Selin Çakar 'Bu ülkede depresyondayım, stresliyim diyenlere üzülmüyorum'
HABERİ PAYLAŞ

'Bu ülkede depresyondayım, stresliyim diyenlere üzülmüyorum'

Haberin Devamı

Dizilerin ve televizyonun sosyal hayatımız ve psikolojimiz üzerindeki etkilerini konuştuğumuz Aşkım Kapışmak röportajının ikinci yarısı...

Dizilerde dikkatimi çeken bir diğer nokta ise şu; dizideki genç çift sosyal medyada biraz ilgi görünce dizi süresince her fırsatta öpüştürülüyor. Bu biraz o diziyi izleyen genç seyircinin cinsel dürtülerini körüklemek değil mi?
Çünkü dizideki karakter bir şeyi yaparsa seyredenin gözünde o durum mübahlaşıyor. Bağımlısı olduğu, gözünde yücelttiği kişi öpüşebiliyorsa, sevişebiliyorsa o da bunları kendinde hak görüyor. Aslında onun üzerinde kendi yapacaklarını normalleştiriyor. Bizim ünlülerimize bakın. Gittiği yeri yazarlar, insanlar oraya giderler. Kullandığı bir üründen bahseder, insanlar o ürünü kullanır. Seyirci sevdiği karakterin yaşamını ve tercihlerini kendi tercihleri gibi benimser. Yanlış ya da doğruluğunu değerlendirmez.

Türkiye’de ortalama kitap okuma süresi yılda 6 saat. Oysa bir dizinin bölüm süresi 120-150 dakika arasında. Her akşam ayrı bir dizi izleyen çok seyirci var. Valla bu ülkede depresyondayım, bunalımdayım, sıkıntım, stresim, kaygım var diyenlere üzülmüyorum. Herkes kendi eliyle atıyor kendini bu çöplüğün içine. 10 saat uyuyan, 4-5 saat televizyon izleyen, 2 saat internet başında zaman geçiren, kalan zamanda yiyip içen, bir işi varsa işe gidip eve gelen bir toplumsak biz kitap okusak ne olur okumasak ne olur. Kitapların popüler taraflarını alır, derinliğine inemeyiz. Bakın bir kişilik özelliği vardır; kopuk-avungan diye... Kendi sorumluluklarından, kendi acılarından kopup, kendini başka şeylerle avutan bir toplum var. Avuttuğu şey alkol, uyuşturucu, televizyon, dizi, internet, bilgisayar oyunları. Aslında insanların bunlarla bu kadar uzun süre geçirmeleri kendilerini avutmak istemeleri. İnsanın beyninin muhteşem bir potansiyeli varken çoğu insan farkında değil. Daha az uyuyabilirler, daha çok okuyup daha iyi düşünebilirler. Bunların hiçbirini yapmıyorlar. Niye? Çünkü alışkanlıklarımız başka. Kopmak istemiyorlar o alışkanlıklardan.



Biz yaşamıyoruz galiba...
Biz ‘gerçekten’ yaşamıyoruz. Tamamen duyularla yaşıyoruz. Hayatta üç boyut var. Duyu, hayal gücü ve akıl. Duyu boyutunda yaşayanlar yerler, içerler, cinselliklerini yaşarlar, uyurlar. Tamamen temel ihtiyaçlarını karşılarlar. Hayal gücü ise sana fayda sağlayacak şeyleri hayal etmek, düşünmektir. Akıl ise en üst menkıbe. Biz maalesef en üst seviyeye pek çıkamıyoruz. Bizim inançlarımız, sporlarımız, diyetlerimiz, meditasyonlarımız hep duyu boyutunda. Kullan, at, bitsin... Dizileri de böyle yapmıyor mu insanlar? Kullanıp, atıp bitiriyorlar.



