Şirin Sever

28 Mart 2024, Perşembe 07:00

İnsanı zorla köpek düşmanı yaparsınız siz!

Yine bir köpek dehşeti, yine suçunu kabul etmeyen sahipler! Senaryo hiç değişmiyor maalesef. Bu kez İstanbul Beylikdüzü’nde yaşanıyor olay. Sosyal medya fenomeni Banu Parlak’a ait Alabay cinsi ‘Drago’ adlı tasmasız köpek, komşusuna ait ‘Leo’ isimli Maltipoo Terrier cinsi köpeğe saldırıp ölümüne yol açtı.

Görüntüleri izlerken bile dehşete düştüm, ölen köpeğin sahipleri kim bilir ne hissetmiştir? 3 kişi iri köpeği durduramıyor, geri çekemiyor, küçücük köpeği ağzından alamıyor. Küçük köpek yerde kanlar içinde. Sahipleri feryat figan ağlıyor. Ama fenomen denilen Banu Parlak isimli şahıs, (neyin fenomenidir bunlar, onu da hiç anlamıyorum ya neyse!) şöyle bir açıklama yapıyor:

“Köpeğim başka bir köpeği koklamak ve oynamak için yanına gittiğinde diğer köpeğin sahipleri tarafından şiddete maruz kalmıştır. Şiddet neticesinde saldırgan bir tavır sergilemiştir. Bu kötü hadisenin sebebi Drago değildir.” Kısmen doğru! Bu kötü hadisenin sebebi, sen ve senin gibi köpek sahiplerinin rahatlığı, pişkinliği ve sadece kendinizi haklı görmenizdir. Tasmasız, ağızlıksız bir köpeğin küçük bir köpeğin yanına sokulmasına nasıl izin verirsiniz ya? Kafayı mı yediniz? Bir de pişkin pişkin karşı tarafı suçluyorlar ya, en çok da buna kızıyorum işte! Biraz izan, biraz utanma yahu! Ölen köpeğin sahibi Yasemin Kılıç, “Banu Parlak katildir, yargılanmasını en ağır cezayı almasını istiyorum” diyor ama maalesef öyle olmayacak.

Bakın, Banu Parlak’a ‘5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun 5. maddesi gereği 4 bin 800 lira para cezası kesildi sadece. Leo ise yaşadığı evin ön bahçesindeki en sevdiği yerde gözyaşları içinde toprağa verildi. Bu kadar işte. İşin başka bir yanı daha var; köpek sahipleri aşırı bilinçsiz. “Köpeğine tasma tak, ağızlık tak” dediğinde, bunu hakaret olarak algılıyor. Kardeşim, bu hakaret değil, gereklilik. Evinde istediğin gibi yap ama ortak yaşam alanlarında kural bu. İnsanları zorla köpek düşmanı yapmayın yahu!

Beyin yıkama yağlama yeri

Geçen gün Gonca Vuslateri’nin YouTube sohbetinde modacı Hakan Akkaya’yı izledim. O kadar hislerime tercüman oldu ki, hemen paylaşmak istedim. Diyor ki Hakan Akkaya; “Tek istediğim şey Instagram’ın kapatılması...”

Niye istiyor peki bunu? Anlatıyor: “Fazla feminen insanları görmek istemiyorum artık, komik değil bu! İkincisi abuk subuk insanların komik olma çabalarını görmek istemiyorum. İğrenç bir şey... Sosyal medya ile alakalı her şey iğrenç bence. İnfluencer’lardan da nefret ediyorum. Sen hayatta ne yapıyorsun? ‘Kahve içiyorum ve çekiyorum...’ Bu ne? Ben bu insana nasıl saygı duyayım?”

24 Mart 2024, Pazar 07:00

‘Öcü’ değil başka bir şeysin!

Bergen’in hikayesini bilmeyen yoktur bu topraklarda... Eşi Halis Serbest tarafından her tür şiddete uğrayan, yüzüne kezzap atılan, hayatı kararan, sonunda öldürülen, kadın şiddetinin sembolü olmuş malum sanatçı. Hayatı, 2022’nin mart ayında sinemalardaydı.

