Spor 'Tartışma sonrası Aykut Hoca'nın evine gittim'

'Tartışma sonrası Aykut Hoca'nın evine gittim'

Paylaş
'Tartışma sonrası Aykut Hoca'nın evine gittim'

Atletico Madrid ve Milli Takım'ın yıldızı Emre Belözoğlu, Türkiye Futbol Federasyonu'nun aylık olarak çıkardığı Tam Saha dergisine özel bir röportaj verdi. Emre, Fenerbahçe'deki teknik direktörü Aykut Kocaman ile yaşadığı tartışma sonrası hocasının evine gidip özür dilediğini açıkladı

Türkiye'de iki büyük takımda şampiyonluk yaşayan, faal oyuncular içinde millî formayı en fazla giyen, UEFA Kupası kaldıran, iki kere Süper Kupa kazanan tek Türk futbolcusu olan, dünyanın en büyük üç liginde oynayan ve ülkemizde en fazla tartışılan oyuncusu Emre Belözoğlu.

Millî Takım'ın kaptanı, Fenerbahçe'den ayrılıp Atletico Madrid'e transfer oluş sürecini, saha içindeki hırçın tutumunu, Türk futbolunun , Millî Takım'ın içinde bulunduğu durumu ve gelecek planlarını anlattı...

İşte o röportaj;

İtalya ve İngiltere Ligleri'nin ardından şimdi de İspanya Ligi'nde forma giyiyorsun. Bu bir tarafıyla çok güzel bir gelişme ama bir yandan da işin içinde Fenerbahçe ile yaşanan bir ayrılık var. Bu ayrılığın nasıl ve neden gerçekleştiğini sorarak başlayalım.

İngiltere'den Türkiye'ye dönerken bazı zorluklarla karşılaşacağımın, Türkiye'deki sistemin özellikle benim yapımdaki bir oyuncu üzerinde oluşturacağı baskıları artıracağının bilinciyle geldim. O sırada 27-28 yaşındaydım, yani futbol için olgun sayılacak bir dönemi yaşıyordum. Açıkçası Türkiye'ye geldiğimde hedeflerim arasında futbolu Fenerbahçe'de bırakmak vardı ve bunu ilk geldiğim gün de söylemiştim. İnsanların gözünde Galatasaraylı Emre olarak bilinirken bir anda Fenerbahçeli Emre konumuna gelmek kolay değildi. Dört senelik döneme baktığımızda, performans üzerinden konuşursak çok şükür ki Fenerbahçeli taraftarların sevgisini, saygısını kazandığımı düşünüyorum. Benim açımdan çok güzel bir dört seneydi. İçinde zorlukları da barındıran, ama mutlulukları daha fazla olan bir dört seneydi. Dört yılın sonunda ayrılmamız gerekiyordu çünkü böylesi Fenerbahçe adına da Aykut Kocaman adına da daha iyi olacaktı. Emre Belözoğlu olarak hiç kimseyle aramda kişisel bir problem yaşamadım. Hiç kimseye kin gütmedim. Hayatta her zaman her şeyi oluruna bıraktığım gibi bu konuyu da çözülür veya çözülmez oluruna bıraktım. Çözülmeden devam eden bir problem olduğu için ayrılmam Fenerbahçe ve Aykut Kocaman adına da benim adıma da doğru oldu.

Peki, Bursaspor maçının ardından kadro dışı bırakıldığın olayda Aykut Kocaman'la yaşadığın iddia edilen tartışmanın ne kadarı doğruydu?

Detayına girmeden anlatmam gerekirse, doğru olarak anlatılan şeyler de var, gerçekle hiç ilgisi olmayan şeyler de var. Hocanın bana bir hareketini yanlış anlamam ve bunun üzerine abartılı tepki göstermem var ama üzerine küfür falan gibi konular ekleniyor; ben bunlara girmek bile istemiyorum çünkü ben bunları söyleyenler kadar hadsiz biri değilim. Evli ve annesine düşkün biri olarak kiminle nasıl konuşacağımı çok iyi bilirim. Özellikle böyle hadsizlik yapan insanlara cevap vererek hadsiz durumuna düşmek istemiyorum. Ama benim adıma yapılan bir hata vardı ve çıkıp bu hata için her şeyden önce hocanın evine giderek özür diledim. Bunu kadro dışı bırakılma cezamın kaldırılması için yapmadım. Hocanın yüzüne de söylediğim gibi, "Bir gün teknik adamlık ve futbolculuk hayatlarımız bitebilir, o zaman karşı karşıya geldiğimizde size sarılmak isterim" diyerek özür diledim. Tamamen insani bir özürdü bu. Hoca da sağ olsun Fenerbahçe'nin menfaatleri adına böyle bir karar verdi. İyi de oldu. Ben de 6 ay boyunca iyi oynadım. Sonunda da bu ayrılık yaşandı. Biraz uzun anlattım ama hiçbir şekilde beni kıran, üzen bir ayrılık olmadı. Sadece Fenerbahçeli Emre olarak futbolu bırakmak isterdim ama hayatın neler getireceğini hesap edemezsiniz. Böyle bir ayrılık oldu.

