Yaşam 'Abartılı değer, şiddet uygulatıyor'

'Abartılı değer, şiddet uygulatıyor'

Paylaş
'Abartılı değer, şiddet uygulatıyor'

İletişim konusunda uzman olan Üstün Dökmen'den hayata dair tüyolar...

ÇAĞNUR HATİPOĞLU

İletişim Profesörü Üstün Dökmen televizyon programı ‘Küçük Şeyler’de insana ve yaşama dair öğüt veriyor. Herkesin bir şeyler öğrendiği, üzerine uzun uzadıya düşündüğü bir program bu.

Skeçlerle süslenen ‘Küçük Şeyler’in yaratıcısı Üstün Dökmen ile hayata dair ne var ne yoksa konuştuk. Örnek mi? Uygun eş nasıl seçilir? Doğru iş bulmanın sırrı ne? Mutlu olmak mümkün mü? Çocuk nasıl yetiştirilmeli?...

Programınız ‘Küçük Şeyler’ nasıl gidiyor?

Gayet iyi. TRT’de başladığımız programımız şimdi Star TV’de. Yine öğretici tiyatro skeçleri var. Programın yapımı, benim için ve tüm ekip için çok zahmetli. Açıkçası programı yapmak istemiyordum fakat çok istek geldi. Sokakta beni gören, tanıyan veya tanımayan herkes “Hocam, niçin bıraktınız? Bizim için çok yararlı oluyor” diyordu.

Hayata farklı bakmayı öğretiyorsunuz.

Yaptığım işi hizmet olarak görüyorum. Bir çok anne-baba “Çocuklarımızı, sizi dinleyerek büyütüyoruz” diyorlar, sağolsunlar. Mesela iki-üç kez boşanmaya kalkan çiftler, benim programımı izledikten sonra vazgeçmiş. Bu, büyük mutluluk veriyor. Anlattıklarımız, bozulan her evliliği yerine oturtmuyor ama bazen işe yarıyor. İşte bu nedenlerden dolayı programa devam ediyoruz.

Sadece evlilik değil, hayatın her alanında iletişimi öğreniyoruz sizden. Belki de sayenizde televizyonun ‘öğretici’ özelliğini hatırlıyoruz.

Televizyonun birşeyler öğretmesi gerekiyor. Eğlendirmesi tamam ama öğretmeli de. “Çok dizi var” deniyor. Evet, var ama bence bu kötü değil, iyi bir şey. Böylece insanlar kaliteliyi ve kalitesizi ayırdedebilir. Türk sineması için de aynı şey geçerli. Tabii ki kalitesiz, izleyiciye hiç bir şey vermeyen film, dizi ve programlar da var. Yani insanlar oturup kavga ediyor, programlar da bunları gösteriyorr. Kavga insanları geliştirmez. Beni geliştirmiyor örneğin. Oysa iyi bir dizi insanı geliştirebilir. Ufkumuzu genişletebilir.

Beğendiğiniz bir dizi var mı peki?

‘Leyla ile Mecnun’ dizisini beğeniyorum. Absürd bir komedi. Ama bir o kadar da içten. Günlük hayatta yaşadıklarımızı çok esprili yansıtıyor. En azından kavga, dövüş yok. Biz, insanlar kavga etmesin diye uğraşıyoruz, küsleri barıştırmaya çalışıyoruz, programlar tutup kavga ettiriyor...

Kavga ettirmek daha mı kolay acaba?

Kavga ettirmek en kolayı, barıştırmak zor. Ayrıca kavga ettirmek ahlaki de değil. Ben olaya ahlaki açıdan da bakıyorum. Örneğin bence her yazarın topluma bir ahlak borcu vardır. Psikoloji ve iletişim alanında yazdığım kitapların ardından üçüncü romanım ‘Kelebekler ve İnsanlar’ı çıkardım. Bazen roman kurgusu içinde bir kahramanın intihar etmesi şık ve anlamlı olacaktır. Yazar, karakterlerinden birini intihar ettirebilir. Ben ettiremiyorum. Birinin bunu örnek alıp hayatına kıymasınden korkarım. Alman yazar Goethe ‘Genç Werther’ romanında kahramanını intihar ettirmiştir. Ve yüzlerce genç, bundan esinlenip intihar etmiştir. Goethe bunu bilseydi yazar mıydı bilmiyorum. Mesela reklamlar... Çok para kazandırıyor olabilir ama ben reklama da çıkmak istemem. Ya tanıttığım ürünün içinde zararlı şeyler varsa?.. Ben kimya mühendisi değilim sonuçta.

“Kendini tanımazsan doğru eşi seçemezsin”

Uzmanlık alanınız insan ilişkileri. Doğru eş nasıl seçilir?