‘Acıların Kadını’nın hikayesi, onca acıya rağmen hiç ajitasyon yapılmadan, çok başarılı şekilde çekildi. Filmi izledikten sonra şöyle yazmıştım; “Filmin en sevdiğim kısmı jenerik. Çünkü oyuncuların ismi, yanlarında oynadıkları isimlerle birlikte akarken Erdal Beşikçioğlu adının yanı boştu! Bir kadının hayatını cehenneme çeviren, sonunda da onu yok eden o caninin ismi jeneriğe yazılmayı elbette hak etmiyordu. Zaten filmde o pisliğin adının hiç geçmediğini de, jeneriği görünce fark ediyorsunuz. Bu küçük ama anlamlı detay için, ekibi bir kez daha tebrik ederim.” Elbette, böyle korkunç bir insanın boş durmayacağı tahmin edildiği için de o isim jeneriğe yazılmamıştı, orası da ayrı. Nitekim film çok izlendi, çok iyi gişe yaptı. Halis Serbest, yaşadığı Adana’nın Kozan ilçesinde filmin gösterimini engellemek için elinden geleni yaptı. Ayrıca ‘Bergen’ filminin yapımcısı Orchestra Content’e manevi tazminat davası açtı. Serbest “ölüm tehditleri aldığını, rızası olmadan filmin çekildiğini ve kişilik haklarına saldırıda bulunulduğunu” öne sürüyordu. Evet evet, bir de rızasının alınmasını beklemiş! Ne güzel kafalar değil mi? Kadına her tür eziyeti yapmışsın, canını da almışsın, mis gibi iyi halden de çıkmışsın, artık otur köşende, sus ve biraz utan değil mi? Yok, yavuz hırsız ev sahibini bastıracak illa ki! Neyse, gelelim bu yazının sebebine: Çok şükür mahkeme davayı reddetti. “Bu filmde beni öcü olarak gösterdiler, kesinlikle gerçeği yansıtmıyor” savunmasında bulunan Serbest’i kaale almadılar. Bu yazı da, o kadını yattığı yerde incitmeyen mahkeme heyetine teşekkür yazısıdır. Bir de sormak isterim size; Bergen’i mezarında bile rahat bırakmadığı için, mezarın parmaklıklarla korunmasına, kilit takılmasına sebep olan bu adam ‘öcü’den daha öte bir yaratık değil midir? Ne sıfatlar sıralanır oysa buna ama kötüyle kötü olmayalım şimdi.

BU ŞİDDETE ARTIK KELİMELER YETMİYOR

Bir kadınla yenişememek... Psikopat erkeklerin aşamadığı/ baş edemediği şey tam da bu! İşte bu yüzden Bergen’in eski kocası gibi kezzap atanı da var, bir kadının yüzünü boydan boya keseni de... Buyrun işte geçen hafta basına yansıdı bu olay: Çetin Akay, aynı iş yerinde çalıştığı Gülhan Karadereli’yi bıçakla yaralayıp bu hale getirmiş. Kadının yüzüne 40 dikiş atılmış. Saplantılı şekilde kendisini takip ettiği, taciz ettiği ve tehdit mesajları attığı için karakola şikayet edildi diye! Bunu yapan insan olabilir mi ya? Ama yapıyorlar maalesef. Bu insan müsveddeleri ağır şekilde cezalandırılmadığı sürece de yapmaya devam edecekler. Bergen’in eski kocası da baksın şu kadının suratına ve onun gibilere ‘öcü’ demenin çok hafif kaldığını görsün. Öcüymüş! Hadi ordan be

‘LAN’ BU NASIL ŞARKI!

21 Mart 2024, Perşembe 07:00

Kate neredesin, ses ver!

‘Kate’e ne oldu?’ sorusu günlerdir arkadaşlarımın dilinden düşmüyor. Kahve içerken, yemek yerken, okey oynarken, iş yaparken sürekli duydukları yeni haberleri paylaşıyorlar birbirleriyle. Bana da fenalık geldi artık, sanırsın üst kattaki komşularından haber alamıyorlar! Geçen gün dayanamadım, bunları karşıma alıp dedim ki; “Bir ay bana ulaşamasanız, ‘nerede bu’ diye sormazsınız, Kate kadar merak etmezsiniz yemin ederim!” Kaldılar öyle, suratıma baktılar ve şöyle dediler: “Sen prenses misin ki?” O zaman idrak ettim işte gerçeği; prenses değilsen bir hiçsin! İşin şakası bir yana, sadece bizim kızlar değil, bütün dünya Prenses Kate’e kilitlenmiş durumda. Kate ocak ayında ameliyat olduktan sonra hiçbir yerde görünmedi, hiçbir etkinliğe katılmadı. Öldüğünü söyleyenler, aldatıldığını söyleyenler, depresyonda olduğunu ileri sürenler derken, her türlü komplo teorisi üretildi ama yine de saraydan ses çıkmadı. Nihayet geçen gün bir video yayınlandı, flaş flaş flaş...