Dizinin popüler olduğu dönemde tanıyıp, sonrasında unuttuğumuz birçok isim var...
Kıvanç Tatlıtuğ nerede? Beren Saat nerede? Düne kadar hayran olunup, yere göğe sığdırılamayacak bu karakterlere ne oldu? Bugün de kimi izliyorlarsa seneye onlar da bitecek. Bir de bu insanların karakterlerini, depresyonlarını düşün. Çünkü seyirci onları da gerçek olmayan bir dünyanın içine itiyor. Mesajlar yazıyorlar; ‘sen şöyle iyisin, böyle mükemmelsin’. O ünlü kişi de buna inanabiliyor. Ben böyleyim diyor. Ben çok iyiyim diye tekrarlıyor. Bu travmanın en son noktası. Gerçekte öyle olmadığını biliyor. Ama o maskeyle dolaşıyor. Bu gerçekten büyük bir travma ve insanı her türlü yanlışa itebilir.

Diziler son on-on beş yıldır hayatımızda bu kadar geniş yer buldular. Bu artıştan sonra gözünüze çarpan en belirgin değişimler neler?
Alışkanlıklar değişti bir kere. Mesela 20 yıl önce kitap okuma alışkanlığı daha fazlaymış. Konuşulan dil değişti. Özellikle de gençlerde. Daha kısa cümlelerle çok şey anlatmaya çalışan, bağırarak konuşan bir nesil oluştu. Espri ve şakaların tarzı değişti. Dizilerle birlikte dizi karakteri üzerinden şakalar yapılmaya başlandı. Zeka ile şaka yapılmıyor artık bizde. Kopyala yapıştır şakalar yapılıyor. Üretmiyoruz. Hazır bir şey alıp ona gülüyoruz. Gençlerin giyim tarzı zaten fazlasıyla diziler üzerinden gidiyor. Yazarlar bile artık bir kitap çıkaracaksa dizinin içine sokuyor mesela. Diziler benim gözümde artık bir market. İnsanlar bir diziyi izlerken o karakterin giydiği, kullandığı şeylere de bakıp alabiliyor. En çok da üretimden tüketime itiyor insanları.

Kötü ya da olumsuz şeylerin iyi ya da sempatik gösterildiğini düşünüyor musunuz?
Tabii ki düşünüyorum. En belirgin şeklini çizgi filmlerde görebiliriz. Canavara bir papyon takarlar, o artık sevimli olur.
Dizilerdeki mafya karakterlerine bak. Diksiyonları düzgündür. Oysa gerçekte bu tip insanların diksiyonları düzgün değildir. Kitap okuyan, aydın olan mafya diye bir şey yoktur. Seyirci ne diyor; adama bak nasıl düzgün konuşuyor, ne kadar güzel giyiniyor, nasıl herkes ona hürmet ediyor. Bir süre sonra ne oluyor? Bu durum seyircinin gözünde normalleşmeye başlıyor. Erkek ya da kadın karakter fark etmez; kötü bir şey yapıyor ama hikayenin anlatılış şekli bunu iyi gibi gösterebiliyor. Aşk-I Memnu’yu hatırlayın. İnsanlar Bihter ve Behlül’e ağladı. Göz yaşları içinde izlediler yaşananları. Gerçekten aşk mıydı orada yaşanan? Normalde ‘ahlaksızlık’ olarak tanımlanacak bir durum orada ‘aşk’ olarak nitelendi. Amcayı da enayi yaptık. :)))



Söylemde karşı çıktığımız şeylerin dizilerde bu kadar yoğun verilmesi bana ‘riyakarlık’ gibi geliyor...
Yani... Dizi tutsun diye kadının bedenini kullanıyorsun. Kadının bedeni üzerinden prim yapılmasını çok yanlış buluyorum. Seks satar diyorlar. Gerçi son zamanlarda erkekleri soymaya başlamışlar. Vücutları yapılı olmayan erkek karakter yok gibi.

Dizideki iki karakter bir yakınlaşma yaşadığında seyirci bunu izlerken onun yerine kendini mi koyuyor?
Tabii tabii.Dizide izlediği karakter öpüştüğünde ya da daha farklı bir şey yaşadığında kendi yaşamış gibi hissedebiliyor. Nasıl bir illüzyon olduğunu anlayabiliyor musun? Ben diziler yasaklansın demiyorum ama senaristler de bazı noktalarda dikkat etmek zorunda diye düşünüyorum. Tabii halk da bilinçlensin bu arada. Her şeyi de dizilere yüklememek gerek. Karşılıklı sorumluluk almak lazım. Seyircinin de, diziyi ekrana veren sistemin de dikkatli olması gerekiyor.

