Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

18 Mart 2024, Pazartesi 07:00

‘Buruncu Joseph’in mucizesi

Çanakkale Savaşı’nda ön saflarda savaşan Teğmen Mustafa İpar’ın suratı, İngiliz gemisinden atılan bir mermi yüzünden tanınmayacak hale geldi. Merminin yarattığı tahribat oldukça ağırdı, Teğmen İpar’ın neredeyse yüzünün yarısı yok olmuştu. Teğmen İpar, bir gözünü, burnunun tamamını, yanaklarını, üst çenesini, dilinin yarısını, üst damağını ve çenesinin altının büyük bir bölümünü kaybetti. Hayal etmesi bile güç olan bu durumla karşılaşan Teğmen İpar, insan içine çıkamıyor, konuşamıyor ve yemek yiyemiyordu…

Jacques Joseph, 20’nci yüzyılın başlarında henüz cesaret edilmeyen birçok estetik ameliyatın öncüsü olan Yahudi kökenli Alman bir doktordur. I. Dünya Savaşı tüm yıkıcılığıyla devam ederken, sayısız askerin ağır yaralarını başarılı bir şekilde ameliyat ediyordu. Ona ‘estetiğin babası’ deniliyordu. Ayrıca tıp tarihinde ilk “Yelken Kulak” ameliyatını yapan kişi de Dr. Jacques Joseph’tir.

Dr. Jacques Joseph ile Çanakkale Savaşı gazilerinden Teğmen Mustafa İpar’ın yolları 20 Ocak 1918’de Almanya’da kesişti. Teğmen İpar’ın gerçekten bir mucizeye ihtiyacı vardı. O günün şartlarında bu durumu düzeltmek neredeyse imkansızdı. Teğmen İpar, Alman Kızıl Haç desteğiyle Almanya’ya götürüldü. Dr. Jacques Joseph, tüm hastaları gibi Teğmen İpar için de bir umuttu. Dr. Joseph, birçok savaş gazisine estetik ameliyat yapmıştı ancak bu durum onun için de bir ilkti. Takvimler 23 Ocak 1918’i gösterdiğinde, Alman doktor mucize yaratmaya hazırdı.

Teğmen İpar, Dr. Joseph’in görev yaptığı cerrahi kliniğe yatırıldı. Yüzünün yarısı yok olan Teğmen İpar’a, o günün şartlarına göre oldukça başarılı bir dizi ameliyat yapıldı. Saatler süren ameliyatlar esnasında Teğmen İpar’ın kafatası derisi aşağıya doğru uzatıldı, daha sonra baldırlarından alınan deri parçaları yüzüne nakledildi. Ham maddesi sedef olan küçük protezlerle suratına yeni elmacık kemiği, çene ve damak yapıldı.

Dr. Joseph’in gerçekleştirdiği ameliyat, o yılların teknolojisine göre oldukça başarılı bir estetik operasyondu. İki aşamalı ve saatler süren ameliyatlar sonucunda Teğmen İpar yeni yüzüne kavuştu. Ancak diş protezi bir türlü yapılamadı...

Dr. Joseph, Teğmen İpar’dan sonra yine özellikle savaşta yara alan askerleri ameliyat etmeye devam etti. Hastalarına kaybettikleri organlarını yeniden kazandırdı. Her ne kadar Almanya’da dönemin siyasi nedenleri ve sırf Yahudi kökenli olmasından dolayı dışlanmış, önü kesilmeye çalışılmış olsa da Dr. Joseph başarılı bir doktor olarak çalışmalarına devam etti. Ailesi ve akrabaları Amerika’ya kaçabildi fakat kendisi Almanya’da kalmaya ve mücadele etmeye devam etti. Ancak Dr. Joseph’in asistanı gizli bir Nazi ajanı çıktı ve Dr. Joseph’i ihbar etti.

Dr. Joseph hapse atıldı ve 1934 yılında hapishanedeyken kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Şimdilerde çok yaygın olarak yapılan burun estetiğinin öncüsü olarak kabul edilen Dr. Joseph, “Buruncu Joseph” olarak anılıyordu. Dr. Joseph, 20’nci yüzyılın başlarında yaptığı ameliyatlarla estetik cerrahinin temellerini atan kişiydi. Dr. Joseph’in başarılı ameliyatları bütün Avrupa’da ve Amerika’da duyuldu. Basında haber oldu ve Almanya’da “Buruncu Joseph” olarak şöhret kazandı. Dr. Joseph, 40 yıl içinde bütün Avrupa’da estetik ameliyat alanında bir numara olarak ünlendi. Dr. Joseph’in bir özelliği daha vardı: Ameliyat yaptığı zenginlerden neredeyse bir servet talep ettiği halde, yoksul hastalardan kesinlikle para almazdı!