İngiliz tabloid gazetesi The Sun tarafından yayınlanan görüntülerde; Galler Prensesi Kate Middleton, eşi Prens William ile yürüyor, keyifli ve sağlıklı görünüyordu. Ama kimse inanmadı; ‘O Kate değil dublörü’, ‘yapay zekayla yayılan görüntüler’ denildi. Açıkçası ilk bakışta bende de ‘Bu Kate değil’ izlenimi oluştu ama üst kat komşum da değil sonuçta, iddialı olamayacağım. Sonuçta, olayları böyle alt alta sıralayınca bizim kızlara hak vermiyor değilim... Bu prenses kişisi neden ortalıkta yok? Ne olmuş olabilir? Dedikodular öyle sarpa sarmış durumda ki; Prens William’ın ilişki yaşadığı öne sürülen aile dostları Rose Hanbury çıkıp açıklama yapmak zorunda kaldı “Böyle bir ilişki yok” diye. Ama kimse yemedi; sonuçta o mu bilecek, biz mi?!! Özetle Kate’in derdi bütün dünyayı gerdi ama İngiliz Kraliyet Ailesi hâlâ sessiz. Bu kadar komplo teorisi havada uçuşurken, neden çıkıp bir açıklama yapmıyorlar, oldukça enteresan. Ya söylenenlerden biri doğru çıkacak ya da bu denli gündem olmak hoşlarına gitti. Neyse biz seçimi falan bile unuttuk; çekirdeklerimizi aldık, kim girdi, kim çıktı, Saray’ı izlemedeyiz. Ama İngiltere’deki sarayı!

Geçinmeye gönlü var mı?

Usta tiyatrocu Nevra Serezli, bir röportajda ilişkilere dair iddialı cümleler kurmuş. Rahmetli Metin Serezli ile 45 yıllık mutlu bir ilişki sürdürdüğüne göre, söyledikleri önemli diyerek okumaya başladım... Usta oyuncu şöyle demiş; “Uzun ve güzel bir ilişki için birinci ve en önemli kural, ne olursa olsun yatağa küs girmemek...” Uzun evlilik sürdürenler hep aynı tavsiyeyi verir ama zamanın ruhu öyle değil maalesef. Kimse burnundan kıl aldırmıyor ki; nasıl olacak o iş? Herkes ‘ben haklıyım’ diyor, diğerinin hizaya gelmesini istiyor. Dolayısıyla o işler öyle söylendiği gibi olmuyor pek. İkinci cümle şöyle: “Ben akıllı bir kadının isterse erkeğine her şeyi yaptırabileceğine inanıyorum. Eşiniz sabit fikirliyse alttan alta işleyeceksiniz onu, sanki kararları kendi alıyormuş gibi hissettireceksiniz. Bunu güzel sözle mi, bir gecelikle mi, dolma sararak mı yaparsınız bilemiyorum, sizin hayal gücünüze bırakıyorum...” Bakın bu da iddialı. Kısmen hak verilebilir ama tam bu noktada da devreye o şahane gerçek giriyor işte; geçinmeye gönlü olan her şeyi yapıyor zaten, taktik gerekmiyor ki! Erkekler istedikleri zaman her şeyi öyle güzel düşünüp öyle güzel yoluna sokuyor ki, sizin tiyatro çevirmenize gerek bile kalmıyor. Ama isterse! Sevdiği kadını kırmamak için, onu küstürmemek için, onu kaybetmemek için varını yoğunu ortaya koyuyor, onu mutlu etmeye çabalıyor. O yüzden, bu kadar net tahlillere inanmıyorum pek. Her ilişki nevi şahsına münhasırdır ve her taktik herkes için geçerli değildir.

Ramazan’da en sevdiklerim

Oruç tutabilen birisi değilim ama Ramazan ritüellerini severim, birlikte oturulan iftar sofralarını önemserim. Zaman zaman arkadaşlarımla iftar davetlerine katılıyorum ve şunlara bayılıyorum:

17 Mart 2024, Pazar 07:00

'Dalgakıran'; Tek kişilik müthiş bir performans

Kültür ve sanatı yaymak için uğraşanlar, her şekilde kendine bir yol buluyor. Elindeki imkanları, insanlara ulaştırmak için çaba sarf ediyor mutlaka. Onlardan biri de Muzaffer Yıldırım... Cinemaximum sinemalarını kuran, bunları Güney Korelilere sattıktan sonra filmlere ve tiyatro oluşumlarına yatırım yapan bir girişimci. İstanbul ve Çeşme’deki The Stay otellerinin de sahibi. Çeşme’de 12 ay açık olan oteli The Stay Warehouse’ı kış aylarında da hareketlendirmek, aynı zamanda Alaçatı’yı cazibe merkezi yapmak için tiyatro oyunlarını oteline taşıyor epey bir süredir.

