Son günlerde yaşanan sinema yapımcıları – salon işletmecileri kavgası hız kesmeden devam ediyor. Belli ki kimse geri adım atmak istemiyor. Tartışmanın iki tarafını da dinledik; Cem Yılmaz ve Yılmaz Erdoğan başta olmak üzere yapımcılar taleplerini ortaya koydu. Sonu:İki taraf da Nuh dedi, peygamber demedi…
Peki ne istiyorlar? Yapımcılar salonlardan aldıkları yüzdelik payın kendilerine eksik verildiğini, salonların mısır ya da bedava bilet gibi kampanyalarla gelir artırırken bunu sadece kendi kârlarına yansıttıklarını ve kendi paylarının haksızca azaldığını anlatıyorlar. Türkiye’de neredeyse salon tekeli haline gelen CGV Grup’sa bunu yaparlarsa bilet fiyatlarının fırlayacağını ve seyircinin zarar göreceğini, herkesin mısırdan memnun olduğunu ve geri adım atmayacağını söylüyor.
Ben de iki tarafı da dinledikten sonra Murat Özer’le, konuya oldukça hakim ama sadece sinemanın tarafında durduğunu çok iyi bildiğim bir sinema aşığıyla, bu kültürel çöl ikliminde arkasında büyük grupların desteği olmadan Sinema Se7en Mecmua’yı çıkaran, her gün film izleyen, filmi de en çok sinemada izlemeyi seven Murat Özer’le konuştum…
Bu ülkede Murat Özer’i sinemayla ilgilenen herkes tanıyor. Ama tanımayan okuyucularımız için bir daha anlatabilir misin rica etsem. Murat Özer’in sinemayla olan ilişkisi nedir? Ne yapar? Neden sinema yazarı olmuştur?
-Profesyonel sinema yazarı olarak 30 yılı devirdim bu sene. İşin gerçeği sinemayı çok sevmenin, çok sıkı bir izleyici ve sinema arşivcisi olmanın yanı sıra bu mesleğin ustalarına; Atilla Dorsay, Vecdi Sayar, Sungu Çapan gibi isimlere özenerek başladım sinema yazmaya. Birçok gazetede, dergide ve hatta dijital mecralarda yazılar yazdım, dergiler çıkardım. Şimdi de Sinema Se7ven Mecmua’yı çıkarıyoruz.
ÖRNEK OLMAK İSTİYORUM
Peki ben bunu çok iyi bildiğim için soruyorum; bu ülkede bu işi yapmak, maddi kazancının çok az, hatta yok denecek kadar az olacağını bilerek yapmak delilik değil mi? Neden yıllardır süren bu inat, hangi aşkla yapar insan bunu?
-Benimki sinema aşkının yanında aslında biraz da bir inat, bir ısrar ediş. Ben nasıl ustalarıma özenerek bu işlere girdiysem şimdinin genç kuşak yazarları da birilerinin hala bu işi sevgi ve özveriyle ve hiç vazgeçmeden yaptığını görsün istiyorum. Örnek olmak istiyorum yani.
Son günlerin tartışmalarını hepimiz takip ediyoruz. Önce şunu sorayım: Sen ilk başladığında sinema yazmaya, eski yıllarda nasıldı sinemanın durumu? Şimdiki tartışmalar yoktu belki ama sorun da çoktu sanki?
BİR YILDA 10 FİLM
-O yıllarda yılda yapılan film sayısı iki elin parmakları kadardı neredeyse. Hele 12 Eylül’ün sinemaya vurduğu darbe korkunçtu. Bu bir avuç filmden de sadece bir-iki tanesi gelirdi sinemalara. Onları izleyebiliyorsak şanslıydık, diğerlerini sinemalara uğrayamadan uğurluyorduk zaten.
Bu tartışmalar neden şimdi çıktı? Ülke sineması kan ağlıyor cümlesi yıllardır ağzımızda, neden herkes şimdi konuşmaya, sistemden rahatsızlığını dile getirmeye başladı?
-Rakamlar ortada: Neredeyse 35-40 milyonluk bir seyirci var ortada. Bu çok büyük bir rakam. Ve ortada böyle rakamlar varken kavga çıkmaması zaten imkansız.
PASTA BÜYÜKSE PAYLAŞMAK ZOR OLUR
Pasta büyüdü, kâr arttı, kavga başladı öyle mi diyorsun yani?
-Evet. Aslında bu tartışmada taraf değilim. Taraf değilim derken ben sadece sinemadan tarafta olabilirim zaten. Bu kavgada asıl dert “para”. Herkes kazandığı paranın artmasını istiyor. Ben paranın tarafında, ortada bir tekelleşme varsa o tekelleşmenin tarafında zaten duramam.
Peş peşe açıklamalar geldi iki taraftan da; önce yapımcılar, sonra salon işletmecileri, sonra Cem Yılmaz’ın çıkışı ve en son da CGV CEO’sunun uzunca açıklaması. Özetle ne diyor bu büyük grup? Neden geri adım atmıyor?