13 Mart 2024, Çarşamba 07:00

Çocuğunuz ileride seri katil olabilir!

İncelenen seri katil profillerinin büyük çoğunluğunda ailesi tarafından istismara uğramış ve zorlu çocukluk dönemi geçirmiş insanlar görülür. Bu insanlar, genellikle yaşadıkları travmayı kötücül arzularını tatmin etmek için kullanır ve içlerindeki şiddet çemberinden sıyrılmak yerine, o halkaya zincir olmayı ve kendilerine yapılanların daha kötüsünü başkalarına yapmayı tercih eder.

Bir katilin seri katil sayılabilmesi için aynı tür silahla ve aynı amaç doğrultusunda en az üç cinayet işlemesi gerekiyor. Seri katiller genelde parçalanmış ve baskıcı ailelerde büyümüştür. Empati yapamazlar ve merhamet, vicdan, masumiyet, suçluluk, sevgi duyguları hiç gelişmemiştir. Bu duyguları hissedemez ve tamamen dürtülerine göre hareket ederler. Kurban üzerinde sadistik kontrol isteği kurmak ve cinayet sonrası psikolojik tatmin duymak seri katillerin ortak özelliğidir. Seri katillerin diğer aile üyelerinde suçlu ve sabıkalı insan sayısı oldukça fazladır. Hemen hemen hepsi çocukken evcil hayvanlarına veya sokak hayvanlarına işkence etmiştir. Hepsi yakalanana kadar öldürmeye devam eder.

Kendi isteğiyle öldürmeyi bırakan bir seri katil yoktur. Çoğu öldürmeden önce kurbana cinsel tacizde bulunur. Hepsinin insan öldürmek için kendince mantıklı bir sebebi vardır ve kutsal bir amaca hizmet ettiklerini düşünürler. Ayrıca seri katillerin yüzde 90’ı erkektir. Peki, seri katiller önceden, çocukluklarında tahmin edilebilir mi? Macdonald Triadı (Macdonald Üçlemesi), şiddet eğilimi olan veya seri suç işleyen kişilerde bulunabilecek üç faktörü tanımlayan bir modeldir. Macdonald Triadı, ilk olarak psikiyatrist John Marshall Macdonald tarafından 1963 yılında “American Journal of Psychiatry” dergisinde “Öldürme Tehdidi” adlı makalede yayınlandı. Macdonald Triadı bir çocuğun ileride seri katil olma olasılığının yüksek olduğunu gösteren üç işaret olduğunu söylüyor.

Hayvanlara yönelik zalim davranışlar: Macdonald, hayvanlara yapılan zulmün, çocukların başkaları tarafından uzun süre aşağılanmasından kaynaklandığına inanıyor. Bu davranış, saldırganlık ve güç duygusunu tatmin etmek için kullanılır. Bazı araştırmacılara göre hayvan öldürmek, insan öldürmeye yönelik bir provadır.

Nesneleri ateşe vermek: Ateşe karşı saplantılı ilgi ve yangın çıkarma davranışı, çocuklukta yaşanan aşağılanma, öfke ve hayal kırıklığı sonucu ortaya çıkabilir. Ateşin cazibesine karşı koyamayan çocukların yetişkinlikte şiddet eğilimi ve suç davranışı gösterme ihtimali yüksektir.

Yatak ıslatma: Seri katillerin bir çoğunda sadist eğilimlerin yanında mazoşist eğilimler de vardır. Beş yaşından sonra devam eden yatak ıslatma alışkanlığı, çocuklukta yaşanan travma, ihmal veya istismarın sonucu olabilir. Çocuk bilinçsiz olarak yatak ıslatma yoluyla ailesine yönelik örtülü şiddet uyguluyor olabilir.

Macdonald Triadı, psikologlar ve davranış bilimciler arasında tartışılan bir teori. Bu üç davranış kalıbını taşıyan çocukların hepsi ileride elbette seri katil olmayacaktır. Macdonald da zaten bu teoriyle suçluları önceden belirlemek yerine, potansiyel suç eğilimi bulgularını çocuklukta fark edip, erken dönemde tedavi etmeyi amaçlıyor. Psikiyatrist Daniel Hellman ve Nathan Blackman, Macdonald’ın teorisine yönelik bir çalışma yaptı. Bu çalışmada, şiddet veya cinayetten hüküm giymiş 88 kişi incelendi. Çalışmada, Macdonald’ın tezine benzer sonuçlar bulundu; 88 katilin 37’sinde üç özellik tam olarak vardı, iki özellik taşıyan kişi sayısı ise 42 çıktı!