Fenerbahçe'de oynadığın dönemde başka olaylarla da anıldın. Zokora ile aranda yaşananlar var, Cangele'ye yaptığın bir işaret var. Saha dışındaki Emre'nin böyle bir insan olmadığını biliyoruz. Sahaya neden böyle bir Emre yansıyor?

İki futbolcunun saha içindeki tartışmasına sık sık şahit oluyor musunuz? Oluyorsunuz. Bir oyuncunun diğerine kasıtlı sertlik yaptığına ya da iki oyuncunun birbiriyle itişip kakıştığına şahit oluyor musunuz? Oluyorsunuz. Futbolun içindeki olaylar bunlar. Açıkçası ben bu konularda medyadan bana yöneltilen eleştirilerden rahatsız değilim. Şöyle değilim; "Demek ki beni konuştuklarında gerçekten izleniyorlar ya da beni yazdıklarında gerçekten okunuyorlar." Bu benim PR'ım anlamında iyidir. Ama bir yandan sizin topluma nasıl lanse edildiğiniz de önemli. Eğer diğer yandan işinizi de kötü yaparsanız Allah korusun. Çok şükür ben bugüne kadar işimi iyi yaptım. Bu yaşadıklarım biraz da algıyı kontrol etmekle ilgili bir şey. Bir ben varım, bir de benim algılanmam var. Ben bu algıyı kontrol etmek adına medyayla ilişkilerimi sıcak tutmaya çalışmadım. Bu benim bir hatam olabilir. Türkiye'de şöyle bir şey var; oyuncular kendi algılarını yönetemiyor, yöneticiler de süreçleri yönetemiyor. Böyle bir durum varken, medya da zaten oluşan kaosun üzerine haberlerini inşa ediyor. Böyle bir döngü içinde benim hatam, yönetici hatası ve medyanın da bundan beslenmesiyle bir üçgen devam edip gidiyor. Medyanın beni böyle göstermesinde hatam yok dersem de yalan olur.

Evet, burası önemli...

Ben zaten sinirli bir adamım. Bu güzel bir malzeme. Tekme yediğimde sinirlenirim, küfür yediğimde sinirlenirim... Ama kamera benim ağzımda olur, karşılık verince ben küfür etmiş olurum. Cangele bana boğaz kesme hareketi yapar, aklımın ucundan geçmeyen bir harekettir, karşılık verince yine sadece ben yapmış olurum. Halbuki bunların hepsi futbolun içinde var.

Bir çok insan hayatın içinde zaman zaman bu tip davranışlar gösterebiliyor. Kimi "Oh, iyi yaptım" diyor, kimi pişmanlık ve üzüntü duyuyor. Senin bu yaşananlardan sonraki duygu ve düşüncelerini öğrenebilir miyiz?

