Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

17 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Yüzüne tükürülen 'Gavur Mümin'

Mümin, 1892 yılında İzmir’de oldukça tanınmış ve varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 1911 yılında Beylerbeyi Yedek Subay Okulu’ndan teğmen rütbesiyle mezun oldu. Balkan Savaşları’nda Edirne’de görev aldı. 1915 yılında I. Dünya Savaşı patlak verince Çanakkale’de çarpıştı ve ardından Doğu Cephesi’ne gitti. İzmir’in işgalinden önce İzmir Jandarma Alay Komutanlığı’nda görevlendirildi.

Mümin, işgal zamanında İzmir’den Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa’nın yanına gitmek istedi ancak Mustafa Kemal Paşa, çok iyi Rumca bildiği için, onun İzmir’de kalarak kendisinin gözü kulağı olmasını istedi. Yunanların Ege ve İç Anadolu’daki askeri hareketlerinin bilinmesi, Milli Mücadele’nin gücünü artıracaktı. Mümin, İzmir Belediye Başkanı Hacı Hasan Bey’in referansıyla Yunan ordusuna sızdı. Mümin çok iyi Rumca konuşabiliyordu. Albay Zafiriu’ya kendisini Giritli olarak tanıttı ve Türk zabitlerinin yerini bildiğini söyledi. Verdiği istihbaratlar ile güven kazanan Mümin, Yunan istihbaratında 21 kod numarası ile göreve başladı.

Devamını isterseniz kendi notlarından okuyalım… “İşgal kuvvetleri subayları ile sıkı ilişkilerim göze batınca bana ‘Gavur Mümin’ dediler. O zamanlar benim için böyle bir karara varanlara kin ve öfke duymuş değilim. Onları haklı buluyorum. Herkesin ölüm kalım kavgası yaptığı bir sırada ordu saflarında çarpışacağıma, başımda gavur şapkası ile dolaşıyordum. Düşmanla sarmaş dolaş yaşayan bir haine, namussuz bir dava kaçağına ben de olsam, kin dolu gözlerle bakardım. Ama ne yapayım ki, o sıralarda içinde bulunduğum durum ve şartlar, gerçekleri açıklamama engeldi. Kurtuluşu için ölesiye, öldüresiye dövüştüğüm İzmir’de yüzüme tükürenler bile oldu. İtiraf edeyim ki o tükürükler, çarpıştığım cephelerde yediğim kurşunlardan daha fazla acı ve ıstırap verdi bana. Ölmekten değil de bir şeyden çok korkuyorum:

Gerçeği anlatamadan ölmek ve tarihe bir vatan haini olarak geçmek.” Mim Mim Grubu’nda görevli Giritli bir Türk, Mümin’i Yunanlara ispiyonladı. Mümin, bu ihbar üzerine yakalanıp ölüme mahkûm edildi. Ancak cezası, araya giren dayısı Hacı Hasan Paşa sayesinde ömür boyu hapse çevrildi. Bir gemiyle Yunanistan’a götürülüp, bir dağın içine oyulmuş ve 300 basamakla inilen korkunç Palamadi zindanına kapatıldı. Orada 67 gün işkenceye maruz kalan Mümin, hiç konuşmadı. Büyük Taarruz’u takip eden günlerde, Uşak’ta yapılan muharebelerde, Yunanların Küçük Asya Orduları Komutanı General Trikopis, yanındaki generallerle birlikte esir alındı. İzmir’in ele geçirilmesine müteakip başlayan görüşmeler sırasında Yunanlar, General Trikopis’e karşılık Albay Cafer Tayyar’ı önerdi. Durum Mustafa Kemal Paşa’ya iletildi.

Mustafa Kemal Paşa, bu takasa karşı çıktı. O, Atina’da esir bulunan Jandarma Yüzbaşı Mümin’i istedi. Mustafa Kemal Paşa’nın bu önerisi, şaşkınlıkla karşılandı. Yüzbaşı Mümin’i İzmir’den tanıyanlar da şaşkınlık içindeydi. Mustafa Kemal Paşa’nın bir vatan hainine sahip çıkmasını anlayamıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa dışında kimse Yüzbaşı Mümin’in ne yaptığını, asıl kimliğinin ne olduğunu bilmiyordu. Generaller Yunanistan’da büyük törenle karşılanırken, Jandarma Yüzbaşı Mümin, sessiz sedasız esaretten geldi ve Ankara’ya gitti.