11 Mart 2024, Pazartesi 07:00

‘Kazanmak’ genlerimizde var!

Sovyetler Birliği, 25 Haziran 1950 tarihinde Kore’yi tek bir komünist ülke yapmak arzusuyla Güney Kore’ye savaş açtı. ABD’ye göre bu savaş, Çin ve Sovyetler Birliği’nin ortak bir planıydı. Savaşın açılmasından hemen sonra, ABD deniz ve hava kuvvetlerini Kore’ye gönderdi. ABD, Birleşmiş Milletler ile Çin ve komünist bloğun katılımıyla, savaş daha sonra uluslararası boyuta ulaştı.

Türkiye, TBMM’nin 30 Haziran 1950 tarihli oturumunda verilen karar çerçevesinde Kore’ye asker gönderdi. Kore’ye asker gönderme fikri, dönemin hükümeti tarafından artan Sovyet Rusya tehdidine karşı NATO’ya üye olabilmek için fırsat olarak görüldü. Güney Kore Savunma Bakanlığı kaynaklarına göre, savaşa 21 bin 212 askerle toplamda 4 tugayla katılan Türkiye, asker sayısı bakımından Kore Savaşı’na katılan 16 ülke arasında 4’üncü sırada yer alıyor. Kore’ye varan 5 bin 90 kişilik 1’inci Türk Tugayı, burada Amerikan 25’inci Tümeni’nin emrine verildi. “Kutup Yıldızı” kod adı verilen 1’inci Türk Tugayı, çok geçmeden Kunuri Muharebeleri’ne katıldı. Savaşta en büyük can kaybını 36 bin 516 askerle ABD yaşadı.

Türkiye, ABD ve İngiltere’nin ardından en fazla kayıp veren üçüncü ülke oldu. Kutup Yıldızı, Kore Savaşı’nda toplam 721 şehit verdi. Yaralı asker sayısı 2 bin 147 olarak kayıtlara geçti. 175 askerden ise bir daha haber alınamadı. Çin ve Sovyetler Birliği’ne esir düşen Türk askerinin sayısı 234’ü buldu. Üç yıl süren savaş sonunda Birleşmiş Milletler güçleri toplamda 55 bin asker kaybetti.

1. Türk Taburu’nun katıldığı Kunuri Muharebeleri, Türk birliklerinin ağır kayıplar verdiği ilk savaş oldu. Türk askeri Kunuri Muharebeleri’nde büyük fedakarlıklarla ABD ordusunun ve onunla birlikte Birleşmiş Milletler ordusunun ağır zayiat vermesini engelledi. Kunuri’de destan yazan Türk askerlerine başkent Seul’ün kuzeybatı sahilindeki Kimpo yarımadasının savunması verildi. Kunuri’de asker gücünün yüzde 20’sini yitiren ve verilen kayıplarla asker sayısı 4 bine düşen Türk birliklerinin karşısında 30 bin askerden oluşan Çin ordusu bulunuyordu. Birleşmiş Milletler komutanları Çin destekli Kuzey Kore ordularının durdurulamayacağını düşünmeye başladı ve Kore’den çekilme planları yapıldı. En son çekilme emri Türk Tugayı’na verildi.

Tüm gözler bu taarruzu yapacak olan Türk Tugayı’nın üzerindedir. Türk askerlerine geriden bir ABD tankçı birliği ateş desteği verecektir. Birleşmiş Milletler’in üst komutasının gözetiminde Kumyangjang-ni kasabasından düşmana taarruz edildi. Kumyangjang-ni Muharebesi, Kore Savaşı’nda, 1. Türk Tugayı’nın girdiği en önemli muharebelerden birisidir. Bu muharebe, Türk Tugayı’nın büyük zayiat verdiği Kunuri Muharebesi’nin rövanşı olarak nitelendirilir. Düşman 2 bini aşkın ölü ve 82 esir verirken, Türk askeri sadece 12 şehit verdi. ABD Kongresi, ilk kez hem de yabancı bir birliğe “Mümtaz Birlik Nişanı” verdi.

Bu savaşta Çin Ordusu ilk kez mağlup edildi. Kunuri’den sonra ikinci kez savaşın akışını değiştiren 1. Türk Tugayı, Birleşmiş Milletler Ordusu’na ve dünyanın diğer ülkelerine Çin Ordusu’nun yenilebilir olduğunu gösterdi. Dolayısıyla 1. Türk Tugayı’nın bu olağanüstü fedakarlığı ve başarısı üzerine Kore’nin tahliyesi planından vazgeçildi ve Birleşmiş Milletler birliklerine taarruza geçme olanağı sağlandı. 13 Şubat 1951 günü 1. Türk Tugayı’nı ziyaret eden Birleşmiş Milletler Ordusu Komutanı Amerikalı Orgeneral Douglas MacArthur, 1. Türk Tugayı’na şöyle seslendi:

“Japonya’da siz Türklere herkes kahraman diyor. Kunuri’de 8’inci Ordu’yu kurtaran, Kumyangjang-ni’de düşmanı mağlup ve perişan eden Türkler, kahramanlar kahramanıdır. Türk için yok yoktur.” Türkiye, Kore’ye asker göndererek amacına ulaştı ve 1952 yılında NATO’ya üye oldu.

