İnci Tulpar Dışı bakanı yakar, içi oturanı...
HABERİ PAYLAŞ

Dışı bakanı yakar, içi oturanı...

Haberin Devamı

Ülke genelinde bina kalitesi ve görünüşü son derece zevksiz, estetiksiz ve kalitesiz! Binalar tek tek de bir arada da felaket görünüyor! Geçen hafta posta kutuma en az 4 adet ‘sevimli, çiçekli, tuğla duvarlı, pastel boyalı’ ev resimleri gösteren slayt gösterisi düştü! Herkes bayılıyor bu evlerin resimlerine bakmaya ki, paylaşıyorlar! Belki de içleri açılıyor! Ben de yarattığı duygu ise; çaresizlik ile karışık bir kıskançlık! Her sokağa çıktığımda, bir mahalleden geçtiğimde, yeni bir şehre indiğimde evlere bakıyorum.

Eciş bücüş, eğri büğrü, boyasız veya cart badanalı, hatta üzeri yer karosu/ banyo fayansı kaplı apartmanlar çıkıyor karşıma! Biliyorum, zengin bir ülke değiliz. Biliyorum, çoğu aile başını sokacak bir evi zor buluyor. Derdim pahalı görünüm/ lüküs hayat/ aristokrasi değil! Tek isteğim var: Depreme dayanıklı ve dış yüzeyi belli kurallara göre yapılmış, reklâm panosu kirliliğinden muaf, basit fakat derli toplu yapılara sahip bir şehircilik planlaması! Sayın Kadir Topbaş’a sesleniyorum: Sayın Başkan; siz ki ‘güzel şehir’ seversiniz, her sene lâleler dikersiniz, park ve bahçelerin peyzajına önem verirsiniz; peki, şu yapıların görüntü kirliliğine bir çare bulamaz mısınız? Tabelaları küçültüp bina yüzeylerine tuğla veya belirli tonlar uygulanması için bir adım atamaz mısınız? Çok mu zor?

Dışı bakanı yakar, içi oturanı...

Düşler alemi gibi değil mi?

Kadayıf’ı sokaktan...

Sizin de dikkatinizi çekmiştir belki; bu haftanın yazı konuları hep ‘sokaktan’ gelen gözlemler sonucu oluştu. Öyle denk geldi nedense. Evler, insanlar, hatta kediler ve köpekler çarptı hep gözüme. Belki bahar gelişi, doğa uyanışı gibi bir durumdur bu da. Bahar ile birlikte algımda da bir uyanış, algılamamda da bir sokak önceliği oluşmuş olabilir. Tam bu yazıya başlamış ve “Hımmm, başı böyle başladı ama bakalım sonu nasıl bağlanacak” diye kendim de bir merak içindeyken, çok sevdiğim bir arkadaşım aradı. “Evdeysen çabuk gel bana!” dedi. “Sana göstereceğim bir şey var!”

Tipik mızlanmamı yaptım: “Yazıdayım, gelemem, telefonda söyle, yarın gösterirsin!” gibi klâsik bahanelerimi sıraladım... “Yok yok, gel bak, pişman olmayacaksın!” Baktım, yazının da bir yere gitmeye niyeti yok; “Bari ben gideyim, yazı da arkamdan gelsin” dedim, kalkıp gittim. Arkadaşımın evi, daha doğrusu mutfağı, bir evde olabilecek ‘en sıcak, en hayat dolu’ mutfaktır. Çay fokurdar, 3 kedisi balkona girer çıkar, hafiften radyo çalar, bir de kenarda kuzine soba yanar...