Vicdani muhasebe kısmına gelirsek, herkesin içinde barındırdığı bir inanç vardır. Ben de her akşam yatmadan önce bir vicdan muhasebesi yaparım. Bunu yapmayan insanlar hayatımızda var. Özellikle bizim de içinde bulunduğumuz popüler meslek sahiplerinin arasında vicdansız diyebileceğimiz insanlar var ama ben hiçbir zaman onlardan biri olmadım. Ben içinde yoğun duygular besleyen bir insanım. Bu da Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlardan kaynaklanıyor. Mesela yurtdışında bu kadar yoğun duygular yaşamıyorum. Ne saha içinde ne de dışında bazı şeyleri bu kadar çok sahiplenmek istiyorum. Kendi ülkenizde olduğunuz için daha fazla sahipleniyorsunuz. Bunun eksileri de var, işinizi doğru yaptığınız için artıları da var. Ben eksilerini de artılarını da yaşayan birisi oldum. Mesela son Millî Takım kampı için İstanbul'a geldim; bir abimizin şoförlü arabasıyla seyahat ediyoruz... Arabamız yolda ilerlerken çukurdan geçti ve bir kadını ıslattı. Arabadan hemen indim ve altı-yedi kere özür diledim. Buna karşılık benden 15-20 yaş büyük olan muhatabım işi hakarete kadar vardırdı. Düşünüyorum da bizim toplumumuzun içinde bir agresiflik var. İstanbul'da yaşayan Emre Belözoğlu olarak o hanımefendiden en fazla üç kere özür dilerdim. Ama değişik bir toplumun içinden geliyorsunuz ve oradaki atmosferin etkisi size 7 kere özür dilettirebiliyor. Gerçekten de bizim toplumumuz ve Avrupa'daki insanlar çok farklı. Ben de buradaki toplumun içinde stres küpü haline gelerek farklı tepkiler verebiliyorum.

Atletico Madrid'e transferine gelelim istersen. Seni ne kadar süredir izliyorlardı, transfer nasıl gerçekleşti?

2011'in Ekim-Kasım aylarıydı, menajerim vasıtasıyla Avrupa'nın üç takımından teklif geldi. Bunlardan birisi de Atletico Madrid'di. FIFA kurallarına göre mukavelemin bitmesinde 6 ay kala bir başka kulüple görüşme ve imza atma hakkım var. O dönem için ailemle ve benim için hayatta çok önemli olan bir isimle bu konuda bir planlama yaptık. Hayalim ve hedefim futbolu Fenerbahçe'de bırakmaktı. Çünkü kulüp 3 Temmuz gibi sıkıntılı bir süreci yaşıyordu. Arkadaşlarım şunu çok iyi bilir; insanların mutlu günlerinden çok sıkıntılı günlerinde yanlarında olmaya çalışırım. Fenerbahçe o durumdayken takımdan ayrılmak gibi bir düşünce kafamda hiç yoktu. Ama bir yandan da Atletico Madrid'le birlikte üç takımdan teklifler sürekli geliyordu. Ama ligin son 3-4 ayına girilirken iş netleşmeye başladı, önümdeki bulutlar dağıldı, daha doğrusu önüme bulutlar geldi (gülüyor), önümü göremez oldum. Böyle bir durumda bir karar almak zorundasınız. Ben yine de Atletico Madrid'e, "Fenerbahçe ile sözleşmem devam ediyor. 31 Mayıs'a kadar Fenerbahçe'den bir teklif gelmezse 1 Haziran'da sözleşmeyi imzalarım" cevabını verdim. Fenerbahçe'den teklif gelmeyince de 1 Haziran'da Atletico'ya imzayı attım.

Atletico Madrid'e gittiğinde başlangıçta yedek kaldın. Yedek kalmaya alışık olmayan bir oyuncu olarak böyle bir durumu bekliyor muydun? O süreçte neler yaşadın?

Açıkçası ben çok kolay bir karar almadım. Yaş olarak da fizik olarak da kendimi iyi durumda hissetsem bile Atletico Madrid'e 32 yaşında transfer olan oyuncu yok. Atletico Madrid gerçekten de kendi içinde bir hedefi olan, genç oyunculara yatırım yapmaya çalışan ve üzerindeki 4-5 dünya devi takıma oyuncu satarak kendisini döndüren, bunun yanında da yarışan bir takım. Bana iki senelik mukavele teklif ettiklerinde kendimi gerçekten de değerli hissettim. Oturmuş bir kadroya sahip, geçen sezon Avrupa Şampiyonu olmuş, bunun yanında Arda gibi çok sevdiğim bir kardeşimi kadrosunda bulunduran bir takım olması gibi faktörleri göz önüne aldığımda Atletico'nun tercih edilebilecek en iyi takım olduğunu düşündüm. Benim adıma iyi de bir başlangıç oldu. Çünkü ilk dönemlerde hoca beni tanımıyordu. Ancak idmanlar ve hazırlık maçlarında gösterdiğim performanstan çok memnun olduğunu söylüyordu.

Senin transferini isteyen Simeone değil miydi?