Geçen hafta sonu işte bu sebeple, yani tiyatro izlemek için gittim Stay’e. Serkan Altunorak’ın tek kişilik oyunu ‘Dalgakıran’ı izledim. Eleştirilerde söylendiği gibi, insanı alt üst eden bir performans gerçekten. 30’lu yaşlarında bir fotoğrafçı, aşık bir koca ve bir baba olan Alex, kızını kaybetmenin içinde yarattığı dev boşluğu anlatıyor seyirciye. Bir dalgakıran gibi, ‘denizin ortasında yüzlerce metre derine inen bir duvar’ gibi içindeki o boşluk. Tanrı’nın anlamını sorgulatan bir boşluk. 60 dakika boyunca zamanı geriye sarıyor, hatırlamaya çalışıyor, öfkeleniyor, gülüyor, salya sümük ağlıyor ve müthiş bir performansla anlatıyor. Çağdaş İngiliz yazarlardan Simon Stephens’ın kaleminden çıkan oyun, Çağ Çalışkur’un rejisiyle sahnede. Yüksekçe bir platformun üstünde, sandalyesinden hiç kalkmadan anlatan Altunorak yasını bize de yansıtyor. Işıklar yanıyor, Altunorak sahneden inip gidiyor ama alkışlamak aklımıza bile gelmiyor uzun süre. Kalakalıyoruz öylece. İzlemenizi tavsiye ederim, çok etkileneceksiniz.

İŞTE BUNLAR HEP GURUR!

* Prof. Dr. Aziz Sancar’ın davetiyle ABD’ye araştırmacı olarak giden ve şu an Harvard Tıp Fakültesi’nde görev yapan 36 yaşındaki Dr. Mehmet Furkan Burak, geçen yılın ardından bu yıl da Amerika’da ‘yılın en iyi doktorları’ listesine seçildi. Bu listeye Amerika’daki hekimlerin yüzde 6’sı girebiliyor. Harvard Üniversitesi’nde Genetik ve Kompleks Hastalıklar bölümünde göreve başlayan Dr. Burak; şu anda obeziteye karşı geliştirdiği ilacın insanlı deneylerine devam ediyor.

* Alperen Şengün, tarihin en pahalı sporcusu olabilir! Takımı Houston Rockets, NBA’de harika bir sezon geçiren ve oyunuyla yıldızlaşan Alperen Şengün’e 5 yıl için 225 milyon dolar teklif etmeye hazırlanıyor. Milli yıldız, bu rakama imza atarsa tarihe geçecek.

* Hollywood’un en büyük gecesi Oscar ödül töreninde bu yıl yemekler Karaca takımlarla servis edildi. 30 yıldır törenin yemeklerini hazırlayan ünlü şef Wolfang Puck tarafından seçilen özel Karaca koleksiyonu, böylece Hollywood’da da görücüye çıkmış oldu. Şahane değil mi?

14 Mart 2024, Perşembe 07:00

Çocuğa değil keyfine bakanlar

Hep söylerim; herkes çocuk sahibi olmak zorunda değil. Yani ‘yaşım geldi çocuk yapayım, madem evlendim bir de çocuk patlatayım’ diye bir şey yok. Olmamalı zaten. Çocuk böyle yapılmamalı. ‘Çocuk falan bakamam’ diyenler de kendini biliyordur, asla kınanmamalı. Ben mesela, bir çocuğa bakabileceğime inansaydım yapardım ama keyfime bakmak istedim; bu kadar basit. Oyuncu Gülçin Santırcıoğlu da tıpkı ben!

Bir TV programında sorulunca, ‘çocuk sahibi olmak istemediğini, o parayla gezmeyi tercih ettiğini’ söyledi diye tepki görüyor. Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur çünkü, böyledir. Demet Akalın mesela, bu açıklamaya tepki gösterenlerden. “Çocuğu da masraf ve ihtiyaç olarak gören biri, iyi ki evlat sahibi olmamış, kaza bile olsa. ‘Tercih etmedim’ de geç, ne o ‘yok parayı yiyeceğim’ falan...”

Hiç katılmıyorum Demet’e. Çocuk demek büyük masraf değil mi? Süslü ya da kibar cümleler kullanınca sonuç değişmiyor ki. Çocuk sahibi olan arkadaşlarım her gün okul paralarına ağlıyor. Bizim kuşağın okuduğu mahalle okulları kalmadı ki. Özel okuldu, servisiydi, yemeğiydi, kitaplarıydı derken en yakın arkadaşım, “İyi ki ikinci çocuğu yapmadım, ilkine baktığım gibi bakamazdım” diye şükrediyor. E şimdi ayıp mı ediyor?

