Pazar Postası Sürekli yumurtlama dönemindeyim!
Paylaş
Sürekli yumurtlama dönemindeyim!

Önce 'Göç' albümündeki romantik şarkılarıyla gönüllerimize düştü. Ardından tarzını giderek sertleştirdi. 'Sokak Kızı' ve 'Demir Leblebi' hayran sayısını arttırırken onu da zirveye taşıdı...

Röportaj: Figen Onur ERTAN
figen@figen.net

Şarkıları agresif, sözleri sert, cesur ve alaycıydı artık. Şarkılarıyla hayatı anlatıyor, kimsenin söylemeye cesaret edemediği sözleri açıkça söylüyordu. Oysa o kadar sakin, duru, yaratıcı biri ki, sanatla yatıp sanatla kalkıyor. Yazıyor, çiziyor, çalıyor, söylüyor. Şarkılarındakinin tam aksi karakterde biri yani. Sanki iki kişilikli. Sanatçı kişiliği ile gerçek kişiliği uç kutuplarda yaşıyor.

Bir kere göz önünde olmayı hiç sevmiyor. Lakabı ‘Sokak Kızı’ ama o İstanbul gecelerine akmak yerine evde oturup televizyon seyretmeyi, kitap okumayı veya dostlarıyla sohbet etmeyi tercih ediyor. Gündüzleri stüdyoda değilse ya resim yapıyor, ya da elinde gitar, önünde kağıt kalem şarkı yaratıyor. Hayat ve tanıdıkları ona ilham veriyor. Tabu konulara girmekten çekinmiyor.

Bazen okuduğu bir kitap, bazen arabasına tesadüfen aldığı bir kadın. Üç yıl sonra çıkan albümü ‘Hayvan’ önceki şarkıları kadar agresif değil. Ama sözler yine de alaycı. Aslında o ‘Normal’ demiş ama telefonda şarkı sözlerini okuyunca annesi “Kızım iki ayaklılardan bahsediyorsun. Albümün adı Hayvan” olsun demiş. Nazan Öncel’le biraz geçmişten biraz bugünden konuştuk...

Albüm ne kadar sürede hazırlandı?

Bütün şarkılarını kendi yazıp söyleyen biri olduğumdan her albümün kendi içinde zaman yolculuğu oluyor. Bunu aştıktan sonraki aşamaların hızı ve bittisi şarkıların yapısına bağlı olarak bazen iki sene, bazen daha da uzun, bazen de bir yıl kadar bir zaman dilimine yayılıyor. Her bir şarkıya ortalama üç ay şefkat göstermek gerekiyor.

Bu süreç nasıl geçti?

Hem sözleri yazma, bestesi, hem stüdyo çalışmaları... Sürekli yumurtlama döneminde olduğumdan elimden ne gitar, ne de kalem düşer. Yıllardır hikayeler yazıp, bir kenara atıyorum. Günlük tutar, acı-tatlı ne varsa yazarım. Hayal dünyası zengin biri olunca o sürecin süregelen bir hali oluyor. Laf lafı açar gibi her şarkı başka bir kapı açabiliyor çalışma sırasında. Şarkı şarkıyı doğurmuş oluyor. Sürpriz şarkılar diyorum ben onlara. Zaten her an yazma temayülü içindeyim ve bu yüzden hem yorucu hem de eğlenceli olabiliyor. Repertuar aşamasına gelinceye kadarki sürece hayatın iyi kötü sunduklarıyla birlikte kalp yordamıyla yazıyorum. Hiçbir şarkımda stüdyo aşaması diye bir şey yoktur bende. Şarkı yazılıp bittiği an kendini stüdyoda bulur. Zaten tat almadığım bir şarkıyı stüdyoya da sokmuyorum. Sevmediğin birine sarılamamak gibi bir şeydir bu. Ama hit şarkının kokusunu bir kilometre öteden alırım yani. İyi bir sevgili vefalı bir dost gibi olan şarkılara haliyle torpil geçiyorum.

Hayvan’ın klibi çok değişik, çok farklı ve rengârenk. Fikir nasıl oluştu?