Sektörün ardına saklandığı cümle ‘seyirci bunu istiyor...’
Ben buna inanmıyorum. Sen yeni bir format çıkar ve bu konuda istikrar sağla bir süre sonra seyirci bu duruma da uyum sağlar.

Peki evlilik programları...
Bu soru bana çok geliyor. Hatta bu programlar için kanal sahiplerinden teklif bile geldi. Ama cevabım hiç değişmedi; bir ‘siz beni hiç tanıyamamışsınız’, iki ‘bir insanın kariyerini reyting için yok etmek büyük bir zulüm olsa gerek...’. Bu programlar ne örfümüze, ne adetimize, ne inancımıza ne de kültürümüze uyuyor. Ne ilmen ne dinen hiçbir şeye uyduğunu düşünmüyorum. Ben de medyanın içinde bir insanım ve bu işlerin kamera arkasını çok iyi bildiğim için çok tehlikeli buluyorum.

Bana hepsi vasat diziler gibi geliyor. Hatta en son izlediğim videoda kanım dondu. İnsanlık onurunu kırıcı bir durum olduğunu düşünüyorum.
Aynen öyle. Bir kere mantıklı düşündüğünde, aklı kullandığında bir evlilik ya da ilişkinin öyle bir platformda başlayamayacağını insan düşünmeli. Oraya çıkan insanların %80-90’ı beğenilme ve fark edilme ihtiyacıyla geliyor. Bu analizi de ilk kez sana yapıyorum. Oraya katılanların hemen hemen %100’ü göçle İstanbul’a gelmiş insanlar. Göçle gelen insanların zaten çoğu travma yaşıyor İstanbul’da. Hayatla mücadele ederken, ömürleri kendilerini fark ettirememekle, gösterememekle geçmiş bir kitleyle dolu. Ne yapıyor bu sefer? Kolay yolu seçiyor ve o programa çıkıyor. Bu kendini fark ettirmenin başka bir yolu. O yüzden saçma sapan dans edebiliyor, orada tuhaf konuşmalar yapabiliyor, tuhaf kıyafetler giyebiliyor ya da şarkılar söyleyebiliyor. Bu da onun için ‘ben varım’ demenin bir yolu aslında. Sen daha doğru, daha dürüst stratejilerle, emek harcayarak ben varım dersin. Ama o da öyle varlık ihtiyacını karşılıyor. Bu durumu da narsist bir şekilde kullanan bir sistem var.



Cehaletten nemalanıyorlar gibi...
Kesinlikle öyle. Normal hayatta tanıştığın, uzun zaman geçirdiğin birine hemen yakınlaşıp, aşık olamıyorsun. Değil ki öyle bir yerde sağlıklı bir evlilik kararı alabilesin. Kameranın olduğu her yerde oyunculuk vardır. Bitti gitti. Ötesi yok.

20li yaşlardaki gencecik insanların bir evlilik programında yer almalarını anlayamıyorum...
Niye orda o insanlar? O insanları bir araştırın bence siz. Şoka girersiniz. Birçok insan için oraya çıkmak primden başka bir şey değil. Çok üzücü bir durum ama bunları kimse konuşmuyor.

İnsanların gururlarının üzerine basılarak para kazanılıyor...
Evet. Birilerinin o gurursuzluğu birilerinin de cebini dolduruyor.



Öğütücü bir makina var ve biz onun içine insanları atıyoruz...
Evet çok doğru. Tabii Oray'a atlamak isteyen insanlar da var. Buna hazır bir kitle de var. Sömürüyoruz birbirimizi. Başka bir şey değil. Yazık. Bu insanlara çok yazık.

Ne yapacağız peki? Ruh sağlığımızı nasıl koruyacağız tüm bunlardan?