Yoo, neyse onu söylüyor kızcağız. Herkes Demet Akalın gibi imkanlar sunamıyor olabilir çocuğuna, bunda ayıp da yok, günah da. Parayı yeme meselesine gelirsek... O da hiç abes gelmiyor bana. Hayatta yapmak istediklerini ertelediğinde, görmek istediğin yerleri görmediğinde, hayallerini gerçekleştirmediğinde ve tüm bunlar yerine çocuğun özel okulu için para biriktirdiğinde daha mutlu bir anne baba olmayacaksın! Aklın hep dışarda olacak, çocuk baktığın her güne lanet edeceksin. O yüzden Gülçin Santırcıoğlu çok harbi bir yerden yapmış açıklamasını, içindeki neyse onu söylemiş. Naçizane, helal olsun derim ancak.

Geçen gün şarkıcı ve aktris Lily Allen da benzer açıklamada bulunmuş... İki çocuğunu da çok sevdiğini ama onlar yüzünden pop müzik kariyerinin mahvolduğunu söylemiş. “İnsanlar aynı anda her şeye sahip olabileceklerini söylediklerinde gerçekten sinirleniyorum çünkü açıkçası bunu yapamazsın” diye eklemiş. Cesur bir açıklama, üzerinde düşünülesi. Çoğu insan kabul etmek istemez ama mutlaka çocuklar yüzünden bir şeylerden vazgeçiliyor. İnsansın, çok normal bu ama etrafa hep ‘ben her şeyi yapıyorum’ ispatındasındır. Peki ya içinde ukde kalanlar? O yüzden ‘Çocuk bakmak yerine keyfime bakıyorum’ diyeni kınamayın. Herkesin hayatı kendine.

‘Katil’ bağırışları bile ona yeter!

Kedi Eros’u vahşice katleden İbrahim Keloğlan, dün sabah hakim karşısına çıktı. Savcı “Sanık, kediyi kaçmasına rağmen ısrarla takip etmiş, merhametsiz ve acımasız bir şekilde canavarca hisle öldürmüştür” diyerek sanık hakkında üst sınırdan ceza verilmesini ve tutuklanmasını talep etti ama maalesef cani şahıs, iyi hal indirimiyle yırttı. Bu şahıs tutuklansaydı, belki de örnek olacaktı; kolay kolay başka bir hayvanın eziyet görmesi, öldürülmesi mümkün olmayacaktı. Olmadı. Her zaman olan oldu, olan ölene oldu. Ama adliye görüntülerine denk geldiyseniz eğer, ‘Katil İbrahim’ diye bağıran o kalabalığı gördüyseniz, o caniye bu ceza bile yeter! Yetmez de, hani hayat boyu o bağıranları ve yaşadığı şeyi unutamayacak bence. İnsanların birlik olması, güçlü durması her şeye rağmen iyi geliyor. Keşke başka haksızlıklar karşısında da böyle olunsa, böyle durulsa diye geçiyor insanın içinden ister istemez.

10 Mart 2024, Pazar 07:00

Sabiha Gökçen Havalimanı’na sakın arabanızla gitmeyin!