Pankarttan yola çıkarak çekilen bir videoydu. O çok renkliliğin içinde çok şey söyleyen bir çalışma oldu. Kendi içinde bir özgürlüğü oldu. Buradan her sene Cannes Film Festivali’ne davet edilen arkadaşımız Telesine’den Elif Neylan videoyu seyrettirmiş-ki Fransızlar kolay beğenmezler- “İki defa seyrettiler ve alkış aldı” dedi. E, bu duruma göre iyi bir şey yapmışız demek ki.

Geçmişe dönünce, 15 yaşında bir çocuğun, hele o devirde bir grup kurup düğünlerde şarkı söylemesi cesaret ister. O dönemlerle ilgili ilginç anılarınız var mı?

O zamanlarda derken kırk yıl öncesinden söz ediyoruz. Çılgınlar orkestrasını kurduğumda on beş yaşındaydım. En büyüğümüz on yedisindeydi. Şimdiki gibi prova stüdyoları olmadığından müzisyen arkadaşlarım anne babamın gözetiminde eve gelirler, repertuar için prova yapar, çalışırdık. Bir gece yarısı teneke sesleriyle uyandık tatlı uykumuzdan, evlerinde şarkı söyleyen bir kiracıları olsun istemiyordu ev sahibimiz. Meğer ev sahibimizin kızı da şarkıcı olmak istiyormuş, ben de bilmeden örnek teşkil etmişim. Yıllar sonra aynı aileden bir özür mektubu aldım ama o gece bizi çok üzmüş olduklarından evden acil taşınmıştık. Böyle işte. Trajikomik bir anı diyelim isterseniz.

Gençliğinizde İzmirli olmanın bir avantajı oldu mu?

Yani İzmir sanata daha yakındır, sanatçıya daha sıcak bakar. Toprağı bu anlamda da bereketlidir İzmir’imin. İzmirli oldun mu kafadan garantili sayılıyordun tabii, ama ona rağmen sesimizi duyurmak yirmi senemizi aldı. Kaplumbağa misali... Dünyaya bir daha gelirsem atom karınca olayım diyorum.

İzmirliler gibi düşkün olduğunuz şeyler var mı?

Egeye mahsus otları da, kumru dediğimiz sandviçleri de çok severim. Her gidişimde İzmir tulumuyla, hurma zeytini alırım. En kötü şartlarda Razuş yani annem kargoyla yollar. Bunlar olmadan kahvaltıya oturmam.

‘Sokak Kızı’ lakabı nereden geliyor?

Ben bu lakabı çok seviyorum ama bilmeyenlere sizin ağzınızdan aktaralım. Sokak Kızı 1996’da çıktı. O albümden sonra gelen mektuplar ve konserlerdeki nidalar belirledi bunu. Ben de seve seve kabul ettim. Anneme “Nazan sahiden abisinden dayak yedi mi?” diye soranlar bile oluyordu. Oysaki benim abim de yoktur, sokaklarla acı tecrübelerim de hiç olmamıştır. Sokak Kızı şarkısında sokak kızının gözünden bir hayatı anlatmıştım ya, o hikayedeki kızın dik başlılığını, bana iyi davranmayın demelerini çok sevdiler.

Yazdığınız her şarkının bir hikayesi, her mısrasının verdiği bir mesaj var...

Yağmurlu bir geceydi, arabada giderken bir baktım bir kadın otostop yapıyordu, önce yanlış gördüm zannettim sonra durdum aldım. “A, siz bizim Nazan Öncel misiniz?” dedi hayretle. Konuşa konuşa Eyüp’e kadar gelmiştik: “Bir abim var memlekette, sevdiğim adamın peşinden geldim buralara ama geldiğimle kaldım. Kapılar duvar olmuş” dedi. Bir başıma kaldım buralarda diyordu. Meğer çocuk içerde yatıyormuş, suçu ne dedim, sustu; ketum bir kızcağızdı. Bir anlamda dertleşmiştik yine de. Giderken sevenler için bir şarkı yazarsan bizi de unutma olur mu demişti. ‘Beni Bu Koca Şehirde Yalnız Bırakma’ şarkısı, sevenler için bu hissiyatla yazdığım bir şarkıdır.

Gününüzü nasıl geçiriyorsunuz genelde?

Bir iki lokma bir şeyler yedikten sonra hemen stüdyoya dalıyorum. Aranjmanla uğraşmadığım günlerde resim yapıyorum. Elime geçen her şeye bir şeyler çiziktiriyorum. Olağanüstü bir sağaltım. Bu arada gelen giden çok malum. Genç müzisyenleri iyi ve temiz bir müzik adına yönlendirmeye çalışırken gün bitiyor. Bazı diziler, belgeseller var takip ettiğim, onlara takılıyorum; günün yorgunluğunu atmak için geceleri kitap okuyorum.

