Cumartesi Postası Tamer Levent: Sanatta, edebiyatta ve teknolojide devrim olması lazım

Tamer Levent: Sanatta, edebiyatta ve teknolojide devrim olması lazım

Paylaş
Tamer Levent: Sanatta, edebiyatta ve teknolojide devrim olması lazım

Tarihte Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne seçimle gelmiş tek isim. Kurucusu olduğu Türkiye Opera ve Bale Çalışanları Vakfı (TOBAV) ile sayısız ilke imza attı. Pek çok ülkede drama atölyeleri düzenledi. Bir süredir ‘İstanbullu Gelin’de ‘Garip Bey’ olarak karşımızda. Tamer Levent ile sanattan aşka uzandı sohbetimiz.

OYA ÇINAR

Haberin Devamı

oya.cinar@posta.com.tr

Sanat yolculuğunuz 50 yılı aşkın bir süreye dayanıyor. Nasıldı?

Valla ‘kendini keşfetmek’ diyoruz ya... Ben de sanat yolculuğumda kendimi keşfetme sürecimi yaşadım. Uzun sürdü. İnsan hayatında değişim noktaları vardır ya, geriye bakınca o noktalarımı çok net görebiliyorum. Bu yolculukta beni nelerin etkilediğinin, neye dönüştüğümün çok farkındayım.

Nelerdi o değişim noktaları, şimdi dönüştüğünüz kişiyi nasıl tarif ediyorsunuz?

Ankara Devlet Konservatuarı sınavına girmem başlı başına bir değişim noktasıydı. Sonra Devlet Tiyatrosu’na girmem, yedek subaylık, 12 Eylül dönemi, dünyayı gezmem... Dramayı keşfetmiş olmam ve drama konusunda tüm dünyada çalışmalar yapmış olmam... Bunların her biri değişim sürecimin önemli noktaları.

Haberin Devamı

ASKERDEYKEN KÖY İŞGAL ETTİM

1994’te Devlet Tiyatroları’nda ilk ve son kez uygulanan bir yöntemle, seçimle Genel Müdür olmuşsunuz. Ama öncesinde, askerliğiniz 12 Eylül dönemine denk geliyor...

12 Eylül’de yedek subay olarak askerlik yapıyordum. Türkiye’de bütün sivil toplum kuruluşları kapatılmıştı. Ben de arkadaşlarımla askerdeyken köy işgal ettim, düşünebiliyor musunuz? 12 Eylül gecesi bir emir geldi ve Türkiye’de hemen her köy işgal edildi. Yönetime asker el koydu. Muhtarlar, kaymakamlar, valiler işlerini bıraktı. Ben de gittiğim köyün muhtarı oldum.

Çok ilginç... Nerede bu köy?

Buradan bakınca kulağa gerçek üstü geliyor değil mi? Tekirdağ’ın Saray ilçesinde, Güngörmez Köyü’nün muhtarlığını yaptım. Yanımdaki askerlerle birlikte köyün giriş çıkışlarını kontrol ediyorduk.

Ne hissediyordunuz bunları yaparken?

Demokrasiye inanan bir insan olarak elbette yaşadığım bu olumsuzluktan olumlu bir şeyler çıkarmaya çalıştım. ‘Cephede Piknik’ diye bir film vardır. Tıpkı oradaki gibi köyü imar ettik, boyadık. Sürülerin yollarını, arı kovanlarını düzenledik. Anlayacağınız köyde müthiş bir çalışma yaptık. Dönerken köylü arkamızdan ağladı, su döktü.

Sonra?

Bir yandan askerliğim devam ediyordu ve bütün sivil toplum kuruluşları kapatılmıştı. Ama Ankara’daki arkadaşlarla sürekli haberleşme halindeydik ve sanatın sadece sanatın içinden gelen insanlar tarafından şekillenmesi gerektiği konusuna kafa yoruyorduk. Bunun için de yeni bir sivil toplum kuruluşuna ihtiyacımız vardı. Böylece Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Çalışanları Yardımlaşma Vakfı’nı (TOBAV) kurduk. 32 yıl derneğin başkanlığını yaptım ve o ekiple Türkiye’de pek çok ilki gerçekleştirdik.

Haberin Devamı

TÜRKİYE’YE AİT BİR FELSEFEMİZ YOK

Seçimle göreve gelmenizde de o vakıf etkili oldu, değil mi?

Bu vakıfla kurultaylar yaptık ve bu kurultaylar neticesinde bir kitap hazırlandı. O kitabın bir bölümünde de “Devlet Tiyatroları Genel Müdürü hükümetler tarafından atanmamalı, seçimle gelmelidir” dedik. Dönemin bakanı bana bu görevi teklif ettiğinde ben kendilerine TOBAV olarak aldığımız karar doğrultusunda hareket etmek istediğimi belirttim. Ve böylece seçimle Devlet Tiyatroları Genel Müdürü oldum.