Dünyanın neresinde otoparkını kullanamadığımız için uçak kaçırdığımız bir havalimanı olabilir? Tabii ki İstanbul’da! Şimdi izninizle başıma geleni anlatayım... Cuma sabahı 08.25’te Antalya uçuşum var; öğlen saatlerinde turizm ve gastronomi konferansı F Summit’te bir oturum sunacağım. Antalya uçakları full, dolayısıyla mecbur kaldım Sabiha Gökçen’den uçacağım. Yağmurlu, epey trafikli bir sabah Tarabya’daki evimden arabamla çıktım. Boarding’den epey önce de alana vardım ama otoparka girmek namümkün. Zira görevliler kapıda, “Yer yok, otopark dolu, devam edin” diye herkesi kış kışlıyor. Kafamı uzatıp, “Nereye park edebilirim?” dedim, “Yukarıda vale var” dedi. “Peki” dedim, o havalimanı trafiğinde bir tur daha atıp, giden yolcu katındaki vale kulübesinin önüne geldim. Onlar da “Alamıyoruz, otopark dolu” demesin mi? “Peki ne yapalım?” dedim. “Havalimanı dışında başka otoparklar var” dediler. “Oradan nasıl geleceğiz?” dedim, “Servis var” dedi biri. Havalimanına girerken yaşadığım trafiği düşündüm, çıkarsam asla yetişemem uçağa. İlerlerken, yolun kenarına park eden araçlar gördüm. Halihazırda park etmeye çalışan birine sordum: “Buraya park ediliyor mu?” “Hayır çeksinler diye bırakıyorum!” dedi. Dalga mı geçiyor diye anlamaya çalışırken, o devam etti: “Çekici gelip çeksin diye bırakıyorum, yoksa uçağı kaçıracağım. Sonra götürdükleri yerden alırım aracı, başka çarem yok!” Olaya bakın; insanlar öyle çaresiz ki, bile bile araçlarını sağa sola bırakıyor, polis çeksin diye. Dünya markası bir havalimanı! Baktım, 7-8 araç arka arkaya park etmiş; ben de öyle yapayım dedim çünkü boarding’e 20 dakika kalmıştı artık. Tam araçların önüne hizalanırken polis geldi, “Çıkın, park etmeyin” dedi, diğer araçların da plakalarını almaya başladı bir bir. Özetle aracımla öylece ortada kaldım, iyi mi?!! Dışarıdaki otoparka yönelirken, milim milim ilerleyen trafikte başaramayacağımı anladım. Organizasyon ekibine gelemeyeceğimi bildirip yola devam ettim. Dönüşte köprü trafiği de başlayınca, nerdeyse 5 saatlik bir macera yaşamış oldum. Sabahın köründe nasıl bir eziyet ancak yaşayan bilir! Olayı anlattığım herkes ‘Sabiha Gökçen’e arabayla gidilmez bilmiyor musun?’ deyip durdu. Hayır bilmiyorum! Taksi bulamadığımız bir şehirde, Tarabya’dan Sabiha Gökçen’e başka nasıl gidilir söyleyin bana. Fahiş otopark ücretlerini, vale ücretlerini, çekici parasını falan her şeyi göze alıyorsun ama yine de o uçağa binemiyorsun! Orada yaşanan o kaosun, insanların perişanlığının tek bir adı var; rezillik! O da bizde bol nasılsa, o yüzden kimsenin umrunda değil.

ADAM GİBİ ADAM EDA!

Bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha geride bıraktık. Markaların kadınlar günü mesajları, çekilen reklam filmleri, projeler, kampanyalar, farkındalık çalışmaları çok güzel de... Bunları hayatın içine yaymayınca, içselleştirmeyince pek bir anlamı olmuyor. Bakın 8 Mart’ın en iyi, en yerinde işi voleybolcu Eda Erdem’in heykelinin dikilmesiydi bana göre. Filenin Sultanları’nın kaptanı olarak sonuna kadar hak ediyor bunu. Ama gelin görün ki o törende bile Eda için “Kaptan gibi kaptan, adam gibi adam” cümleleri kullanıldı. Söyleyen kişi, Türkiye Voleybol Federasyonu Başkanı Mehmet Akif Üstündağ olduğu için çok tepki çekmedi çünkü Başkan voleybolcu kızların başarısında çok payı olan, onlara her daim sahip çıkan biri. Başkan Ali Koç ve Eda Erdem’in o sırada gülüşmesi de bu yüzdendi. Ama asıl mesele de bu zaten... Kadın voleybolunun başındaki isim dahi böyle konuşabiliyorsa, ağzından istemsizce böyle şeyler çıkıyorsa, sokaktaki adama nasıl kızalım?! Demem o ki, kafalar değişmedikçe dil de değişmeyecek.

HEYKEL OLMUŞ MU PEKİ?

Bu arada sosyal medyada epeyce tartışılan heykele dair de bir iki söz edeyim, içimde kalmasın... Eda Erdem’in heykeli için şahane bir poz seçilmiş; kadının güçlü duruşunu gösteren şahane bir an, evet. Ama bir kadın heykeli bu kadar mı erkeksi olur yahu? Helkeltıraş Pınar Doğan Öktem, heykelin bazı bölgelerinin ‘erkeksi’ olduğuna dair yapılan eleştirilere karşılık, “Aydınlatma hatası var” dese de, heykelin suratı bile fazla erkeksi hatlara sahip. Demek ki kodlarımıza işlemiş bu erkek egemen dünya. Heykel işinde sınıfta kalmış bir milletiz zaten, keşke bütün ülkenin sahiplendiği bir kadının heykelini Madame Tussauds’cular yapsaydı.

ANNE DEĞİL CANAVARMIŞ!