Seminerlerimde de hep söylediğim bir şey var; ruh sağlığını korumak isteyen hayatından televizyonu çıkaracak. Televizyon izleyerek ne ilim ne de beyin gelişmiyor. Seçici davranmalılar. Kumanda alışkanlığından kurtulmak gerekiyor. Çünkü insanların sohbet konusunu bile artık televizyon belirliyor. Çevrelerini yenileyip, sohbetlerini derinleştirmeliler. Çok televizyon izleyenlerin uyku problemleri var. Sigara, kafein gibi bağımlılıklar ya da kötü beslenme televizyon karşısında artıyor. Bedenleri sürekli oturur halde olduğu için insanlarda sürekli bir stres hali var. Oysa tam tersine beden ve ruh mücadelede olmak, hareketli olmak istiyor. Televizyon karşısında çok uzun süre oturarak bedenin işlevselliğini engelleyip, onu durduruyorsun. Aslında en büyük zararı böyle veriyor insan kendine. Yürüyüş yapmak, spor yapmak, daha çok üretmek gerekiyor. Hayatımızdan tamamen çıkarmasak bile mutlaka seçici olmak, bir kısıtlamaya gitmek gerekiyor.



Televizyonun insanı tüm zihinsel süreçlerin dışına attığını okumuştum...
Tabii öyle. Zihinsel anlamda hiçbir işlevsellik, beyine kattığı hiçbir şey yok. Tek taraflı bir iletişim olduğu için sadece alıyorsun. Verici bir yanın yok. Diyalog yok, iletişim yok, sohbet yok, paylaşım yok... Dolayısıyla beyinde çalışması gereken kısımlar durduğu için gizli stres ve depresyon geliştiriyor.

Bir şeylerden kaçış gibi görülüyor ama daha kötü bir yere sürüklüyor insanı...
Televizyon başında çok uzun süreler geçirmeyi intiharın başka bir şekli gibi görüyorum ben.

Ama biz oturduğumuz yerden vah vah, tüh tüh demeyi seviyoruz...
Aslında bu tembel toplumların dışa vurumu. Hayattaki en büyük acıların başında ölüm gelir. Sonra gelişmek gelir. Herkes gelişemez çünkü çok şeyden vazgeçmen gerekir. Sürekli yeni şeyler öğrenmen gerekir. Bedel ödemen gerekir. Bu süreçte de acı çekersin. O yüzden de televizyon başında oturup, aynı söylemlerle devam etmek daha kolaydır. En çok üzüldüğüm şey ise kendini ekrana mahkum etmiş insanların böyle yaşayıp yaşayıp ölmeleri.
Dizilerdeki karakterleri tanıdığı kadar kendini tanısaydı bu toplum şimdi her şey çok farklı olurdu. Birey kendisini tanımıyor, annesini babasını tanımıyor dizi karakterlerini tanıdığı kadar.



Bildiğim kadarıyla bir senaryo, sinema filmi çalışmanız var...
‘Carpe Diem’ kitabımı yazdığım zamanlardı sanırım. O zaman da kitapların senaryolaştırılması çok yaygındı. Bana da çok geliyordu böyle bir aşk romanı ya da senaryosu düşünür müsünüz teklifleri. Biraz mesafeli duruyordum açıkçası. Çünkü benden istedikleri popüler kültüre yönelik bir şeydi. Ben de hep ‘popüler kültüre yönelik değil, mesaj veren bir şey’ yapmak istediğimi söylüyordum. İlerleyen zamanda biraz daha sıcak bakmaya başladım. İçinde hem gerçekliğin hem de kurguların olduğu, zihinsel engelli biri üzerinden yürüyen ve için de hem aşk hem de toplumsal mesaj barındıran bir film için anlaştık gibi. Romanı yaz sonu gibi bitirmem gerekiyor. Önce kitabı çıkacak ama benim kitabı yazdığım süreçte senaristler de senaryoyu yazmaya başlayacaklar. Sonrası yapım şirketinin işi. ‘Üzümlü Kek’ adında, içinde biraz dram biraz komedinin olduğu ve yaşam mücadelesinin aşkla harmanlandığı güzel bir hikaye olacak.

5

Sıradaki haber yükleniyor...
holder