Ne hissettiniz?

Hayallerimi gerçekleştirmek için önemli bir imkan demekti. Koltuklar bunun için sadece birer araçtır.

Haberin Devamı

Şimdi de sanat yönetmenliğini Ayla Algan’ın yaptığı, İstanbul Drama Sanat Akademisi’nde “Nasıl ve niçin sanata evet?” başlığı altında yaratıcı drama atölyeleri gerçekleştiriyorsunuz...

Hayat akıp giderken, hayatımızı sürdürmemiz için her şeye sahipken garip bir anlam arayışına düşeriz. “Eksik bir şey var” duygusuna kapılırız ya, işte o eksik sanattır. Biz maalesef sanat kavramını tanımıyoruz. Bu konuda Türkiye’de filozofik bir düşünce de gelişmiş değil. Sanatla ilgili bir felsefemiz yok.

“Işık Doğu’dan yükselir” ifadesi tesellimiz mi?

Batı’ya bakın, 17’nci yüzyıl Fransız İhtilali, 18’inci yüzyıl Sanayi Devrimi, 19’uncu yüzyıl Sovyet ihtilali ve savaşlar... Ve yine tüm bunların arasında yüzlerce filozof daha uygar, daha estetik bir yaşam arayışıyla felsefe üretmiş. Bunun için kafa yormuş.

Türkiye’de bu anlamda felsefe üreten kimse yok mu?

Maalesef yok. İslami anlamda bakınca İbn-i Haldun’u, İbn-i Sina’yı, İbn-i Rüşd’ü görüyoruz evet. Onların felsefesi de Rönesans’a ışık tutmuş. Ama bize tutamamış. Çok enteresan değil mi? Çünkü Hıristiyanlık dini, sanat kavramıyla çakıştığı dönemdeki gibi kalmamış, güncellenerek yorumlanmış. Hıristiyan alemi o dönemin bağnazlığından kurtulup din kavramının bölücü değil, bütünleştirici olması konusunda uzlaşmış. Orada da sokaktaki insan sanatı tarif edemiyor ama tarif eden filozofları var, bizde yok.

Haberin Devamı

Bunu neye bağlıyorsunuz?

Osmanlı’da Hezarfen Ahmet Çelebi suçlandı; uçmayı hayal ettiği için... Batı’ya bakın, Benjamin Franklin’e bakın, Leonardo Da Vinci’ye bakın... Da Vinci hayata dair her konuda bir şey düşünmüş. Bugünkü helikopteri bile düşünmüş, çizmiş. O adama neden kimse “Suç işliyorsun, Tanrı’ya karşı çıkıyorsun” dememiş. İşte bunu demeyince gelişme kaydediyorsun.

50 YILDA TÜRKİYE’DEN BİR TANE KEŞİF ÇIKMADI AMA YURT DIŞINA GİDEN BEYİN GÖÇÜNDEN ÇIKIYOR

Dini yanlış yorumlamaktan mı kaynaklanıyor?

Evet, ama Tanrı insanlara “Yapma” mı diyor? Aksine “Yap” diyor. Din kitaplarında “Ol” diyor. ‘Yaratıcı’ lafını kullanmak bile Türkiye’de bir dönem Tanrı’ya eş koşmak gibi algılandı. Halbuki bunu sen öyle yorumluyorsun. Başkalarını tahakküm altına alabilmek için yaratıcılık lafına karşı çıkıyorsun. Böyle garip garip işler… 50 yılda Türkiye’den bir tane keşif çıkmadı. Ama yurt dışına giden, ‘beyin göçü’ dediğimiz tayfadan çıkıyor. Mehmet Öz mesela, ilk aklıma gelen. Ama bunu Türkiye’de yapamadılar işte, yapamıyorlar. Sanatta, edebiyatta, teknolojide devrim olması lazım.

Bu nasıl olur sizce?

90’ıncı yılında Diyanet İşleri Başkanlığı şöyle bir açıklama yaptı: “İslamiyet eğer güncellenmezse, ilk çıktığı gibi yaşanırsa, İslami camiada çağın teknolojisini benimseyenlerle benimsemeyenler sürekli birbiriyle kavga içinde olacaktır” denildi. Bu meşru bir şekilde söylenmiştir. Biz bunun niye devamını getirmiyoruz? Ona bakmak lazım.

GÜNÜMÜZ SANATI ÇAĞA TANIKLIK EDEMİYOR KORKU ÇAĞINDA YAŞIYORUZ

Sizce günümüz sanatı çağa tanıklık edebiliyor mu?

Maalesef edemiyor. Dünyanın her yerinde insanlar mutsuz, göçler durmuyor. Belki bu da yeni bir dünya arayışı, yeni bir simülasyon. Az nüfuslu ülkelere Orta Doğulu göçmenlerin giderek, onlara entegre olmasıyla yeni bir dünya düşünülüyor olabilir.