06 Mart 2024, Çarşamba 07:00

Karıncalar trafik sıkışıklığına çözüm olabilir mi?

Dünya üzerinde 8 milyardan fazla insan var, her altı insandan birine bir araba düşüyor. Dünya metropollerinin en büyük sorunlarının başında şüphesiz ki trafik sıkışıklığı geliyor. Dünya üzerinde sayıları katrilyonlara ulaşan, her gün bizler gibi evle iş arasında gidip gelen, ancak bizler gibi trafik sorunu yaşamayan bir topluluk daha var: Karıncalar…

Karıncaların trafik yönetimi konusunda insanlardan daha başarılı oldukları söylenebilir. Trafik sorununa çözüm arayan bilim insanları, yollardaki trafik tıkanıklığını azaltmak için karıncaların toplu halde nasıl davrandığını inceledi. ABD’nin Arizona Üniversitesi ve Fransa’nın Toulouse Üniversitesi’nden bir grup araştırmacı, karıncaların çok büyük yoğunlukta bile trafiğin akışını sağlamak için durmadan nasıl hareket ettiklerini araştırdı. Araştırma ekibi, karınca kolonilerini besin kaynağı ile birbirine bağlayarak yollar oluşturdu.

Daha sonra karıncaların yollarında değişiklikler yapılarak nasıl davrandıkları incelendi. Yolların genişliği ile karınca sayısı üzerinde değişiklikler yapılarak karıncaların nasıl hareket ettiği gözlemlendi. Deneyde, sadece iki karıncanın aynı anda geçebildiği dar tünellere rağmen trafik sıkışıklığının çok nadiren yaşandığı tespit edildi. Karıncalar sabit akışı değiştirmeden, birbirlerine çarpmadan, senkronize bir şekilde ilerlemeye devam ediyordu. Yemek taşıyan karıncalar koloniye dönmek için merkez yolu kullanırken, diğer karıncalar kenardan ilerliyordu. İki işçi karınca yolda karşılaştığı zaman bir tanesi kenara çekiliyor, diğeri yoluna devam ediyordu. Trafikteki doluluk oranı yüzde 40’ı aştığında insanlar hızı kademeli olarak yavaşlatıyor ve belli bir aşamadan sonra trafik kilitleniyor. Karıncalarda ise tam tersi oluyor; trafik yoğunluğu arttıkça, akış da aynı oranda artıyor.

Yoldaki doluluk oranı yüzde 80’e ulaştığında ise karıncalar tempolarını senkronize ederek en optimal hıza ulaşıyor ve yollarına devam ediyor. Karıncaların trafik sıkışıklığı yaşamamak için rasyonel bir şekilde hareket ettikleri görülüyor. Örneğin sadece iki karıncanın geçebileceği bir tünelde, üçüncü karınca araya girip geçmeye çalışmıyor. Böylelikle diğer iki karınca rahatça, durmadan aynı hızda yollarına devam ediyor. Hiçbir aksaklık meydana gelmiyor. Karıncalar iş birliği içinde hareket ediyor. Ancak insanlar bireysel, bencil davrandıkları için trafik sorunu yaşıyor. Bu yüzden insanların asıl sorunu, grubun çıkarını gözardı edip, bireysel seçimler yapmaları ve herkesi sıkıntıya sokacak şekilde hareket etmeleri...

Trafik sıkışıklığına çözüm önerisi sorulsa, alınacak yanıtların başında herhalde ‘yeni yollar yapma’ düşüncesi gelir. Oysa bu öneri doğru değildir. Dietrich Braess’in ortaya koyduğu ‘Braess Paradoksu’, tıkanıklığın yaşandığı kesimlerde trafiği rahatlatmak amacıyla yapılan yol ilavesinin tıkanıklığı artırdığını söyler. Trafiği rahatlatmak için yapılan yollar, kavşaklar, alt ve üst geçitler geçici çözüm yolları. Asıl çözüm yolu, davranışlarımızı değiştirmemizdir; davranışlarımızı değiştirmediğimiz takdirde aynı sorunları hep yaşayacağız…

Yaşanan trafik sıkışıklığının nedeni aslında yolların yetersizliği değil, bizleriz. Küçük dostlarımız karıncalar, bu işi bizden daha iyi biliyor. Bu harika trafik sistemlerinin altyapısı, genlerinde var olan iş birliğinde yatıyor...

