Çocukluğunda geçirdiği bir hastalık yüzünden aşırı temizlik takıntısı vardı. Halka açık yerlerde oturmaz, yemez ve içmezdi. Elle tutulan her şeyde mikrop olduğuna inanır, suni meyve hapları yutardı. Şeftali görmeye tahammül edemezdi. Ona ikram edilecek herhangi bir şeyin, mikroplu olduğundan şüphelendiği musluk suyuyla değil, kaynamış suyla yıkanması şarttı. Sarılmaktan, tokalaşmaktan ve öpüşmekten hoşlanmazdı. Çay içeceği zaman, biri çay, diğeri kaynar su dolu iki çaydanlık ve iki fincan isterdi. İlkin fincanlardan birini kaynar su ile yıkar, sonra suyu öteki fincana boşaltarak çayını gönül rahatlığıyla içine doldururdu. Saçlarını, berberini evine getirerek kendi tarak ve makasıyla kestirirdi. Sakalını ise yeni açtığı paketten çıkardığı tertemiz tıraş bıçağını hem yakarak hem de ispirto ile silerek keserdi…
Sadece kendisinin kullanımına açık birkaç takım çatal, kaşık ve bıçağı vardı. Bir yere konuk bile olsa, kendisine sunulan kadeh ya da bardakları ışığa tutup kontrol ederdi. Sıkıntı gördüğünde hiç çekinmeden bunların değiştirilmesini isterdi. Yatılı misafir olarak kaldığı arkadaş evlerinde, yastık yüzlerini yeterli derecede temiz midir değil midir diye kâh lamba ışığına tutup gözden geçirir, kâh burnuna yaklaştırıp koklayarak sabah ettiği olurdu. Çok az kişinin elini sıkardı. Tanımadığı biri elini sıktıktan sonra, karşısındakine hissettirmeksizin, elini cebindeki küçük bir şişede taşıdığı alkolle veya kolonyayla silerdi. Konuşurken tükürük korkusuyla mesafeli durur ve otururdu…
Kişilerin hürriyetini kısıtladığı gerekçesiyle dolmuşa binmezdi. En parasız olduğu günlerde, yakın mesafelerde bile, bastonunu hafifçe kaldırarak bir taksi çevirir, yalnız başına bir taksinin içine kurulurdu. Titizliği yüzünden taksi seçmek de ayrı bir sorun olurdu. Odacısının en eski ve en biçimsiz otomobilleri seçtiğinden yakınırdı. Yalnız taksinin değil şoförün de görünüşü, kılık kıyafeti onun için önemliydi. Şoförün yüzünden, kılığından hoşlanmadığı için, kapısına gelen taksileri geri bile çevirirdi. Dahası da var, şoförün Türkçesini, telaffuz tarzını beğenmediği için arabasına binmeme hususunda kararlılık gösterirdi. Bir gün bindiği taksiyi durdurup hiddetle dışarı fırlamış, “Bu takside elma kokusu var” diyerek şoföre kızmıştı.
Bir gün zamanın ünlü pastanesi Lebon’da Yakup Kadri ve Süleyman Nazif ile oturup çay söylemişler. Çay takımlarını önüne koyan garsona, “Fincanı, kaşığı kaynar suda iyice yıkadınız mı?” diye sorar. Garson da “Evet efendim” der. Ama bu cevaptan tatmin olmadığı yüzünden bellidir. Durumu anlayan Süleyman Nazif dayanamaz ve garsona, “Suyu da yıkasaydın ya oğlum!” diye takılır.
Evliliğe ve bundan doğacak sonuçlarına hep olumsuz baktığı için, hiçbir kıza aşık olamamış ve bir yuva kuramamıştır. Arkadaşlarına evlenme korkusunun mantıklı açıklamasını şu şekilde yapar: “Ya iki çocuğum olursa; oğlum komünist, kızım aktris olursa?”
Abdülhak Şinasi Hisar, Türk edebiyatının önemli yazarlarından birisi olmasına rağmen, hak ettiği ilgiyi yeterince görmemiş isimlerden biridir. Zamanının dışında kalmış, çevresi tarafından yeterince anlaşılamamış, temizlik hassasiyeti, mikrop takıntısı ve fazla kibarlığıyla tuhaf bulunmuştur. Boğaziçi’nde, Rumeli Hisarı’nda, Çamlıca’da çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçiren Hisar, eserlerinde üst sınıf bir çevrenin yaşam tarzını aktarır. Boğaz’da yalılarda büyüyüp, yazılarında Boğaziçi yalılarındaki görkemli yaşantıları anlatan Hisar’ın vefatı birkaç gün sonra fark edilmiş. Kimsesi çıkmadığı ve parası pulu olmadığı için cenazesi belediye tarafından kaldırılır. “Bir yıldız sönünce ondan uzaktakiler bir şey duymaz” derdi ölüm için. Kendi ölümü de aynen böyle oldu!