Ama insanlar ölüyor, mutsuz oluyor... Ve bu çağı yaşayan bizler sanatla buna ayna olamıyoruz. Bugün öyle bir otorite var ki insanları susturuyor. Siz ortaya çözüm fikirleri getiriyorsunuz, yine susturulmaya çalışılıyorsunuz. Bu yaşadığımız bir korku çağı. Korku çağına dönüştü... Bu korkuyla baş edebilmek için kendimizi diri tutmamız lazım.

“DİZİ, SANAT DEĞİLDİR” SÖZÜNÜ AYIPLIYORUM İNSANLARA LÂYIK OLDUĞU ŞEYİ VERMEK ZORUNDASINIZ

Sanat geçmişinize hakim olmayanlar sizi ‘İstanbullu Gelin’deki ‘Garip’ rolüyle tanıyor. Popülerlik bu anlamda bazen insanı kendine yabancılaştırıyor mu?

20’li yaşlarımda ya da 30’ların başlarında buna takılırdım belki. Yıllar önce eşim TRT’de ‘Ferhunde Hanım ve Kızları’ dizisini yaptı. Türkiye’de en uzun oynayan dizidir. Ben o sırada Devlet Tiyatroları’nın baş rejisörüydüm. Daha Genel Müdür olmamıştım.

Dizide rol almadım. Rol alan arkadaşlarım çok iyi paralar kazandılar, ben o paraları kazanamadım. Ama bu bir seçim. O zaman bunu yapsam kendime ihanet etmiş gibi hissedecektim. Ha bunu umursamayan çok insan var, umurunda bile değil. Ama benim umurumda. O yüzden de yapmadım. Bugün geldiğim noktadaysa içim çok rahat.

Özcan Deniz adını duyduğunuzda da duraksamadınız o zaman...

Kesinlikle hayır. Ben sevgili Özcan’la daha önce de çalışmıştım ve benim oyunculuk anlayışımla onun reji anlayışının çok örtüştüğünü görmüştüm. İnsan olarak da çok değerlidir. Müthiş bir tenor aynı zamanda.

Dizinin inanılmaz bir kitlesi var. Sadece oradaki karakterlere değil izleyiciye de psikoterapi yapıyor gibi...

‘İstanbullu Gelin’ bu anlamda çok önemli bir iş yapıyor. O yüzden bazı oyuncular arasında söylenen “Dizi sanat değildir” sözünü çok ayıplıyorum.

Bakın burada bir sanat var. İsteyince yapılıyor. Sen izleyiciye layık olduğu şeyi, layık olduğu şekilde sunmayıp sonra böyle yanlış düşüncelerin arkasına sığınırsan bu olmaz.

GARİP BEY HAYATTAYKEN YAŞAMI UNUTANLARA UMUT OLDU

Sizin rolünüzün, ‘Garip Bey’in bu kadar sevilmesini neye bağlıyorsunuz? Garip Bey belirli yaştaki insanların, henüz yaşarken hayatı terk etmiş, ya da hayata çok umutsuz bir yerden bakan insanların umudu oldu. Hayır, hayat her yaşta, tutunduğun her noktada güzelleşebilir düşüncesini gösteriyor onlara.

İnsan izlerken “Aşk her yaşta aşk galiba” diyor. Bu senaryonun marifeti mi?

Her oyuncu bu duyguyu bize böyle geçirebilir miydi? Bazen yolda çeviriyorlar, “Hakikaten Garip bey kadar zarif misiniz, kibar mısınız?” diyorlar. Ben de diyorum ki “O Garip Bey, ben başka biriyim.”

Bu kez ‘Aşk Yeniden’deki İzzet Kaptan gibi bir adam nasıl Garip Bey gibi birine dönüşür, bu kadar farklı iki insan aynı insandan nasıl doğabilir deniyor. Buna cevabım şu: Ömrüm bunun çabasıyla geçti. Ve o çaba hiçbir zaman bitmeyecek.

DÜNYANIN GERİ KALANINI UNUTMAKTIR AŞK

Bize aşkın en naif halini ekrandan yansıtan biri aşkı nasıl tarif eder?

Çok enteresandır, Araplar birbirleriyle karşılaşınca “Merhaba” demiyorlar, “Aşk” diyorlar. İyilik, güzellik anlamında kullanıyorlar. Aşkın en güzel tarifİ de iyilik ve güzellik kanımca. Bu güzelliği hayatta yaptığımız her işe yansıtmamız gerekiyor.

Hayatta bir işi tutkuyla, aşkla yaptığında zaman ve mekan mevhumu kalmaz. Dünyanın geri kalanını unutursunuz. Dünyanın geri kalanını unutmaktır aşk.