04 Mart 2024, Pazartesi 07:00

Sınavların gölgesinde eğitim

ÖSYM Başkanı Prof. Dr. Ali Ersoy, uygulamada olan sınavlara ve hazırlık aşamasında olan projelere yönelik değerlendirmelerde bulunurken, yapay zeka ile soru üretileceğini ve sınavların çok daha verimli ortamlarda gerçekleştirileceğini dile getirdi. Başkan Ersoy, ‘test sistemini kaldırıyoruz, daha verimli bir sınav sistemi üzerinde çalışıyoruz’ demedi, test sisteminin devam edeceğini, soruları hazırlarken makineden de yararlanılacağını vurguladı…

Ülkemizde “sıralama” ve “eleme” amacıyla gerçekleştirilen LGS, YKS, KPSS vb. çoktan seçmeli testler, eğitim sürecinin olağan hatta en önemli unsuru olarak görülüyor. Eğitim sisteminin tüm gayesi, hemen hemen tüm kademelerde öğrencileri sınava hazırlamaya dönüştü. Gelinen süreçte “sınav için eğitim” anlayışı tüm eğitim sistemini esir aldı. Sınav odaklı eğitim sisteminde, öğrenmenin ve bilginin niteliği de değişti. Sınavda sorulmayan derslerin ve konuların dışlanması, bunun en çarpıcı örneğidir.

Sınavlar üzerinden şekillenen eğitim sistemi, herkesi aynı sınavlar üzerinden değerlendiriyor. Öyle bir sınav ki her derde deva; fen lisesine, meslek lisesine de aynı sınav hitap ediyor. Dolayısıyla ortaya birbirine benzeyen, aynı şekilde düşünen, aynı şekilde davranan insan profilleri çıkıyor. Sınav başarısına odaklanan gençler, çoktan seçmeli testlerin arasında duygularını, hayallerini ve yaratıcılıklarını kaybediyor. Günümüzde “başarı” tanımı da değişti. “Başarı” tanımı sınavlar üzerinden yapıldığı için öğrencilerin sadece istenilen yönde bilgi sahibi olmaları yeterli oluyor. Çoktan seçmeli sınav sistemi, bütün öğrencilerin aynı bilgi ve becerileri kazanmasını, bütün adayların tek bir kalıba girmesini istiyor. Kalıplar arasında sıkışan öğrenciler, bir süre sonra yaratıcılıklarını kaybediyor. Standartlaştırılmış testlere iyice kafayı takmış durumdayız.

Çoktan seçmeli test kağıdına karalanan yuvarlaklarla başarıyı ölçtüğümüzü sanıyoruz; birincileri alkışlıyor, kaybedenleri görmezden geliyoruz. Okullarda verilen eğitim sistemi, “sınav kazandırma” amacına hizmet etmeye dönüştü. Eskiden dershanelerin yaptığını, şimdilerde okullar yapıyor. Peşinden koştuğumuz değerler, notlarla ve puanlarla sınırlı kaldı. Bu eğitim sisteminde öğrenciler ve ebeveynler hep yarış içerisindeler. Bu sistemde başarı, sadece test sonuçlarına göre değerlendiriliyor. Bu sistem, öğrencileri sanat ve bilim açısından donanımlı hale getirmekten çok, öğrencilerin sınavlardaki başarısına odaklanmış durumda. Artık ülkemizde okulların veya üniversitelerin değerlendirilmesi yapılırken, genellikle sınavdaki başarısı göz önüne alınıyor.

Her bir öğrencinin farklı karakteri, istekleri, özellikleri ve hayalleri varken, bizler hâlâ aynı şeyleri aynı yöntemlerle öğretmeye ve ölçmeye çalışıyoruz. Bir doktor kalp ameliyatı yapıp bir insanın hayatını kurtarabilir, iyi bir eğitim sistemi de çocuğun kalbine erişip, onun özelliklerine uygun bir yöntem geliştirebilir. Öğrenciler ne yazık ki onlara seçme hakkı verilmeyen bir sistem içinde çırpınıp duruyorlar. Geleceğin dünyasında 4-5 seçenek arasına sıkışan robotlaşmış beyinlere ihtiyaç yok! Yaratıcı, yenilikçi, eleştirel ve bağımsız olarak düşünebilen ve birbiriyle bağlantı kurabilen insanlara ihtiyaç var. Bütün bilim insanları, herhangi iki beynin birbiriyle aynı olmadığını söyler. Çocuklara neden kurabiye kalıbı gibi aynı muameleyi gösteriyoruz ki, herkese tek beden saçmalığı nereden geliyor? Bir doktor bütün hastalarına aynı reçeteyi yazarsa bunun sonuçları felaket olur, bunu biliyoruz. Ancak günümüz eğitim sisteminde, daha doğrusu sınava dayalı eğitim sisteminde yapılan, bundan farklı bir şey değil!