Girince rahatlar insan. Sadece insan değil, 3 adet kedisi de orada pek rahattır. Her biri bir yana serilir, mırıldar, yemek aranır, sürtünür, ilgi verir, ilgi alır... Meğerse, artık mutfağın bir elemanı daha varmış! Küçüçük, tosuncuk, sürekli uyuyan bir Kadayıf eklenmiş mutfak ahalisine. Bir gece önce, kendisini arkadaşımın arabasının önüne atmış Kadayıf Bey! 60 günlük var yok bir kangal kırması, bir sokak çocuğu, ıslak bir köpek yavrusu! Ezilmekten son anda kurtulmuş! “Bırakamadım. Bırakamazdım” dedi arkadaşım. Yıkanmış, taranmış, karnı doyurulmuş, kırmızı bir havlu yastığın üzerinde, kuzinenin önüne kurulmuş! Pek rahat, pek güzel, pek akıllı ve de pek kısmetli bir Kadayıf olmuş! Gökten 3 kırmızı elma düşmüş; biri okuyana, biri Zerrin’e, biri de Kadayıf’a... Yazarın notu: Gelecek hafta yazım yok. Uzak sokaklara varacağım biraz da. Kısmetse dönüşte Çepeçevre’de buluşuruz yine. O güne dek sağlıcakla kalın.

Ayten, Ayla, Yeliz, Hümeyra, Tanju, İlhan, Cem Karaca...

Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği denizine düştüm yine. Her mevsim dönümünde, her gece-gündüz dönencesinde, her güneş ile yağmurun havada kapışmasında; tek tek aklıma düşen arkadaşlarımı topluca çağırdım ‘CD ÇALAR’ PARTİSİNE. Onlar söyledi, ben dinledim... ‘Sevince her şey başka’ dedi Ayten Alpman... ‘Bu ne dünya kardeşim’ diye ekledi Yeliz... Ayla Algan güçlü sesiyle başını çekti kanonun; ‘Bir sevda geldi başıma...’ Hümeyra; nemlendirdi gözlerimi; ‘Artık demir almak günü gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan...’ Cem Karaca dedi ki ‘en asil ağaçtır ceviz, hele de Gülhane Parkı’nda ise...’ İlhan İrem naifçe katıldı koroya; ‘Ağlama arkadaş, ağlama aşk için...’ Ve Tanju Baba noktayı koydu; ‘Öyle sarhoş olsam ki, bir an seni unutsam...’ Aralarından göçenler oldu; ruhları şad olsun, kalan sağlar bizimdir.

Hayattaki yerimiz

Farkında olsak da olmasak da hepimizin hayatta bir yeri var. Hiç kimse, diğerinden daha önemli veya daha önemsiz değil. Unvanlar, görevler, âmirler ve terfiler olmadığı zamanlarda bunu fark etmek daha kolaydı . Ne yazık ki artık modern dünyanın hay huyuna kapılmış giden insanlarız hepimiz. İşte bu nedenle de bazen birkaç dakika geriye yaslanamıyor, hayattaki yerimizi fark edemeyebiliyoruz.

Oysa ki kimimiz iyi bir anne, kimimiz iyi bir baba, kimimiz iyi bir komşu, kimimiz iyi bir arkadaş olarak birileri için önemliyiz. Yurt dışında yaşadığım dönemde, New York Central Park’ta evsiz yaşlı bir kadına rastlamıştım. Sanırım, yine görüntüme takılan insanlar için, sadece kendime anlattığım hikâyeler yazmakta olduğum bir gündü. O yaşlı kadına bakınca içimde sadece ‘üzgün’ bir hikâye doğmuştu. Dünyada çok yalnız olduğunu, kaybolsa kimsenin onu özlemeyeceğini düşünerek üzülmüştüm.

Sonra çullar içindeki kadın bir banka oturdu ve cebinden çıkardığı kırıntılarla güvercinleri beslemeye başladı. Bir anda etrafı onlarca güvercinle doldu. Kendimin ve diğer insanların hayattaki yerini düşünürken aklıma geldi o kadın. Onun da hayattaki yeri güvercinlerinin yanı idi. Onun da bir görevi/özleyeni/seveni vardı. Ne demiştik başlangıçta; ‘Hiçbirimizin hayatta kapladığı yer, diğerinden daha önemli veya daha önemsiz değil.’ Hepimizin bir ‘var olma’ nedeni var aslında. Hepimiz, her gün, her hareketimiz ile bize bahşedilen bu ‘var olma gayesi’ için yaşıyoruz. Yeter ki insan, değerler içinde olsun... Kötülüğü kapıya koysun...

Sıradaki haber yükleniyor...
holder