Erhan Altunay Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik
HABERİ PAYLAŞ

Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik

Ünlü İngiliz kuramcı Jeremy Bentham'ın daha 1785 yılında ortaya attığı bir tasarım o zamanlar çok kısıtlı bir çevrede tartışılmıştı. Panoptikon adı verilen bu tasarım aslında optik bir oyundu ve bir hapishane tasarımıydı. Buna göre, hem mahkûmun kendisinin hem de hücreye gelen ışığın yarattığı gölgelerinden mahkûmun yansımasının gözlendiği halka biçimli bir hapishaneydi bu… Mahkûm siluetinin kimler tarafından gözlendiğini bilemiyor, gardiyanın nereden baktığının farkında olamıyordu.

Böylece gözlenip gözlenmediğini bilmeden kendini sürekli gözlenmiş hissediyor, olabilecek yanlış hareketlerden kaçınıyordu.

Haberin Devamı

Bu fikir bir hapishane için düşünülmüştü ama ilerleyen zamanda bir anda toplumbilimcilerin ve felsefecilerin ilgi odağı oldu. Bu model aslında bir hapishaneden çok, yaşadığımız topluma uyuyordu.

“Büyük Birader Seni İzliyor!”

Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik

Özellikle medya araçlarının daha etkin olması ve hegemonik kapitalizmin gelişmesi bu düşünceyi pekiştirdi. 20'nci yüzyılın dijitalleşmeden habersiz toplumları eldeki olanaklarla kendilerinin ve özel yaşamlarının izlendiğini savunurken aynı zamanda yaklaşan global kapitalizmin özgür iradeyi nasıl manipüle edebileceğinin de farkındalardı. Aynı şekilde Foucault da aslında birer Panoptikon olan hastane, okul ve hapishane gibi kurumların aslında birer “disiplin” kurumu olduğunu ve düzenin devamını sağladığını söylerken, burada çalışan doktor, öğretmen ve gardiyanların farkında olup olmadıklarına bakılmaksızın düzenin devamının sağlayan kanlı canlı elemanlar olduğunu söyler.

Panoptikon'un hapishaneden çıkıp geniş kitlerle yayılması, ifadesini edebiyatta da bulmuştu.

Bu konuda George Orwell’in 1949 yılında yazdığı “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” isimli distopik roman kuşkusuz bir başyapıttır. Burada İngiliz toplumunun üstünlük iddiasını da eleştiren Orwell bütün özgürlüğü kaybetmiştik duygusunu “Büyük Birader Seni İzliyor!” sloganıyla ifade eder.

Bu slogan zamanla modern insanın kafasına bir çekiç gibi inecek ve mahremiyetinin ve özgürlüğünü kaybettiğini daima hatırlatacaktır.

Sinema ve televizyon dünyasında 'Panoptikon'

Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik

Bu konudaki en büyük çılgınlık kuşkusuz 1971 yılında olmuştu. 30 Mayıs - 31 Aralık 1971 arasında çekilen ve 300 bölüm halinde yayınlanan bir tür belgesel olan “Bir Amerikan Ailesi” (An American Family) adlı televizyon programı, bilindik, hali vakti yerinde bir Amerikan ailesinin gündelik yaşamını televizyon ekranlarına yansıtmış, ailenin hayatı kesintisiz, olanca çıplaklığı izleyiciye sunulmuştu. Bu programa katılmayı kabul eden Loud ailesi “kameralar yokmuş” gibi yaşarken aslında kendi gerçekliğini kaybetmiş ve aile kavramını da yapay bir “show” haline getirmişti. Jean Baudrillard da bu durumu yıllar sonra “bir kurban töreni” diye tanımlamıştı.

Haberin Devamı

Yıllar sonra senaryosu Andrew Niccol tarafından yazılan ve yönetmenliğini Peter Weir'ın yaptığı 1998 yapımı “The Truman Show” filmi de aynı konuya başka bir açıdan yaklaşmış ama bu kez “gözetlenen” kişinin bunun farkında olmadığı bir öykü izleyiciye ulaşmıştır.

Çeşitli televizyon programları ve “Biri Bizi Gözetliyor” türü yarışmalar da insanların bu önüne geçilmez “gözetleme” duygusuna hitap etmiştir.

Haberin Devamı

1997 yılında Thomas Mathiesen tarafından tartışmaya sunulan sinoptikon kavramı da sanal dünyada, çoğunluğun başkalarının hayatını gözetlediği bir durumu ortaya koymuştur. Panoptikon’un aksine kendini “gözetlettirmek” gönüllü bir eylem olmuştur.

Sosyal medya çılgınlığı hiçbir zaman hız kesmedi

Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik

İnsanın içinde olan ve sürekli bastıramadığı “birilerinin mahremiyetini izlemek” fikri egemen güçlerin iktidarlarını sürdürmesinin bir aracı olunca distopik bir felakete dönmüş ve aynı zamanda da zamanının özgürlükçü düşüncesine ışık olmuştu.

Zamanla gerçek bir Panoptikon içinde yaşadığının farkına varan düşünürler de bunu devamlı dile getirmişlerdir.

Son zamanların hızlı “dijitalleşmesi” ise kullanıcıların bütün bilgilerinin ulaşılabilir olmasına yol açmış, kullanıcıların yemek, alışveriş ve seyahat tercihleri gibi en mahrem alışkanlıkları da veri olarak toplanılabilir hale gelmiştir.

İnternetin kişisel yaşamın bu kadar içine girmesi, veri alışverişinin iki taraflı olduğunu başta unuttursa da, kişisel bilgilerin de başkalarının ve özellikle de yönetici güçlerin eline geçtiği düşüncesi günümüze kadar defalarca dile getirilmiştir. Bu konuda kullanıcıların defalarca uyarılmasına rağmen sosyal medya çılgınlığı hiçbir zaman hız kesmemiştir

İnsan doğasına tamamen aykırı bir durum

Mahremiyet ve özgürlüğümüzü kaybettik

Günümüz toplumunda ise durum çok daha ilginç bir hal almaktadır. Sürekli gelişen sosyal medya araçları ve cep telefonu uygulamaları kişilerin bütün mahremiyetini üçüncü taraflarla paylaşılmasını sağladığı halde, kullanıcılar ya bunu “çaresizce”, bir tür “öğrenilmiş çaresizlik” çerçevesi içinde ya da büyük bir kayıtsızlıkla “gönüllü” kabul etmekte ve yukarıda andığımız “Loud ailesi” gibi geleneksel sosyal yaşamın yapaylaşması ve çökmesi sonucuna koşar adım gitmektedir.

Özellikle gerçek sosyal toplulukta var olamayan bireylerin sanal topluluklarda varlığını kanıtlaması egemen güçlerin istediği bir yaşam biçiminin de topluma kabul ettirilmesi açısından bulunmaz nimet olmuştur.

Post-Corona sürecinin içinde öngörülen hızlı bir dijitalleşmenin de insanın mahremiyetine ait son sınırları ortadan kaldıracağı düşünülmektedir. Bu bağlamda geleneksel toplum düzeninin ve aile yapısının çökmesi, totaliter devlet yapısının daha baskın olması ve algı yönetimi ile tek tip bireylerin yaratılması kaçınılmazdır.

Bu aslında geleneksel açıdan baktığımızda büyük bir yıkımdır ve insanın doğasına tamamen aykırı bir durumdur.

Büyük bir hızla dijital bir uçuruma sürüklenen insanın tam da bu noktada durup düşünmesi ve “sanal olan” ile “doğal olan” arasında bir seçim yapması gerekmektedir.

Sıradaki haber yükleniyor...
holder