28 Şubat 2024, Çarşamba 07:00

Yükseklere çıktıkça daha çok yaşlanırız

Başlık ilgi çekmek için yazılmış gibi gelebilir ancak bilgi kesinlikle doğru! Alman fizikçi Albert Einstein’ın 1915 yılında geliştirdiği “Genel Görelilik Kuramı”na göre zaman sabit bir hızda akmıyor. Zamanın akış hızına etki eden bazı faktörler var; bunlardan biri ve en önemlisi, yer çekimidir.

Yer çekimi, zamanı yavaşlatan en önemli etken. Dünyanın merkezine yakın olan noktalarda zaman daha yavaş akıyor. Buna göre üst katlarda yaşayanlar, alt katlarda yaşayanlara göre daha hızlı yaşlanıyor. Yani yüksek katlı binalarda üst katlarda oturanlar alt katlardaki komşularına göre daha çabuk yaşlanıyor. 2010 yılında fizikçiler, bir merdivenden birkaç basamak daha yükseğe çıkıldığında daha hızlı yaşlandığımızı göstermek için dünyanın en hassas iki atomik saatini karşılaştırdı. Fizikçiler gerçekten de merdivenin bir üst basamağında duran birinin, bir alt basamaktaki kişiye kıyasla daha hızlı yaşlandığını göstermeyi başardı.

Araştırmacılar, yaklaşık 33 santimetre yükseklik farkının bile zamanın geçmesinde ölçülebilir bir değişikliğe neden olduğunu ispatladı. Yapılan bu çalışma, yüksek katlarda oturan insanların alt katlardaki komşularına göre daha hızlı yaşlandığını ispat etmeye yönelikti. Einstein’ın teorisine göre alt katlarda oturanlar, üst katlardaki komşularına göre daha fazla kütle çekimi etkisi altında kalıyor. Daha güçlü kütle çekimi alanında zaman daha yavaş işliyor. Dolayısıyla, alt katlarda oturanlar daha güçlü kütle çekimi etkisi altında kaldıkları için onlar için zaman daha yavaş ilerliyor. Einstein’ın “Genel Görelilik Kuramı”, zamanın sabit bir hızda akmadığını ve ivmeden etkilenebileceğini öngörüyor.

Söz konusu teori, yerçekiminin güçlü olduğu durumlarda zamanın daha yavaş aktığını ileri sürüyor. Einstein tarafından 1915’te ortaya atılan bu teori, bugüne kadar evrene dair keşfettiğimiz en büyüleyici içgörülerden biridir. Yazının başında dediğimiz gibi zemin kat dünyanın kütlesine üst katlardan daha yakındır. Bu durumda orada yerçekimi çok az farkla da olsa daha kuvvetlidir. Bunun sonucunda zaman bir nebze daha yavaş akar. Yani çok katlı bir binanın üst katında ve alt katında oturanlar için zaman farklı biçimde akıyor.

Son yıllarda yapılan bir başka araştırmada, laboratuvar ortamında iki kuantum saati kullanarak yine benzer bir deney yapıldı, saatlerden biri diğerinden daha yükseğe yerleştirildi. Sonrasında tıpkı Einstein’ın öngördüğü gibi, yüksekte olan saatin diğer saatten biraz daha hızlı çalıştığı görüldü. Yani dünya üzerinde zaman yükseklere çıkıldıkça hızlanıyor, aşağılara indikçe yavaşlıyordu. Özetlersek, yerçekimi arttıkça zaman daha yavaş akıyor; bu nedenle yerçekiminin daha güçlü olduğu dünyanın merkezine yakın nesneler için zaman daha yavaş geçiyor. Gündelik yaşantımızda bu etkileri görmek pek mümkün değildir. Bu etki doğrudan algılanamayacak denli düşük. Bilim insanları, 79 yıl boyunca yüksek katlarda yaşamanızın ancak saniyenin 90 milyarda biri kadar yaşlanmanıza neden olacağını ifade ediyor.

26 Şubat 2024, Pazartesi 07:00

Gidişat vahim!

Universe 25 (25. Evren) deneyi, insanoğlunun geleceğini belirlemeye yönelik bilim tarihinin en çarpıcı deneylerinden birisidir. Universe 25, bozulan demografik yapının beraberinde getirdiği geçimsizlik, suç, kaos, şiddet, kriz gibi sorunların nüfus artışıyla doğru orantılı olduğunu ortaya koyan bir deney...