Çaldığı araçla kaza yapıp bir kişinin ölümüne sebep olan oğlunu yurtdışına kaçıran Eylem Tok’u konuşuyor bütün ülke. ‘Can havliyle oğlunu korumaya çalıştı, haklı değil ama her anne yapar’ falan dedik de... Kadının içinden canavar çıktı! Yaralananların telefonlarını alması; vicdansızlığı geçtik, resmen bir suç. “Bugün olsa yine yaparım, ülke bana ‘çocuğa bir şey yapmayacağız’ desin hemen dönerim” demeler falan. Diplomatik dokunulmazlık istiyor herhalde çocuğuna! Bu gözü dönmüş anneye karşılık, evladını kaybetmiş baba da bir o kadar naif: “Yavrumuz gelsin adalete teslim olsun!” diyor sadece. Zaten Türkiye’de hapis cezalarından yırtmanın bin bir formülü var; Ali Eyüboğlu hatırlatmış geçen gün, alkollü araç kullanıp üç kişinin ölümüne neden olan yazar Emrah Serbes bile 4 yılda içeriden çıktı. Siz bu becerinizle zaten o çocuğa ceza falan da çektirmezsiniz. Ama dönün ki, kamuoyu vicdanı yaralanmasın, acılı ailenin içi soğusun, kimse de sizi örnek almasın! Fakat, bence o anne, o çocuğu hayatta Türkiye’ye getirmez, buraya yazıyorum.

07 Mart 2024, Perşembe 07:00

Sen bir anneysen, orada ölen de bir baba!

Çok acayip bir hikaye bu... Yazarmış Eylem Tok, hiç duymadım. Kocası da ünlü bir estetik doktoru, Bülent Cihantimur. Önceki gün, 16 yaşındaki oğulları T.C. annesine ait Porsche aracı izinsiz alıyor ve alkollü şekilde kullanıyor. Kaza yapıyor ve 5 kişiye çarpıyor. T.C. annesini arıyor ve yardım istiyor. Eylem Tok da olay yerine geliyor, kime ne oldu bakmadan, oğlunu Mısır’a kaçırıyor. Bu aklı veren de avukatlarıymış. Zira Mısır’da suçluyu iade etme anlaşması yokmuş. (Dedikodular böyle) Annenin yurt dışına çıktıktan yani çocuğunu güvene aldıktan sonra yaptığı açıklama daha da acayip. Özetle şöyle şeyler söylüyor:

Oğlumun bizden habersiz arabamla çıkmasının sorumlusu benim.

Bir anne olarak oğlum darp edilir mi, başına bir şey gelir mi, ne olduğunu anlayana kadar yurt dışına çıkarmak istedim.

Mağdurun öldüğünü dahi bilmiyorduk.

Annelik içgüdüsü, lütfen beni de anlayın.

Kendim ve oğlum adına özür diliyorum. Birincisi; bu özrün hiçbir kıymeti yok çünkü kazada bir çocuk babası Oğuz Murat Acı hayatını kaybetti. Orayı geçelim. Açıklama -belli ki- avukat eliyle hazırlanmış dört dörtlük bir mağdur edebiyatı. ‘Çocuğum değil ben suçluyum’ hesabı! Kimse etkilenmedi, orayı da geçelim! Gelelim asıl meseleye... Dün gece bir yemekteydim ve bütün gece masada bu olay tartışıldı. ‘Her anne baba aynısını yapar mıydı?’ sorusu atıldı ortaya. Muhtemelen yapardı! Eğri oturalım doğru konuşalım; hiçbir anne baba 16 yaşındaki çocuğunu hapse yollamak istemez, başına ne geleceğini bilmeden öylece durup beklemez. Peki buna hak mı verelim? Asla! Giden bir can var, işin içinden öylece sıyrılmaları kabul edilemez. Daha da fenası şu; anne oğul havalimanında tatile çıkar gibi şen şakrak. Görüntüleri izleyince ‘pes’ dedim. Ölen var mı bilmesen, sadece kaza yapsan bile sarsılırsın biraz be, yuh! Anne ‘Mağdurun öldüğünü bilmiyorduk’ diyor ya...

Yahu nasıl bir insanmışsın ki, ölen yaralanan var mı bakmadan, ambulans çağırmadan kaçmışsın oradan? Nasıl bir umursamazlıktır bu? Ayrıca nasıl bu kadar çabuk organize olup o uçağa binildi acaba? Bu da ayrı bir soğukkanlılık gerçekten. Sözün özü; o çocuk gelmeli, paşa paşa cezasını çekmeli, kimseye kötü örnek olmamalı, adalet terazisi bozulmamalı. Evlat yetiştirmek de böyle olmamalı zaten!

29 Şubat 2024, Perşembe 07:00

39 yaşındaki Almanya güzeli neler düşündürtüyor insana?

Geçenlerde sosyal medyada çok güldüğüm bir paylaşım vardı... Geçirdikleri estetik müdahaleler sayesinde artık ‘başkalaşmış’ bazı ünlü isimlere güzellik sırları sorulmuş. Onlar da sıralamış; uyku, su içmek, yok efendim genetik falan filan...