Elbette yöneticilerle de hocayla da görüşmeler oldu. Ama açıkçası hocanın kafasındaki kadro, geçtiğimiz sezon kendisini taşıyan kadroydu. Rotasyonu seven bir hoca olarak benimle yaptığı konuşmalarda, "Sana da forma şansı gelecek. Ben bu takımda hiç bir oyuncuya 'Formayı sana vereceğim' demem, oyuncu benden formayı alır" demişti. Ben de ilk gittiğimde Türkiye Ligi'nin üstünde çok diri bir takım gördüm. Taktik anlamda ise Türkiye Ligi'nin çok çok üstünde bir takımla karşılaştım. Benim de Türkiye'de geçen dört sezondan gelen alışkanlıklarım vardı. Dolayısıyla başlangıçta yedek kalmak beni üzse de hayatın gerçekleri var; Avrupa'da futbol çok farklı oynanıyor. Ne kadar uluslararası tecrübem olsa da İspanya Ligi'nde hiç oynamamıştım. Bu bir alışma dönemi olarak geçti ve gerek takım içinde gerekse hocanın gözünde bir şeyleri ispatladım.

Bu kendini kabullendirme süreci de kısa oldu aslında değil mi?

Futbolu iyi oynadığınıza inanıyorsanız ve Atletico Madrid'e gitme kararı veriyorsanız, oraya oturmak için gitmezsiniz. Emre Belözoğlu olarak hiçbir zaman böyle bir yapıda olmadım. Ben halı sahada futbol oynarken bile neyi varsa veren bir oyuncuyum. Burada da bazen oynayıp bazen oynamayacağımı biliyorum ama bu takımın bir parçası olacağım ve başarıya mutlaka katkı sağlayacağım.

Simeone'nin seni oynatmadığı dönemle ilgili bir özeleştirisi olmuş ve pişmanlık yaşadığını söylemişti...

Evet, "Onu oynatmadığım için kendimi sorumlu hissediyorum" demişti. Ben kendime iyi bakıyorum, iyi de çalışıyorum. Tabii bunun performansa da yansımaları oldu. Oynadığım ilk 3-4 maçta biraz da olsa hocanın sistemine ayak uyduracak bir oyuncu olduğumu çok şükür gösterdim ve taraftarların da güvenini kazandım.

Simeone bir de senin liderlik özelliklerinden faydalanacağını söylemişti.

Tabii yaş olarak takımın en tecrübeli iki oyuncusundan birisiyim. Uluslararası tecrübe açısından millî takımında benim kadar fazla oynamış oyuncu yok. Benden sonra ikinci, üçüncü gelen Arda. Öyle bakarsak, benim fikirlerime hem oyuncu grubunun hem de hocanın saygı duyduğunu gördüm. Takım içinde bir durum olduğunda oyuncular gelip bana danışabiliyor. Maç bittikten sonra hoca "Sence takım nasıl oynadı?" diye gelip benimle konuşuyor. Bunlar çok önemli. Çünkü samimiyet hayatın içindeki en önemli şey. Karşınızdaki insanın sizin istemediğiniz kararları verdiğine şahit olduğunuzda ama onun samimiyetine inandığınızda o insanın kararlarına çok saygı duyabiliyorsanız. Ben bunu yaşıyorum. Hocanın oynatmaması beni üzebilir, ama Simeone'nin çok samimi olduğunu biliyorum. O yüzden de oynayayım ya da oynamayayım, elimden geldiğince ona yardımcı olmaya çalışıyorum.

Hocayla iletişim kurarken İspanyolca mı konuşuyorsunuz?

Hem İtalyanca hem İspanyolca... Hocayla İtalya'da karşılıklı oynadım. Ben Inter'de, o Lazio'da forma giyerken defansif orta saha oynuyor ve beni tutuyordu. Çok iyi futbolcuydu, çok hırslıydı ve kaybetmeyi hiç sevmiyordu. Antrenörlük hayatında da böyle. Takım gol attığında, golü atan oyuncudan daha fazla seviniyor.

Benim sormak istediğim asıl soru şu; İtalyanca ve İngilizce biliyordun, şimdi bu iki dile bir de İspanyolcayı mı ekledin?

İspanyolca ile İtalyanca aynı gramere sahip. 15-20 gün boyunca bize yardımcı olan arkadaşlarımızdan İspanyolca kelimeler öğrendim. Şimdi hem futbolculuk hem de Arda'ya tercümanlık yapıyorum (gülüyor).