Hayvan davranışları üzerine çalışan John Calhoun, 1947 yılında fareler üzerinde bir çalışma yürüterek, II. Dünya Savaşı sonrasında hızla artmaya başlayan nüfusun dünya için ne gibi sonuçlar doğurabileceğini araştırıyor. Calhoun, 2.7 metrekare boyutunda 90 cm yüksekliğinde duvar ile çevrili dört adet bölge oluşturuyor. Bu bölgelere, içinde devamlı olarak su ve yemek bulunan, barınma ihtiyacını karşılayacak 256 oda yapıyor. Kurulan bu evrende hastalıklara anında müdahale ediliyor, yemek ve su miktarının azalmasına izin verilmiyor, yuvalar geniş ve ferah olarak inşa ediliyor ve 4 bine yakın farenin yerleşebileceği kadar büyüklükte yapılıyor; sıcaklık 20 derecede sabitleniyor, veterinerler 24 saat gözlem yapıyor.

Calhoun, 4 dişi ve 4 erkek fareyi deney alanına bırakıyor ve olayların gidişatını izlemeye başlıyor. İlk 104 gün boyunca fareler ortama alışmaya çalışıyor. Calhoun bu dönemi “ilk evre” olarak adlandırıyor. Bu evrede her fare kendi alanını seçiyor ve yuvasını düzenliyor. Bu dönemde nüfus artışı başlıyor. “Patlama evresi” olarak adlandırılan bu dönemde nüfus, 620 fareye ulaşıyor. İlginç bir şekilde bazı alanlar inanılmaz kalabalıklaşıyor, doğum oranı normalin 3 kat altına düşüyor.

Araştırmacılar, tüm bölgeler birbirinin bire bir aynısıyken neden belli alanlardaki yemeklerin daha fazla tüketildiği sorusunun üzerine gittiklerinde, farelerin yemek yeme davranışını diğerleriyle sosyalleşme etkinliğine çevirdiğini görüyorlar. Çoğu fare tek başına yemek yemediği için yemek yeme işi hep belli bölgelere yığılıyor. Kalabalık alanlarda yemek yenilmesi neticesinde, fareler arasındaki sosyalleşme azalıyor. Sosyal bakımdan gelişmeyen farelerin sayısı, sosyal farelerin sayısının 3 katına çıkıyor.

315 günün ardından ilginç gelişmeler yaşanıyor. Kalabalıktan ötürü toplum içinde kendilerine rol bulamayan bazı erkek fareler amaçsızca yaşamaya, aynı zamanda da birbirlerine saldırmaya başlıyor. Pasif kalan erkek fareler daha fazla şiddete maruz kalıyor. Dişi fareler agresifleşmeye ve kendi çocuklarına bile saldırmaya başlıyor. 560. güne doğru Calhoun’un “ölüm evresi” olarak adlandırdığı son dönem başlıyor. Bu dönemde nüfus artışı hiç olmuyor. Bebek ölümleri artıyor ve farelerde garip davranışlar gözlemlenmeye başlanıyor.

Fareler çiftleşme, kur yapma, çocuk yetiştirme, sosyal davranışlar sergileme konusunda hiç istekli gözükmüyor. “Güzeller” adı verilen bu grup, toplumdan tamamen soyut halde, merkez alanlardan uzakta yaşıyor. Bütün gün yemek yiyip uyuyor, oldukça güzel ve sağlıklı görünüyorlar. Calhoun, bu dönemi farelerin ilk ölümü, yani ruhlarının öldüğü dönem olarak adlandırıyor. Son doğum 920. günde meydana geliyor ve nüfus 2 bin 200’le zirve noktasına ulaşıyor. Nüfus kısmen kalabalık olsa da alanın 4 bin kapasiteli olduğu düşünüldüğünde hâlâ az olan bu sayıya rağmen çoğu fare homojen olmayan bir dağılım gösteriyor ve aşırı kalabalık içinde yaşıyor. Sıfır nüfus artışı ve yüksek ölüm oranı neticesinde nüfus hızla azalıyor. Calhoun, bu döneme “davranışsal çöküş” adını veriyor. Calhoun, fare davranışlarının insanlara çok benzediğini, herhangi bir amaç, baskı olmadığında farelerin hedeflerini ve kimliklerini kaybettiklerini söylüyor.

21 Şubat 2024, Çarşamba 07:00

Alternatif akım öldürür!

