Danimarka’nın başkenti Kopenhag. Geçtiğimiz günlerde dünyanın en yaşanılabilir şehri seçildi. Avusturya’nın başkenti Viyana’yı tahtından etti. Listeyi hazırlayan The Economist dergisi, bu ‘başarı’yı sağlık, eğitim, istikrar, çevre, altyapı gibi klasik kriterlere göre sıralıyor.
Yıllardır en mutlu ülke, en mutlu şehir raporlarını inceliyorum, derliyorum, işliyorum. Artık bu sıralamalara daha farklı bir gözle bakmaya başladım. Danimarka’nın bu başarısına şaşırmaya gerek yok. Zaten yıllardır en mutlu ülkeler sıralamasında da üst sıralarda. Soğuk Baltık iklimine rağmen, Gallup tarafından bu yıl yapılan ankete katılan yerli Danimarkalılar 10 üzerinden ortalama 7.52 ‘yaşam değerlendirme’ puanı bildirmişler. Bu puan en mutlu ülke Finlandiya’da kaydedilen 7.74’ün çok az gerisinde. Danimarka, iyi yaşam ve mutluluk formülünü en çok ‘hygge’ denilen kültürüne bağlıyor. Sıcaklık ve sadelik hali. Kalın battaniyeler, loş mumlar, cam kenarında kahve, dostlarla sade yemekler. Gözünüzün önünde sosyal medyadaki o özendirici paylaşımlar belirmiş olabilir şu an. Hatta geçen aylardaki Danimarka, İsveç, Norveç ve Finlandiya liderlerinin mütevazı akşam yemeği sofrası çok temsili. Hygge bundan fazlası tabii ki.
ENGELSİZ YAŞAM VİTRİNİ
Vatandaşların sistemle sürtünmeden yaşamasının kültürel karşılığı. Şikayet etmeyen, konfor alanının dışına çıkmayan, dış dünyayla yarışmayan bir uyum dilini anlatıyor. En mutlu ülkelerden İsveç’in de fika kültürü var buna benzeyen. Yani kahve molalarında hayatı durdurup yavaşlatma alışkanlıkları. Bu raporların mutluluktan, refahtan daha başka bir şeyi gösterdiğini fark ediyorum. İdeal koşullar altında, en iyi imkanlara sahip olunca sürdürülen hayat deneyimine erişen insanların, neyle ne zaman nasıl tatmin olduğunu ölçüyor bu raporlar. “Hayat önünüzden engelleri çektiğinde, sistem aksamadığında neyle mutlu oluyorsunuz?” sorusunun yanıtını veriyorlar. İnsan konfor alanının içinde olunca sessizleşiyor, şikayet etmiyor. İşte modern mutluluk tanımı böyle oluşuyor: Hayat seni ne kadar az zorluyorsa, o kadar mutlu olduğun varsayılıyor. İyi de bu imkanlar nasıl sağlanıyor? Danimarka gibi ülkelerde vergi oranları çok yüksek. Kazancın neredeyse yarısı devlete gidiyor. Ama karşılığında sistem de tıkır tıkır işliyor.
KARŞILAŞTIRAN YANAR
Ücretsiz sağlık, kaliteli eğitim, temiz sokaklar, düşük suç oranı, düzenli ulaşım... Yani vergi, ‘yaşanabilir’ bir hayatın abonelik bedeli oluyor. Sistem işleyince de hayatın akışı sessizleşiyor. Bu tabloların en büyük tehlikesi ise kendi yaşadığımız sistemlerle karşılaştırmamızda. Bu mutlu ve yaşanabilir ülkelerin çoğu nüfus olarak küçük. Danimarka nüfusu, İstanbul’un yarısından bile daha az. Yani yönetmek için avantajlı durumdalar. Ayrıca fazla göç almadıkları için toplumsal çatışma oranları da düşük. Ama... Göçmenler bu coğrafyalarda asimile olup yaşayabilirken, onların göç aldıkları coğrafyalarda yaşama kabiliyetleri de düşük. Bu ülkeler artık mutluluk formüllerini turistik bir araç olarak da kullanmaya başladı. “Gelin bizde hygge deneyimi yaşayın” temalı seyahat paketleri sunuluyor, sosyal medyada ‘yavaş yaşam’ estetiği soslu paylaşımlarla öne çıkıyorlar. Mutluluk da bir tür içerik ürünü oluyor... Ezcümle, mutluluk seviyesi, ülkeler arasında bir üstünlük aracı olarak konumlandırılır oldu. Kuzey Kore liderinin vatandaşlarına (zoraki) kahkahalar attırdığı görüntüler sadece Kim Jong-un’un egoistliğinden değil yani.
YENİ STATÜ GÖSTERGESİ: MAVİ BÖLGELERDE EMEKLİLİK
Mavi Bölgeler (Blue Zones) dünyada yaşam seviyesinin en uzun, hastalıkların da nispeten az görüldüğü beş konumdan oluşuyor. Hızlı şehir hayatlarının insanları hızlı yaşlandırdığı gerçek. ABD’de de ultra zenginler, emeklilikleri için bu bölgelerden emlak yatırımı yapmaya başlamış. Yaşamlarını olabildiğince uzatabilmek için. Kosta Rika’nın Nicoya Yarımadası en çok talep gören yerlerden. Evler 4.5 milyon dolardan başlıyor. İnsanların 90’larına sağlıklı ulaştığı, 100’lerini görenlerin yaygın olduğu bir yer. Ama bu bölgelere taşınmak, onlar kadar iyi ve uzun yaşayabilmeyi garantilemiyor. Çünkü hepsinin uzun yaşam sırları birbirinden farklı. Çok fazla kesiştikleri bir beslenme veya hayat tarzı alışkanlıkları yok. O uzun yaşam, içine doğulan yaşamın kazandırdığı becerilerle ve komün hayatını bilmekle yükleniyor…
KADINLARI ‘HARCAMAK’ NİYE DAHA KOLAY!
Sarah Jessica Parker’ın canlandırdığı gazeteci Carrie Bradshaw karakteri, özellikle çalışan şehirli kadınlardan oluşan en az üç kuşağın (X, Y, Z) hayatında bir yere sahip. Bu karakter 30 yıldır o kadar çok eleştiriliyor ki. Parker, son röportajında “Bir erkek başrol, katil oluyor. Ama insanlar yine de onu seviyor. Carrie ise sürekli kınanıyor. Bir kadın ilişki yaşarsa, kötü davranırsa, parasını savurgan harcarsa hemen cezalandırılıyor. Oysa Carrie birçok kez hata yapan, aşkta olgun davranamayan ama özünde son derece iyi, sadık bir arkadaş ve cömert bir insan” dedi. Bu yaklaşıma, bu analojisine bayıldım. Gerçekten bu ikiyüzlü tutum çoğumuzda var. Bir kadının aşkı araması, hata yapması neden bu kadar göze batıyor? Kadınlar en çok da diğer kadınlar tarafından didikleniliyor. Kendi yolundan giden kadına karşı bu alerjik reaksiyon, bence birçok kişinin kendi yolu konusunda yaşadığı kompleks ve empati yetersizliğinden.