Bir Türk oyuncuyu üç dil konuşurken hayal etmek pek de kolay değil...

Estağfurullah. Dile karşı çok küçük yaştan beri bir yeteneğim var. Dil konusunda futboldan bile daha yetenekli olduğumu düşünüyorum (gülüyor).

Futbolu bıraktıktan sonra bu üç lisanın çok işine yarayacağını düşünüyorum.Herhalde aktif futbolculuk hayatın bittikten sonra da futbolun içinde kalacaksın.

İsteğim o ama şartlar neyi getirir bilemiyorsunuz. Ben futbolun içinden gelmiş eğitimli insanların yönetici olarak bu işin içinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Bununla ilgili olarak da kendime bir hedef belirledim ve bunun için de yabancı dil çok önemli. FIFA'nın, UEFA'nın içinde yer almak istiyorsanız, büyük takımlarda ya da Millî Takım'da yüksek seviyede görev almak istiyorsanız lisanın büyük önemi var.

Teknik direktörlük yapmayı düşünmüyorsun yani.

Hocalık hedefim yok. Türkiye'de çok hoca var deniyor ama ne kadar hoca var diye düşünmek de gerekiyor. Eleştirmek haddim değil ancak Türkiye'de hocaları, yöneticileri oyuncuları, medyayı, taraftarları nerede görüyoruz, buna bir bakmamız gerekiyor. Ben çok hoca olduğunu düşünüyorum ama yeterli değiliz. Futbolcu olarak da başta ben Emre Belözoğlu olmak üzere yeterli değiliz. İleriye hedefler koymak, İtalya, İspanya, Almaya gibi Avrupa'nın istikrarlı futbol ülkelerinden birisi olmak istiyorsak, saydığım grupların hepsinin vites büyütmesi gerekiyor. Herkes kendi iç muhasebesini yapacak ve vites büyütecek.

İspanya'da nerede ve nasıl yaşıyorsun?

Tesislere çok yakın bir yerde oturuyorum Ailemi de Madrid'e götürdüm. Allah hiç bir çocuğu annesinden babasından ayırmasın; ben de oğlumun yanında çok huzurlu ve mutluyum. Onun için bir gelecek kuruyorsunuz. Yurtdışında olmak da onun adına önemli. Bu durum onun büyümesine ve yetişmesine de etki edecektir.

İspanya'da ne kadar kalmayı planlıyorsun?

Atletico Madrid'le iki senelik mukavelem var. Bu sezon istediğim gibi geçerse önümüzdeki sezon da kalırım. Sonrasında da devam etmek ve futbol hayatımı Avrupa'da sonlandırmak isterim.

Madrid'de Arda'yla birlikte olmak nasıl bir durum?

Arda çok keyifli, çok eğlencelidir. Zaten herkes de bunu bilir. Benim de kardeşim gibidir. Atletico Madrid'e gitme kararı vermemin bir kaç önemli faktöründen birisi de Arda'nın orada olmasıydı. Onunla çok keyifli zaman geçiriyorum. Sabah kahvaltılarını birlikte yapıyoruz, akşam yemeklerinde birlikteyiz, alışverişe birlikte çıkıyoruz. Yani zamanımızın büyük bölümünü birlikte geçiriyoruz.

2000 yılından bu yana A Millî Takım formasını giyiyorsun. O günden bu yana bakarak Millî Takım'ın bugünkü kadrosunun neler yapabileceğini düşünüyorsun?