Kişi önce kendisini tanıyor olmalı. Aksi takdirde başkasını değerlendirmesi zor olur. Kendinize “Bana nasıl bir eş uygun olur?” diye sormalısınız. Meslek seçiminde de kendimizi tanımamız gerek. “Bana masa başı bir iş mi, açık hava mesleği mi, insanlarla iletişimde olmamı gerektirecek bir iş mi uyar?” diye sormalıyız. Kendini büyük ölçüde tanıyan insan, eş ve meslek seçiminde başarılı olur. Ama artık insanlar para getirecek mesleği seçmek istiyor.

Para getirecek mesleği seçmek hata mı?

Bence hiç doğru değil. Çünkü yapmak istediğiniz işe, önce yeteneğiniz, sonra hevesiniz uygun olacak. Bu ikisini sergilerseniz başarılı olursunuz. Para statüsü sonra gelmeli. Yeteneğiniz uzay çalışması yapmaya uygun değilse astronot olmaya çalışmayacaksınız.

Mutlu olmak için ne yapmalıyız?

Bu soru hep soruluyor, ben de hep şunu söylüyorum: Sürekli mutlu olmak zorunda değilsiniz. Veya bazı durumlarda mutlu olmak zorunda değilsiniz. Çünkü hayatta felaketler vardır. Ama sürekli güçlü olmak zorundasınız. Mutlu olmayı öğretmekten ziyade, güçlü olmayı öğretmeye çalışıyorum. Böylece mutlu olmayı da öğretmiş oluyorum.

Polyannacılık yapmak iyi midir?

Biraz umursamaz olmak iyidir.

Peki dibe vurduğumuz zaman nasıl güçlü kalacağız?

Bazen yaşam şartları sizi güçlendirir. Bazen de okuyarak, öğrenerek güçlü olmayı becerebiliriz. Psikolojide ‘yılmazlık’ diye bir terim vardır. Bunun zıttı yılgınlıktır. Yılgınlığı öğremek kolaydır. Kişinin gücü yoktur, işi oluruna bırakır, “Bir şey yapamıyorum” diyorsanız, bu yılgınlıktır. Yılmazlık ise pes etmemek, mücadeleyi sürdürmek demek. Bunu da öğrenebilirsiniz. Örnek vereyim: Gece elektrik gittiğinde “Karanlıkta düşer, kafamı bir yerlere çarparım” diye düşünür, ayağa kalkmaktan çekinirsiniz. Oysa yarım dakika bekleseniz gözleriniz karanlığa alışır, uzaktan bir ışık gelebilir, odanın silüeti çıkabilir... Bu, öğrenilebilen bir şey. Sabretmeyi, mücadele etmeyi ve yılmamayı öğrenmek gerekir.

Çocuk yetiştirirken dikkat etmemiz gereken en önemli detaylar ne?

Pek çok detay var. Mesela çocuk üzerinde disiplini sağlamak, yani çocuğun davranışlarına ket vurabilmek.

Disiplin, sertlik olmaz mı?

Örnekle anlatayım: Anne-baba çocuğa dondurma almaz, çocuk ağlar ve ebeveynine vurmaya başlar. 6 yaşında, anneyle dövüşen çocuklar görüyorum. Bu çok kötü bir şey. Peki niye böyle oluyor? Çünkü anne de baba da disiplin koymamış. Kural 1: Anne-babaya vurulmaz. Çocuk büyüğüne vurduysa yetişkin “Ben sana vuruyor muyum? Hayır. Hadi hemen eve yürü” diyebilmeli. İşte bu otorite kurmaktır. Anne-babanın otoritesi yüzde 51, çocuğunki yüzde 49 olmalı. İnsanımız, sevgiyle otoritenin bir arada olamayacağını düşünüyor. Oysa çocuğu severken otoriteyi kullanmak mümkün. Dayak yok. Ceza yok. Sadece çocuğun niçin, nerede hata yaptığı ona anlatılacak. Tabii ki özgürlüğü olacak ama her istediğini yapamayacağını da bilecek.

Diyelim ki çocuk yemiyor. Ne yapmalıyız?

Yemediği zaman o tabak kalkmalı, bir sonraki öğüne kadar da ortaya çıkarılmamalı. Arada acıktı diyelim; ara öğünü alabilir... Süt, bisküvi ya da meyve... Ama “Makarna istiyorum, karnım acıktı” diye direten çocuğa “Yavrum kusura bakma, o akşam yemeğinde, şimdi yiyemezsin” demeyi bilmek gerek. Bunu çocuk anlar. Yeter ki anne-baba kararlı olsun.

Siz çocuklarınızı nasıl yetiştirdiniz?

Az önce dediğim gibi, yüzde 51’lik oranla otorite bizdedir. Bazı şeyler değişir ama son cümleyi büyükler koyar. Çocuğumu öperim, severim, sarılırım, el ense çekerim ama bunları yaparken birbirimizi kollarız. Şakadan vuramaz bana, olmaz. Ama ben de ona vurmam. Asker arkadaşıma yaptığım espriyi kızıma yapmam. O da kız arkadaşıyla konuştuğu gibi benimle konuşmaz. Herkes çocuğuyla arkadaş olmayı doğru sanır ama bu yanlış. Çocuğunuzun arkadaşı değil, annesi ve babası olacaksınız.