Formunuz süper gözüküyor. Diyet ve spor yapıyor musunuz?

Yüzüyorum, kendi yetiştirdiğim sebzelerle besleniyorum, yirmi dört saat kendime bakıyorum. Atıyorum tabii... Elime bir krem sürmekten bile acizken bunları nasıl yapabilirim ki? Şarkı yazmak bütün zamanımı alıyor. Uykumda bile ayağımla ritm tutuyormuşum, annem öyle diyor. Yine de iltifatlarınıza teşekkür ederim.

Nasıl bu kadar sakin ve duru olabiliyorsunuz? Hep böyle miydiniz?

Zamanla insan kendine sakin olmayı da öğretiyor. Sabırlı ve hoşgörülü olmak yetiyor sanırım.

Ama şarkılarınızda sözler sert, cesur ve bazen alaycı. Hayatınızdaki sevgi en büyük ilham perisi olabilir mi?

Hayat hepsini ayağıma kadar getiriyor. Görmemek, hissetmemek mümkün değil. Bir de kuvvetli hayal gücüyle dünyada olup biten her şeyden besleniyorum. Edebiyat ve sinemayı da es geçemem elbette.

Bir röportajınızda mutfağa pek girmediğinizi söylüyordunuz. Yemekleri kim yapıyor?

Ne zaman mutfağa girsem yemeği ateşte unutup yaktığımdan olsa gerek beni mutfağa sokmuyorlar. Bana da sofraya tuzu koymak kalıyor sadece. Yapanlar var sağ olsunlar. Onların damak lezzetine güveniyorum.

Sosyal ağlarda bir Panpiş modasıdır gidiyor. Hilal Cebeci konusuna değinirsek eleştirilere karşı ne düşünürsünüz?

Özellikle hafif kadın muamelesi yapılması hoşuma gitmiyor. Onun da bir bildiği vardır. Helal olsun kıza literatüre Panpiş diye de bir laf sokmuştur. Kimseyi hakir görme, aşağılama hakkına sahip değildir hiç kimse. Bu kadar öfke kusulmasına da bir anlam veremiyorum.

Gündemle aranız nasıl bilmiyorum ama Erol Köse geçenlerde yaptığı bir açıklamada “Hande Yener’e haksızlık ettim; Hande Yener, Candan Erçetin, Nazan Öncel ve Işın Karaca’nın da aralarında bulunduğu 2005’de Kral Tv’nin on birinci ödül töreninde en iyi kadın sanatçı ödülünü Of Of’la Gülşen aldı, bu benden kaynaklandı” dedi.

Biraz hafızamızı tazelersek 2005’de çıkan şarkılar içinde yer alan Of Of’un statlara kadar indiğini, ününü aynı zaman diliminde uluslararası platformlara taşımış yegane şarkı olduğunu hatırlatırım kendisine. Gülşen’den başka Yunanlı Katy Garbi, Lübnanlı Nelly Macdessi gibi starların seslendirmesiyle o ülkelerde de fırtınalar estirmiş uzun süre zirveyi başka şarkılara kaptırmamış bir şarkıdır Of Of. Üzerinden zaman geçti diye unutuldu sanılmasın. Of Of‘un başarısı bu anlamda bir milattır. Yine o dönemde Of Of’la beş yüzün üzerinde konser veren sanatçı da Gülşen olmuştur aynı zamanda. Bu arkadaşlarımızın şarkıları da iyidir muhakkak. Hatta o sırada Hay Hay da vardı; popüler anlamda Tarkan’la yapılan ilk düet şarkıydı bu. Çok büyük sükse yaptığı tartışılmaz bile. Fakat Of Of hepsinin önüne geçmişti. Yapacak bir şey yok, gerçekleri kabul etmek gerekir. Erol Köse’yi severim ama bu açıklaması kalbimi fena halde kırmıştır. Of Of Türk halkının kalbini sonuna kadar kazanmış bir şarkıdır. Bu şarkı adına kendisinin Of Of adına bir özür borcu olduğunu düşünüyorum.

( 28.08.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır. )

Haberin Devamı