Türk futbol tarihinde ilk defa bugünkü gibi bir durum var. Aslında Fatih Hoca da bir Olimpik Millî Takım serüveninin ardından çok başarılı bir A Millî Takım ekibi yakalamıştı. O ekip hem Galatasaray'da hem de Millî Takım'da çok başarılı işler yaptı. Aynı kadro Fatih Hoca, Mustafa Hoca ve Şenol Hoca gibi Türk futbolunun en önemli üç teknik direktörünü ortaya çıkardı. Bu grubun içindeki oyuncular da çok karakterli adamlardı. İçlerinde bulundum ve bundan da çok büyük bir gurur duydum. Bugünkü takımın içinde de çok değerli oyuncular var ve bu takım çok büyük bir avantaja sahip. Genç Millî Takım düzeyindeki hocaları, bugün de o oyuncuların başında. Abdullah Hoca daha bebek denilecek yaştan itibaren bu oyuncuların çocukluk yapılarını, karakterlerini, saha içinde neler yapabileceklerini, psikolojilerini, onlara nasıl yaklaşabileceğini çok iyi biliyor. Zaten Abdullah Hoca oyuncuyla ilişkiyi çok iyi yönetebilen bir teknik adam. Böyle bir hocanın burada olması hem oyuncular hem de Türk futbolu için çok büyük bir avantaj. Böyle bir takım ilk defa oluştu. O yüzden çok ümitliyim. Ben burada olurum veya olmam, bilmiyorum. Çağrılırsam elbette gelirim. Ama geçirdiğim dört kamp döneminde gördüğüm şey, Abdullah Hocanın oyuncularıyla muhteşem bir iletişimi var.

Bugünkü takımın neredeyse yarısı altyapısını Avrupa'da almış oyunculardan oluşuyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsun?

Millî Takım için Avrupa'dan çok sayıda oyuncu tercih ediliyorsa, Türkiye Ligi'nde bulunan oyuncular bu durumu irdelemeli. Bir durum karşısında gösterdiğiniz ilk tepki eğer karşı tarafı yargılamaya dönükse o zaman siz muhasebenizi yapmıyorsunuz demektir. Önce kendinizi irdeleyip sonra karşınızdakine bakarsanız meseleyi çözebilirsiniz.

Peki burada kabahatli olan, altyapısını Türkiye'de olan oyuncular mı? Sonuçta Almanya için de Türkiye için de malzeme aynı malzeme. Ama yurtdışında işlendiğinde malzemeden daha iyi bir sonuç çıkıyor. Sen İtalya ve İngiltere'deki altyapı sistemlerini yakından biliyorsun. Şimdi de İspanya'yı gözlemleme fırsatın var. Sence işin püf noktası neresi?

İspanya futbolunu o kadar ince ayrıntısına kadar incelemedim ama bizimle ilgili olarak şunu biliyorum; daha 5-6 yıl öncesine kadar A Millî Takımımız 4-2-3-1 oynarken Ümit Millî Takımımız 3-5-2 oynuyordu. Bu durumda A Millî Takım hocasına sorsanız, "Ben oradan oyuncu bekliyorum" der, haklıdır. Ümit Millî Takım hocasına sorsanız, "Maç kaybetsem beni gönderecekler" der, o da kendisine göre haklıdır. Burada bir haklı-haksız durumu yok. Sistemin geneline bir eleştiri yapılmalı ve herkes sorumluluk almalı. Futbolcusu, antrenörü, kulüp yöneticisi, federasyonu birlik olmalı. Türk futbolu vites yükseltecekse herkes birlikte hareket etmeli. Bazen bunları söylüyoruz, "Bu adam ne kadar çok konuşuyor" diyorlar. Ama işin gerçeği bu. Kimse kusura bakmasın.

Kusura bakacak bir şey yok aslında. Sonuçta sen de bu oyunun bir parçasısın ve söyleyecek sözün olmalı. Üstelik uluslararası tecrübesi en yüksek oyuncu olarak konuşuyorsun.

Tecrübe önemli elbette ama ben eğitimin de gerekliliğine inanıyorum ve eğitim de almak istiyorum. Bu röportaj "Ben her şeyi biliyorum" gibi algılanmasın. Bazı cümlelere özellikle vurgu yapıyorum. Türk futbolunun vites yükseltmesi gerektiğinin üzerinde özellikle duruyorum. Oyuncunun, hocanın, yöneticinin vites yükseltmemesi halinde Türk futbolu böyle rölantide kalır. Bunları söylerken, Millî Takımımızın Türkiye'de oynanan futbolun üzerinde bir kaliteye sahip olduğuna da inanıyorum.

Daha önce pek çok teknik adamla çalıştın. Sence Abdullah Avcı'nın en karakteristik özelliği ne?

Abdullah Hocadan gördüğüm, takımın saha içindeki bütünlüğünü koruması, taktik anlamda pozisyon bilgisi yüksek oyuncularla yola devam etmek istemesi, bunun yanında bizim gibi tecrübeli oyuncuları içinde bulundururken kadroyu yenilemeye çalışması... Bence çok da doğru bir yaklaşım.