-Kurumsal ilişkiler direktörü hanımefendinin yaptığı açıklamada üstten bakan bir tavır vardı, devlet araya girerse biz şartlarımızı onlara da kabul ettiririz anlamına gelecek şeyler söylemiş. CEO ise Güney Kore’den örnekler vermiş. Ancak biz rakamlara bakarak sonuç çıkaramayız Güney Kore açısından. Belki de orada da öyle büyük bir tekel haline gelmişler ki devleti de diğer bütün küçük işletmecileri de ezmişler ve tek güç haline gelmişler. Bunu bilmiyoruz, bu örnek doğru bir örnek değil.
SİNEMAYI CEM YILMAZ MI KURTARSIN?
Herkes bir yandan da Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan gibi isimlere kızdı. Şimdiye kadar neden sustunuz diye. Neden sustular gerçekten? Ya da tek susan onlar mıydı?
-Neden konuşmak zorunda olsunlar ki? Türkiye sinemasını kurtarmak onların görevi mi? Ya da şöyle diyelim; evet onlar en büyük isimlerden bazıları. Ancak daha bir sürü yapım şirketi, sinemacı, yönetmen var. Onların da hiç sesi çıkmadı. Romantik komediler, dizlerden türeyen filmler… Birçok örnek var. Onlar da aynı sistemin içindeler ama şikâyet etmediler bugüne kadar. Hâlâ da etmiyorlar, Cem Yılmaz öne çıktı, o konuştu, ona kızdık gibi oldu aslında.
(Burada bir parantez açarak devam ediyoruz sohbete)
-Bu bahsettiklerimiz elbette sinema için uğraşan, iyi filmler çeken, onları festivallere yollayan, emeğin yanında duran sinemacılar değil. Bu konulara kafa patlatan çok arkadaşımız var sektörün içinde. Lafımız meclisten dışarı yani…
BİZİM KÜLTÜRÜMÜZ MISIR DEĞİL ÇEKİRDEK
Çok tartışıldı, bunu da soracağım: Mısır sinemamızın kültürünün bir parçası mıdır gerçekten? Seyirci mısırdan memnundur diyerek çıkabilir miyiz işin içinden?
-Bizim sinema kültürümüzde mısır yok. Mısır Amerika’dan gelen bir alışkanlık. Türkiye’de sinema kültürünün parçası olan şey çekirdektir. Şimdi yenmez elbet çıt çıt ama yazlık sinemalardan kalma bir parçası sinemanın. Seyirci istiyor dediğiniz şeylerin hepsini siz yaratıyorsunuz. Seyirci 3 saatlik televizyon dizisi istiyor muydu? Sanmam. Film başlamadan önce dayatılan yarım saatlik reklamları kim ister? Bunlar dayatmaların sonucunda oluşan şeyler.
SİNEMADA TELEFONUYLA KONUŞAN VAR…
Bence zaten derdimiz mısır olmasın. Sinema adabı, telefonuyla oynayanlar ve hatta açıp konuşanlar var, onlara bir çözüm bulsak keşke.
-Bu da Amerika’dan ithal bir durum. Oradaki seyirci alışkanlıkları da aynı böyle, telefonuna bakan, film oynarken konuşan, kalkıp yürüyen falan. Bir de sosyal medya terbiyesizliği diye bir şey var. Herkesin her konuda fikrinin olduğu, her şeyi söylediği bir dünya. Twitter’da çok akıllı, Instagram’da harika hayatlara sahip insanlarız artık. Bu sinema salonuna da yansıyor. Orada da canı ne istiyorsa onu yapıyor insanlar.
BU SEFER FİLLER TEPİŞİRKEN ÇİMENLER EZİLMEYECEK
Nasıl biter bu tartışma? Kim kazanır sence?
İki taraf da kaybetmez bence. (İkimiz de kahkaha atıyoruz bu cümleye) İki taraf da çok güçlü çünkü; yapımcılar da şirket de. Bir taraf daha zayıf dursa diğer taraf ezerdi onu. Burada herkes kendi çıkarlarını koruyacak bir anlaşmaya imza atar, kapanır konu. Ama küçük yapımcılar da kaygılanmamalı bence. Sonuçta buradan bir kazanımla ayrılacak büyük yapımcılar küçüklere de olumlu şeyler sağlar. Düşünün, büyük yapımcılar paylarını artırırlarsa küçükler de artırmış olacak, 1 alıyorsa 2 alacak artık. Bu bile bir kazanımdır. Yani filler tepişince çimenler ezilmeyecek bence bu kez.
Şimdiye kadar neden çözemedik bu dertleri? Neden bu kadar büyüdü bu işler?
-Kimse birlik olmuyor çünkü. Sektörde çok fazla meslek örgütü, dernek, sendika var. Herkes kendi derdinin peşinde. Bu kadar büyük çaplı sorunlar için herkes birlikte hareket edebilseydi şimdiye kadar daha çok yol almış olurduk. Dizi setlerinde çalışan set işçileri öldü, kaza dediler. O kazalar bu insanlar insani şartlarda çalışmadığı için oluyor. Bu konularda bile birleşip büyük bir hareket başlatamadık maalesef.
Son soru: Film nerede izlenir? İlla sinema şart mı?
-Film bence sinemada izlenir. O salona girmek, yerine oturmak, ışıkların sönüp etrafın kapkaranlık olması… Bunlardır sinemanın büyüsünü yaratan. Sinemaya gitmek eylemine verilen emektir.