1875 yılında Güney Asya’da doğan “Topsy” adlı fil, kaçakçılar tarafından gizlice Amerika’ya getirildi ve Forepauh Sirki’ne satıldı. Topsy, “Amerika’da doğan ilk fil” olarak tanıtıldı ve kısa bir sürede sirk hayvanlarının favorilerinden biri oldu... Sirkteki yaşam koşulları Topsy için oldukça ağırdı.

Yine de Topsy bu koşullara uyum sağlamaya çalıştı. Ancak yıllar geçtikçe davranışlarında bazı değişimler ortaya çıkmaya başladı. Topsy, 28 Mayıs 1902’de kafesine alkollü olarak giren ve onu ürküten bir sirk çalışanını öldürdü. Bu olayın ardından Topsy, Coney Adası’nda bir lunaparka satıldı. Bakımını Frederick Ault isimli bir fil terbiyecisi yapıyordu. Ne yazık ki Topsy’ye burada da rahat vermediler. Polis kayıtlarından Ault’un hayvana eziyet ettiği anlaşılıyor. Ayrıca bakıcının Topsy’yi insanların arasına sürdüğü ve insanları korkutmaya çalıştığı da biliniyor...

Sonunda lunapark yetkilileri Topsy’den kurtulmaya karar verdi. Ancak yaşanan olaylardan sonra onu satma şansları yoktu. Sonunda öldürmeye karar verdiler. Ayaklarına iletken bakır sandaletler yerleştirilen 28 yaşındaki Topsy, 4 Ocak 1903 günü saat 13.30’da potasyum siyanür içeren havuç yedirildikten sonra 6 bin volt elektrik akımı verilerek infaz edildi. Topsy sadece 10 saniye içerisinde yere yığıldı ve öldü. Bu anların kaydedildiği video, bugün hâlâ YouTube’da yer alıyor. Yaşanan bu acı olay, Topsy’nin tarih kitaplarına girmesine neden oldu...

O yıllarda Edison ile Tesla arasında amansız “elektrik savaşları” yaşanıyordu. Edison’un sistemi doğru akımı, Tesla’nın sistemi ise alternatif akımı kullanıyordu. Edison’un sisteminin sorunu, elektriği uzun mesafelere iletememesiydi. Edison bunu sorun etmedi çünkü her kentin ve kasabanın kendi enerji santrali olacağını hayal ediyordu. Fakat Edison’un elektrik dünyasındaki hakimiyeti çok uzun sürmedi. Tesla, 1888’de ilk enerji santralini yaptı ve talepleri karşılayamaz duruma geldi. Ancak Edison savaş meydanını kolay terk etmeye niyetli değildi… Chicago Dünya Fuarı’nın aydınlatılması ile Niagara Şelalesi’ne hidroelektrik santral kurulması ihalelerini Tesla’ya kaptıran Edison için bu yenilgi kolay hazmedilir cinsten değildi. Edison’un halkın tercihini yeniden kendisine çevirecek başka sıra dışı düşünceleri vardı. Kullanıcılar alternatif akımın tehlikeli olduğuna inanırlarsa, ondan korkup uzak durabilirlerdi...

Daha sonra Edison’un desteğiyle alternatif akıma karşı bir kampanya başlatıldı. Bu kampanyanın başında elektrik mühendisi H. Pimey Brown vardı. Sözlerin yeterli olmayacağını düşünen Brown, hayvanların alternatif ve doğru akımın yüksek voltajlarına ne kadar dayanabileceklerini test etmek için deneyler yapmaya karar verdi. Halk böylelikle hangi akımın daha tehlikeli olduğunu görebilecekti. Bu süreçte çeşitli hayvan türleri denek olarak kullanıldı. Bu gösteriler başta insanların oldukça ilgisini çekti. Ancak hayvanlar öldürüldükçe hayvanseverlerin yaptığı kampanyalar sonucunda ilgi zamanla azalmaya başladı. Daha sonra ilginç bir gelişme oldu: Mahkumların elektrikli sandalye ile öldürülmesi fikri aynı süreçte kabul edildi.

Politikacılar “ölüm akımı” olarak alternatif akımı seçti. Ağustos 1890’da William Kemmler, karısını çekiçle öldürdüğü için elektrikli sandalyeye oturtulan ilk mahkum oldu. Bu sırada Topsy’nin haberleri gazete manşetlerini süslüyordu. H. Pimey Brown, son bir gösteri daha planladı. Brown, bu kez kurban olarak Topsy’yi seçti. Alternatif akımın öldürücü gücü en büyük hayvanın üzerinde denenecekti. Topsy’nin ölümü Tesla’nın öncülüğünü yaptığı alternatif akımın karşı propagandasında kullanılmak üzere filme çekildi. Olan bitenden haberi olmayan Topsy, insan egosunun kurbanı olarak tarih sahnesindeki yerini aldı!