Çok tartışılan konulardan birisi de Estonya maçında attığın golden sonra yaşadığın sevinç ve bu sevincin üzerindeki spekülasyonlar...

Hep beraber sevinelim diyorsunuz ama Emre yine algıyı yönetemiyor. Çünkü Emre'nin arkadaşlarını çağırıp "Gelin, gelin" derken ki mimikleri sert bulunuyor. Yani "Gelin, gelin" derken sırıtmam bekleniyor. Benim arkadaşlarımı sevince çağırmam hakaret olarak algılanıyor. Bakın ben bu takımın kaptanıyım ve bugüne kadar hiçbir arkadaşıma hakaret etmedim. Zaten hakaret edecek bir durumumuz da yok. O golde sevinmek istiyorum, Hamit'in oynama isteğinden kaynaklanan üzüntüsünü de bildiğimden özellikle ona gidiyorum, kafasını okşuyorum ve sarılıyorum. Ama ben "Gel, gel" yapınca küfür etmiş, Hamit'i insanların önüne atmış oluyorum. Birleştirmek istiyorum, ayrıştırmış oluyorum. Emre Belözoğlu sevilebilir de sevilmeyebilir de... Ama Emre Belözoğlu'nun kafasında tilkilik olsa böyle hareket etmez. Ben olduğumun dışında bir görüntü çizmedim ki bugüne kadar. Planlı bir şey yapmaya çalışsam bunu yapmam zaten. Planlı bir hareket içinde hiç bir zaman olmadım, içimden ne geliyorsa öyle davrandım. Doğru yaptıklarım olmuştur, pişmanlıklarım olmuştur. Ama orada takımı toplamak adına kaptanları olarak "Gel, gel" derken beni bu takımı ayrıştırmaya, bölmeye, bir oyuncuyu toplumun gözü önünde ortaya atmaya götürecek şekilde gösterirlerse burada bir dursunlar yani. Vicdan dedik ya... Biraz vicdanlı olsunlar. Emre Belözoğlu da vicdanlı olsun, hata yapmasın ama bu kadarı da fazla kaçıyor. Emre Belözoğlu kırmızı kart görür, hatalıdır... Emre Belözoğlu hocayla tartışır, hatalıdır. Ama Emre Belözoğlu bunu yaparken bile hatalı gösteriliyorsa, herkesin niyeti de ortaya çıkmış oluyor.

Estonya maçından sonra Romanya ve Macaristan maçları kampında Hamit'le birlikteydiniz. Aranızda herhangi bir problem var mı?

Bu takımın birinci kaptanı benim, ikinci kaptanı Hamit. İki maçtan önce de arkadaşlarımızı topladık, oturduk, konuştuk. Hamit'le hiç bir problemim yok. Ben 2 sene sakatlık, 2 sene de ceza nedeniyle yaklaşık 4 sene Millî Takım'da oynayamadım; benden 4 sene sonra Millî Takım'a gelen Tuncay Şanlı benim üzerimde kaptanlık yaptı. Bu formaya hizmet edecek herkesin başımızın üzerinde yeri var. Emre Çolak aramıza yeni katıldı, formayı çatır çatır alsın, ben de kulübede onu izlerken heyecan ve sevinçten tırnaklarımı yiyeyim. Bu takımda herkesin bu duyguyu yaşadığını biliyorum. Yeter ki Millî Takım kazansın, ülke futbolu kazansın. Burada kişisel hesaplaşmalar varmış gibi yansıtarak insanları galeyana getirmek isteyenlerin ekmek parası bu. Benim ekmek param bu değil. Ben hiçbir mukavelemde, hiçbir yöneticiye, "Bana bu kadar para vermezseniz imzalamam" demedim. Ama onlar "Ben kaos oluştururum" diyerek para kazanıyor. Onların işi bu, benimki değil. Ben hangi takımın içinde olursam olayım kaos oluşturan değil, kaosu çözen adam olurum. Gerekirse ceketimi alıp giderek o kaosu çözerim. Ama onların içinde bulunduğu sistem bunu emrediyor. Benimse medyayla savaşacak halim yok.

Atletico Madrid'den bahsederken taktik bilgisi Türk futbolunun çok üzerinde demiştin. İspanya'daki futbolla ülkemizde oynanan futbol arasında ne gibi farklar var sence?