“Kadın-erkek eşitsizliği türkülerde bile var”

Peki mesela bugünkü programınızda hangi konuyu ele aldınız?

Bir süredir özellikle ilgilendiğim, kendimi ilgilenmek zorunda hissettiğim bir konu var: Kadına şiddet. Ben ve eşim bu konuda çalışmalar yapıyoruz. Benim gibi psikoloji profesörü olan eşim Zehra’nın kadınlar ve cinsiyet rolleri üzerine kitapları var. Kadına şiddet, bizim doğal ilgi alanımız oldu.

Bu konu şimdi mi çok gündemde? Arttı mı şiddet olayları?

Artıyor ama bunun sebebi ile yeni tanışmıyoruz ki! Kadına şiddetin tek sebebi var, o da erkeğe abartılı değer verilmesi. Mesela ‘Küçük Şeyler’ programımızda bu konuyla ilgili bir skecimiz vardı: Çift 6 yıl önce boşanmış. Erkek 1 yıl sonra yeniden evlenmiş. Kadın ise 6 yıl sonra tekrar evlenmek istiyor. Eski eş “Ben bu kadını vururum” diyor. Avukatı, adamı “Bu bir suç, hapse girersin. Zaten yıllar önce ayrılmışsınız, bağınız kalmamış” diye uyarıyor. Adam ise ısrarla “O benim namusum, evlenemez. Onu vururum, alnımın akıyla hapiste yatıp çıkarım” havasında. Böyle erkekler ülkemizde çok. Bu, zorbalık. Anadolu’da hala erkek çocukları, kız çocuklarından daha değerli tutuluyor.

Başına ne gelirse gelsin kadına “Sinek kadar kocan olsun, başında olsun” deniyor. Bir türkümüz var: “Diloy diloy yaylalar, komşu kızını zapteyle, bizim oğlan aşıktır...” Bakın; bu türküde bile eşitsizlik var. “Oğlum aşık, kızı zaptet” diyor. Asıl sen deli dana gibi ortalıkta dolanan oğlunu zaptet bakalım. Madem öyle, oğlunu eve kapat! Sürekli erkeğin üstünlüğünü gösteren bir hava var bizde. Çocuğu kız doğduğu için karısına kızan erkekler, mesela. Bakın, ülkemde öyle yerler var ki!.. Kadın üçüncü kızını doğurursa üç gün yiyecek vermezler. Kız çocukları adamdan sayılmaz, erkek çocuklarının sayısı söylenir. Feodal düzenin erkeğe dayatması olmasa ülkemizde kadına şiddet uygulanmaz.

“Ne yaptığınız değil nasıl yaptığınız önemlidir"

Biraz da son romanınız ‘Kelebekler ve İnsanlar’dan bahsedelim.

Kelebekler güzeldir. Hayatları renklidir. Ama ömürleri çok kısadır. Bir kurgu efsane yarattım. Bu efsaneye göre kelebekler çok uzun yaşıyor ama hayatları renksiz. Gökteki periye gidiyorlar, diyorlar ki “Biz çok renkli olmak istiyoruz.” Peri de gökkuşağının yedi rengini kelebeklerin üzerine yağdırıyor. Ama ardından da “Artık ömrünüz kısaldı” diyor. Ya uzun ama renksiz bir ömür ya da kısa ama renkli bir ömür... Bu kurguyu gerçek hayat hikayesiyle bağdaştırıyorum. Daha ustalığa yaklaştığım bir roman oldu.

Kıssadan hisse: Çok kısa da olsa mutlu anları kaçırmamalıyız. Mı acaba?

Aynen öyle. Dilerim hepimizin hayatı böyle olur. Şimdi; ünlü besteci Schubert 35 yaşında öldü. Bıraktığı eserlere bakınca onun ömrünün kısa olduğunu söyleyebilir misiniz? Tolstoy 84 yaşında öldü. Daktilo yok, elle yazdı bütün eserlerini. Temize çekmeye kalksanız 54 yıl sürer. Mozart da öyle. Adam onca besteyi eliyle yazdı, çaldı... Onun için de “Erken öldü” diyebilir miyiz? Ne yaptığınız önemli değil, nasıl yaptığınız önemli. Bir başka deyişle, ömrünüzün uzunluğu değil, kalitesi önemli. Herkes kendi meşrebince hayatının kalitesini artırır. Trafikte biri size hakaret etti, önemsemediniz. Aynı gün işe giderken bir çocuğa gülümsediniz, mutlu oldunuz. İkisi de olağan ve küçük şeyler. Ama sizi mutlu eden, hayat kalitenizi de arttırıyordur.

(21.01.2012 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır.)

2

Haberin Devamı