Vatana döndükten sonra bile Mümin’in kimliği açıklanmadı ve devlet sırrı olarak kaldı. Tekrar Jandarma Komutanlığı’nda göreve başladı. Soyadı kanunu çıkınca “Aksoy” soyadını aldı. Kurtuluş Savaşı sonrasında albaylığa yükseldi. Van mıntıka komutanlığı yaptı. Muhsine adında bir nişanlısı vardı, ancak araya hep savaş, hep görev girdi, bir türlü evlenemedi. Hakkari’de görevliyken zatürre oldu. Zamanla hastalığı tüberküloza döndü. 24 Ocak 1948’de İzmir’de yaşama veda etti.

15 Nisan 2024, Pazartesi 07:00

72 numaralı facia...

50’li yıllarda kara yolları bu kadar güzel değildi, kara ulaşım vasıtaları da kısıtlıydı. Gölcük, Değirmendere, Karamürsel gibi lise bulunmayan yerlerden, öğrenciler İzmit Lisesi’ne okumaya giderdi. Bu öğrencileri 72 baca numaralı küçük Üsküdar vapuru getirip götürürdü. Vapurun yolcularının büyük çoğunluğunu ortaokul, lise öğrencileri oluşturuyordu. 1 Mart 1958 Cumartesi günü, bazı kaynaklar 300 bazıları ise 500’ün üstünde yolcu ile vapurun sefere başladığını söylüyor. Üsküdar vapurunun son seferinde büyük bir facia yaşandı. Faciada resmi rakamlara göre 392 kişi yaşamını yitirdi. Üsküdar vapuru faciası, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bugüne kadar meydana gelen en ölümlü sivil deniz kazasıdır. İzmit halkı ve balıkçıların çabası ile denizden günlerce ceset çıkarıldı. İlk gün denizden çıkarılan ceset sayısı 143’tür. Faciadan sadece 40 yolcu kurtulabildi. Öğrenci kayıpları ancak pazartesi günü İzmit Lisesi ve endüstri meslek liselerinde yapılan yoklamalar sonrasında anlaşılabildi... Gemi kaptanı için “Denize atladı, kendini kurtardı” denildi ancak Mehmet Kaptan’ın cesedi kazadan bir buçuk hafta sonra Et ve Balık Kurumu’nun ağlarına takıldı. Elleri, gözlerini kapatmak istercesine yüzüne doğru kıvrılıp kalmıştır. Cebinden 160 kuruş, bir çakı ve sarı lacivert bir tespih çıkar. Kaptanın saati tam 14.00’te durmuştur. Kaza sonrasını en iyi görüntüleyenler Kazım Ertek ve ünlü fotoğraf sanatçısı Ara Güler’di. Güler’in fotoğrafları Times ve Paris Match’da yayımlandı. Faciadan kurtulan Hikmet Ağaçkoparan, o anları şöyle anlatıyor: “O tarihte ben, İzmit Sanat Enstitüsü’nde 3. sınıfta okuyordum. O zamanlar cumartesi yarım gün okul vardı. Hafta sonu olduğu için İstiklal Marşı merasimi sonrasında, müdür muavini konuşma yapardı. O gün konuşma biraz uzun sürdü. Bir fırtına başladı ki inanılmaz. Ağaçlar devrilecek gibiydi. Vapura bindiğimizde her şey gayet normaldi. Ben alt katta oturuyordum. SEKA’nın önlerine gelmiştik. Birden alt katın camları kırılmaya başladı, üst kata çıktım. Millette bir telaş başladı. Can yeleklerini almaya çalışıyor, koşuyorlardı. Biletçi Kamil vardı, “Korkmayın bir şey olmaz yavaş yavaş gideceğiz böyle” dedi. Kaptan köşkünden çan sesi geldi ve gemi aniden sol tarafa doğru yatmaya başladı. Yukarıdan bir gürültü koptu. Kaptan köşkü kaptanla birlikte denize uçtu. Gemi idaresiz kalınca, dümen sol tarafa döndü. Gemi sol tarafa doğru battı, ardından içeriye sular doldu. Dünya önce masmavi sonra yeşil oldu, kahverengiye döndü ve simsiyah oldu. Geminin dibe oturduğunu hissettim. Ciğerlerim patlayacak gibi oldu. Kapıdan daldım, yukarı çıktım. Yukarısı kaptan köşkü, orası uçmuş. Oradan suyun üstüne çıktım ama suyun üzerine çıkarken hani bir denizaltıdan füze atarsın ya, aynı o şekilde roket gibi denizin üzerine fırladım. Yüksek basınç nedeniyle burnumdan ve kulaklarımdan kan geldiğini hissettim. Sağa sola baktım, denizin üstü insan doluydu, tam bir can pazarıydı. 30 metre kadar ileride kaptan köşkünün parçasını gördüm, yüzerek üstüne çıktım. Turgut ve Çiğdem isimli arkadaşlar da oradaydı. Çiğdem bir süre sonra kendini denize attı, herhalde soğuktan donmuştu. Turgut da, “Çiğdem” diye bağırarak onun arkasından kendini denize attı. Gözümün önünde oldu her şey. Sonradan bulunan cesetlerde ikisi de çıkmadı. Bir ara kaptanı gördüm, “Sizi kurtaracaklar, hiç merak etmeyin bir şey yok battık işte” dediğini hatırlıyorum. Kaptan köşkünün üzerine tırmandığımda kolumdaki saate baktım 12.59’da durmuştu. Uzaktan bir karaltı gördüm, denizaltı silueti olduğunu anlamam uzun sürmedi. Uyandığımda geminin içindeydim, astsubaylar bana çay veriyordu. Halat atarak beni gemiye almışlar, hiç hatırlamıyorum. Saat 17.30 gibi olmuş, titreyerek uyandım. ‘Ne oldu bize?’ diye soruyordum etrafımdakilere…”