Gerçekten de İspanya Ligi'nde taktik bilgisi üst düzeyde oyuncular var. Bunun yanında kabul etmemiz gerekiyor ki, çok daha yetenekli oyuncular var. İspanya futbolu 10-15 senelik yatırımın karşılığını inanılmaz şekilde alıyor. İspanya Millî Takım'da Iniesta oynamazsa David Silva oynuyor, o oynamazsa Cazorla oynuyor ya da Xavi oynamazsa Fabregas oynuyor, Busquets oynuyor. İşin gerçeği bu ve ne yazık ki durum böyle.

Uzun yıllardır Barcelona ve Real Madrid arasında gidip gelen La Liga'da bu sezon Atletico Madrid "Ben de varım" diyor. Oradaki rekabeti nasıl yorumluyorsun?

Hoca takımın tecrübeli oyuncularıyla bir toplantı yaptı ve "Geçen sezon Real Madrid'le Barcelona'nın 40 puan gerisinde kalmıştık, bu defa olmayacak" dedi. Tabii Real Madrid ve Barcelona ile yarışmak kolay değil. Hedef olarak ligi onların önünde bitirmeyi koyarsanız çok gerçekçi bir yaklaşım olmaz. Hedef onlara olabildiğince yakın olmak. Bu yakınlık önlerinde mi olur arkalarında mı olur bilinmez ama bizim derdimiz bu olmalı.

Falcao'nun oyunculuğuyla ilgili açıklamalarını okudum. Ben daha çok onun nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum...

Havalı futbolcu bizde çıkıyor ya, yurtdışında havalı, egolu oyuncu pek yok (gülüyor). Falcao çok mütevazı bir adam. Zaten Atletico Madrid de bir aile takımı. Şöyle bir şey var, Türkiye'de bazen egonuzu ortaya çıkarmanız gerekiyor, Avrupa'da ise buna gerek yok. Belki Falcao da Türkiye'ye gelse egosunu göstermek zorunda kalacak. Ama İspanya'daki görüntüsü muhteşem. Burada ise bazen adamın öyle can damarına basıyoruz ki, ister istemez "Heeeyt" demek zorunda kalabiliyor. Falcao'nun profesyonelliği de mükemmel. Her idmandan 1 saat önce gelip her idmandan 1 saat sonrasına kadar sahada kalan bir oyuncu. Toplamına vurduğunuzda, günde iki saatten çift idman olsa, adam 8 saat antrenman yapıyor. Buna tedavisini, masajını eklediğinizde 10 saat eder. Günde 10 saatini futbol için geçiren bir oyuncu Falcao. Bu yüzden de dünyanın en etkili forveti.

Simeone'nin maçtan sonra sana "Nasıl oynadık?" diye fikrini sorduğunu söyledin. Teknik direktör-oyuncu ilişkileri açısından Türkiye ile İspanya arasında farklılıklar var mı?

Bu konuları Aykut Hocayla da konuşurduk. Bu tip benzerlikler var ama biraz önce söylediğim konuyla alâkalı her şey; Falcao'yu Türkiye'deki haliyle değerlendirmek gerektiği gibi Simeone'yi veya bir başka teknik direktörü de Türkiye'deki halleriyle değerlendirmek lâzım. Bunu ülkemi kötülemek için söylemiyorum, sadece bir durum tespiti yapıyorum. Bu biziz, onlar da onlar. İspanya'daki hoca-futbolcu ilişkileri profesyonelce. İçinde duygusallığa yer olmayan ilişkiler. Bizde oyuncuya sorulduğunda "Hoca babam gibidir", hoca da oyuncu için "Benim kardeşim gibidir" der. Yahu benim bir tane babam var, erkek kardeşim de yok. Avrupa'da babalık, kardeşlik yok. Zaten buradaki oyuncuya da futbolu bıraktıktan sonra, "Hoca senin baban gibiydi" desen, "Yok yahu, benim bir tane babam vardı, o da rahmetli oldu" der. Avrupa'da profesyonel bir iş var, siz işinizi doğru yaparsanız etrafınızda insanlar var, doğru yapmazsanız insanlar yok. Avrupa'daki oyuncular bu gerçekle çok genç yaşta tanışıyor. Başarı varsa alkış olur, başarı yoksa eleştiri olur. Bu işin gerçeği budur.

Haberin Devamı