izlerinin üzerinde öldürmüşsünüz. Bu simgeyi kullanarak eski komünistlerin kanlı ayak izlerinin peşinden gittiklerini mi söylemek istediniz?

Doğru bir gözlem. Romanda geçen Berlin Tarihi Sergisi’ni gördüğümde dikkatimi içeri doğru giden kırmızı ayak izleri çekmişti. Ben onları kanlı ayak izleri olarak gördüm ve bana çok simgesel geldi. Ali Albayrak da Berlin tarihini anlatan bir serginin önünde öldürüldü. Ali Albayrak aslında bir çöküşün, bir çözülme sürecinin simgesi, 20. yüzyılın tarihi...

Romanınız çok tepki aldı mı?

Henüz almadı. Sadece Evrensel Gazetesi’nde Sennur Sezer bir yazı yazdı, beni biraz anti-komünist olmakla, Nazım’a haksızlık etmekle suçluyor.

Sahiden anti komünist misiniz ve Nazım’a haksızlık yaptığınızı düşünüyor musunuz?

Ben ‘anti komünist’ değilim, ‘anti Stalinist’im. Her türlü baskı rejimine karşıyım. Ve Nazım nerede baskı rejimiyle bir uzlaşmaya girmişse onu da bu romanda eleştirmekten kaçınmadım.

İstanbul ve Paris; iki şehriniz... Hangi şehir daha çok ilham verdi size?

İstanbul eşsiz bir yer, beni etkileyen daha çok Boğaz’dır. Benim İstanbul’um biraz da izlenimsel, siluetleri olan bir kent. Ama aynı zamanda da ergenliğimi yaşadığım bir kent. Zor bir ergenlikti, babam yok, yatılı okuldayım, duyarlıyım biraz, edebiyatla ilgileniyorum. O bakımdan ergenlik dönemimin çalkantılarını; yaralarını çağrıştıran bir kent. Buna karşılık Paris, çok şey öğrendiğim, gençlik yıllarımı büyük ölçüde orada yaşadığım, İstanbul’dan çok daha değişik, kozmopolit bir kent. Bana çok katkısı olan bir kent.

Eskiden Paris kafeleri edebiyatçıların bir araya geldiği, fikir tartışmalarının olduğu, birçok eserin ortaya çıktığı yerlerdi. Şimdi öyle kafeler var mı?

Paris’in o kahveleri, özellikle Montparnasse ve Saint Germain’dekiler bir zaman ünlü edebiyatçıların, sanatçıların mekanı olmuş. Les Deux Magots deyince aklımıza Sartre ve Simone De Beauvoir geliyor. Çünkü Sartre kitaplarının bazılarını orada yazıyor. Bugün artık böyle bir efsaneden söz edemeyiz. Ama benim sevdiğim, gittiğim mekanlar var. Le Monde gazetesi saat 3 gibi çıkar. Hava güneşliyse, bayiden gazeteyi alıp, Luxembourg Parkı’nın tam karşısında, Saint Michel’deki Cafe Rostand’ın terasında puromu yakıp kahvemin eşliğinde okumak benim için bir keyiftir. Çok Parisienne (Parisli) bir şeydir, başka şehirlerde yoktur bu. Ama İstanbul’un da meyhanaleri bambaşka.

Bu yazı 6 Mart 2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır

3

Haberin Devamı