Evet, biz de yedik! Yahu yıllar içinde gözümüzün önünde bambaşka biri oldun, atmasan mı artık? Neyse ki herkes her şeyin farkında. Diyeceğim şu: Mesele estetik yaptırmak ya da ne kadar estetik yaptırdığın değil, hepimiz yaptırıyoruz zaten. Mesele yalan söylemeniz, insanları enayi yerine koymanız. İsteyen istediği kadar estetik yaptırabilir, kim nasıl iyi ve mutlu hissediyorsa öyle olabilir ama yalan söylemek başka bir şey. Öte yandan şu da bir gerçek, dünyada güzellik algısı değişiyor...

Klasik güzellik dediğimiz, ne bileyim mesela altın oran bir surat (o da ne demekse!) porselen gibi bir yüz, renkli gözler, iri dudaklar ya da Barbie bebeklerle ilişkilendiren güzellik artık geçer akçe değil. Güzellik yarışmalarının kriterleri bile değişti. Mesela geçen gün Almanya’da düzenlenen ‘Miss Germany 2024’ güzellik yarışmasını 39 yaşında, iki çocuğu olan İranlı mimar Apameh Schönauer kazandı. Okuduklarıma göre, Apameh Schönauer 15 bin kadını geride bırakarak birinci olmuş. ‘Miss Germany’ yaş sınırını geçen yıl kaldırmış bu arada. Düşünün, yıllar önce evlenip boşandığı anlaşılınca tacı elinden alınan Hülya Avşar’lar vardı. Şimdi iki çocuklu kadınlar birinci! İki çocuklu kadın güzel olamaz mı? Olur elbette ama farklı klasmanlardı bunlar, artık bütün sınırlar kalktı. Özetle, güzellik artık bambaşka şeyler ifade ediyor.

Estetik isteyen yine yaptırsın ama bu kadar takmasın, diğer şeyleri de ıskalamasın diyorum naçizane. Mesela 6 yaşındayken ailesiyle Almanya’ya göçmüş 39 yaşındaki İranlı Apameh Schönauer’e bakın... Kendini bir rol model olarak gördüğünü ve genç kadınları cesaretlendirebilmeyi ümit ettiğini söylüyor kazandıktan sonra yaptığı konuşmada. Kendi rol modellerinin ‘İran’da özgürlükleri için sokaklara çıkıp gösterilere katılan ve seslerini yükselterek her gün kendi hayatlarını riske atan güçlü ve cesur kadınlar’ olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Benim misyonum, bilhassa genç kadınları kendilerinin en iyi versiyonu hâline gelmeleri, büyük ve cesur düşünmeleri ve buradaki hayallerini gerçekleştirebilmeleri için teşvik etmek.” Bilmem anlatabildim mi?

KAHVALTI TERÖRÜ

Yok, serpme kahvaltıdan falan bahsetmiyorum... Genel olarak kahvaltıyı yazı konusu yapıyorum bugün. Sabah gözünü açar açmaz ‘kahvaltı hazır mı’ diye soranları masaya yatırıyorum. Sabahın zifiri karanlığında dahi kalksa, kahvaltı yapmadan evden çıkmayanlara takığım ben, içimi az biraz dökmek istiyorum. Ya gece uykunda ne yaşadın da, gözünü açar açmaz büyük bir iştahla zeytin peynir yumurta yiyebiliyorsun diye sormak istiyorum! Daha gözündeki çapaklarını temizlemeden çay koymalar, her sabah bıkıp usanmadan zeytini, peyniri, ekmeği masaya dizenler; nasıl oluyor da usanmıyor? Anne baba evinde oluyor genelde, onlar gelebilir ya da siz onlara gitmiş olabilirsiniz fark etmiyor; her sabah cümleler şöyle sıralanıyor: Kahvaltı hazır yemeyecek misin, kahvaltını yap hadi, çay soğudu otursana, yesene, ee kahvaltı nerde, hadi kahvaltı, ekmek de ye, aa yemeden çıkılır mı gibi gibi. ‘Ben kahvaltı yapmıyorum’ desen bu kez ‘aa kahvaltısız olur mu?’ konuşmaları. Yemin ediyorum kahvaltı demek evde sabah terörü demek! Yahu uyanmış olabilirim ama daha afyonum patlamamış, ben ben değilim, bir kahve bile içmemişim, bu arada ‘kahvaltı hazır mı’ soruları nedir, nedendir? Ben elime bir simit alıp çayla/kahveyle dünyanın en iyi kahvaltısını yapabilirim ama anne babalara göre o masaya oturulmadıysa, peynir zeytin yenilmediyse kahvaltı yapmamış sayılıyorsun. Kim bu kahvaltıyı bu kadar önemli yaptı, vallahi anlamadım. Ne kahvaltıymış arkadaş!

Sevgili Danimarka halkı...