Ekranlarınıza Como Gölü gibi konumlarda teknelerinde romantizm yapan, zarif kıyafetleri içinde ihtişamlı davetlerde süzülen, sanki 1940’larda geçen filmlerden fırlamış gibi görünen insanların görüntüleri daha sık düşüyor olabilir.
Bu görüntüler yapay zeka üretimi değil. Peki, kim bu insanlar? Tanıştırayım. Hayatlarını sürekli -teklifsizcekayıt altına alanların son sürümü: The Tuxedo Society. Türkçesi, smokin topluluğu. Bu köşenin okuyucularının aşina olduğu ‘old money’ (eski para sahibi-köklü zengin) akımının son ürünü bu insancıklar. Asil bir soydan gelmiş gibi, aristokrat gibi görünmek isteyenlere özel kurulan kulübün üyeleri. Yılda 6 bin Euro üyelik ücreti ödüyorlargüya. Şık giyinip teknelere biniyor, tarihi malikanelerde, kalelerde düzenlenen davetlerde salınıyorlar. Bu kulübün üyelik kriterlerinden biri, yıllık en az 500 bin Euro gelire sahip olmak ve yedi haneli bir servetin mirasçısı olmak. Ama merak etmeyin. Böyle bir para yok. Bu kriter bile ‘göstermelik.’ Amaç, o dünyanın parçası olmak değil, parçasıymış gibi görünmek çünkü.
SAHTE ASALET OYUNU
Son zamanlarda İstanbul’da da ‘old money’ temalı davetler var. Örneğin ‘Baba’ filmine özel gecelerde eski gangster filmlerinin havasını yaşamak isteyenler toplanıyor. Ama bu davetlerin konukları kimlik değiştirmeye, başkasıymış gibi davranmaya değil, eğlenmeye gidiyor. Yani kimse mafyacılık oynamıyor. Bu aristokrasi kulüplerindekiler, koca koca insanlar, kendilerini inandırdıkları bir oyunun, bir illüzyonun içindeler. Yeni çağda “fotoğraflanan her şeyin gerçek sanılması” yanılgısında savrulan kayıp ruhlar... Hayatı bir içerik sürecine çevirmiş durumdalar. Sahte asaletin prim yaptığı, Instagram’ın zenginliği bir kostüme, lüksü bir etikete dönüştürdüğü dünyanın ürünleri. Köklü zenginlikle hiç alakası olmadığını söyleyeyim bu görüntülerin. Asilzadeler böyle dolaşmaz. İçerik üretmez, kaydedilmeye ihtiyaç duymaz. Fotoğrafları kolay erişilebilir değildir. Gardıropları mirastır. Kıyafetleri gösterişi değil, alışkanlıklarını temsil eder. Bu zenginlik, paranın ötesinde bir görgüden gelir.
İNSANLIĞIN AHLAKİ ÇÖKÜŞÜ ‘LIKE’ TUŞU İCADIYLA BAŞLADI
Bu hafta Facebook’un 21. yıl dönümüydü. Like (beğeni) tuşunu icat eden Facebook değil, YouTube olsa da en çok onun platformlarında kullanılan bir tuş oldu bu. 2009’da Facebook’la hayatımıza girdiğinde, bu tuşun modern dünyanın en güçlü ‘uyuşturucularından’ biri olacağını uzun yıllar fark etmedik. Ama bugün geldiğimiz yerde insanlar sadece yaşamak için değil; ‘like’lanmak’ için yaşıyor! Beğenilmek bir his değil, bir skor oldu. Mutluluk, içsel bir deneyim değil, anlık bir bildirim oldu. Dijital dünyada var olmak için insanlar sürekli kendilerini pazarlayıp duruyor! Kim olduklarını unutuyorlar. Bir aktör düşünün. Oyun sırasında kendini tamamen role kaptırıyor. Perde kapanınca rolün bitmesi gerekir, değil mi? Ama artık sahnede olmadığını unutuyor. Rolüyle özdeşleşiyor ve onun sevincini, dertlerini kendi gerçekliği sanmaya başlıyor. İşte sosyal medya çağında olan tam olarak bu. Like tuşu için kendini sahnede tutmaya çalışanlar, gerçek kimlik inşası yerine dijital imaj için yaşıyor. Like tuşu, insanlık onuruna, benliğin namusuna çakılmış bir çivi haline geldi.
AŞKIN ALGORİTMASI OLMAZ
Bir zamanlar ilk buluşmalar heyecan ve belirsizlik doluydu. Ama Z kuşağı için artık her şey önceden bilmek istedikleri bir mülakata dönüştü. Happn tarafından yapılan bir araştırmaya göre bu nesil, biriyle buluşmadan önce dijital ön eleme süreci başlatıyor. Aile yapısı, gelecek planları, maddi durum, cinsel arzular bile ilk mesajlarda masaya yatırılıyor. Sadece yüzde 13’ü bu konuların yüz yüze konuşulabileceğini düşünüyor. Geri kalanlar için ön tarama yapılmazsa bu kişiyle kahve içmek bile zaman kaybı. Ama aşk, CV tarar gibi incelenerek mi bulunur? Her detayı öğrenmeden görüşmeye bile değer bulmayan bir nesil, asıl soruyu atlıyor olabilir mi: “Aşkı bulmak için ekran yeterli mi?” Aşk, algoritmalarla değil, beklenmedik anlarla yazılan bir hikaye değil midir?