10 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Osmanlı'nın yamyamlarla savaşı

Ümit Burnu’nun Portekizli denizciler tarafından keşfi, Hindistan’a giden yeni bir ticaret yolunun bulunmasını sağladı. Zamanla, Hindistan ile Avrupa ülkeleri arasındaki mal alışverişinin gerçekleştiği eski ticaret yolları önemini kaybetmeye başladı. Bu yeni durumdan en çok, bu ticaret yollarının topraklarından geçtiği İslam ülkeleri zarar gördü. Hint Okyanusu bölgesinin ekonomik açıdan büyük kazanç sağlayacağını anlayan Portekizliler, zamanla bölgeye gönderdikleri kuvvetlerini artırarak Afrika, Arabistan, Hindistan kıyılarını işgal etmeye ve bu bölgelerde koloni şehirleri kurmaya başladı.

O dönem Hint Okyanus bölgesinde Mısır ve İran gibi güçlü İslam ülkeleri olmasına rağmen bu devletlerin donanmalarının Portekiz donanması ile boy ölçüşebilecek bir durumda olmaması, Portekizli gemicilere bölgede rahatça hareket etme olanağı sağlıyordu. Bölgede günden güne gücünü artıran Portekiz, İslam ülkelerinin topraklarını ele geçirerek onları sömürgesi haline getirmeye başladı. Portekiz baskısından bunalan Afrika’daki Müslümanlar, o zamanlar bölgenin ve dünyanın en güçlü İslam devleti olan Osmanlılardan yardım istemeye başladı.

1517’de Osmanlıların Mısır’ı fethederek Kızıl Deniz’e inmeleri ve Süveyş’te bir tersane kurmaları, Portekizliler açısından olumsuz bir durum ortaya çıkardı. Bu durumdan yararlanmak isteyen Osmanlıların Yemen Valisi Hasan Paşa, 1581 yılında Emir Ali Bey adındaki kaptanını Kenya sahillerine yolladı. Aden Körfezi’nden kara kıtaya geçen Emir Ali Bey komutasındaki Osmanlı donanması, Mombasa’ya geldi ve bölgeyi Osmanlı egemenliğine soktu. İki yıl sonra Portekizliler tekrar Mombasa’ya saldırdı.

Bunun üzerine Emir Ali Bey 1589’da tekrar bölgeye gelerek Portekizlileri buradan uzaklaştırdı ve bölgeyi yeniden Osmanlı egemenliğine soktu ve Mombasa, Osmanlı İmparatorluğu’na bağlılığını bildirdi. Ancak Portekizliler Mombasa gibi kendileri için son derece hayati öneme sahip bu liman şehrini geri almak için Batı Hindistan’daki donanmalarını buraya sevk etti. Arka planda ise Kenya yerlisi Zimbalarla anlaşarak Osmanlı donanmasına karşı saldırmaya ikna ettiler. Mombasa gibi stratejik bir liman kentini geri almak niyetinde olan Portekizliler, 1589 yılında Mombasa Muharebesi’nde bölgeyi, Osmanlı birliklerinden büyük bir katliam gerçekleştirerek aldılar. Portekiz Kralı Nâibi, Emir Ali Bey’in Doğu Afrika sahillerinde olduğunu öğrenince 18 gemiden oluşan filoyu Osmanlı donanmasını yok etmek için kardeşi Thomas da Sousa Couhinto’nun emrine verdi.

Osmanlı donanmasının üç katı büyüklüğündeki Portekiz donanması, 5 Mart 1589’da şehri bombalayıp limandaki Türk donanmasını yaktı. Anakaraya çıkmak zorunda kalan Osmanlı askerleri vahşi Zimba kabilesinin saldırısına uğradı ve tamamı öldürüldü. Emir Ali Bey esir edilerek Lizbon’a götürüldü. Bu olay yaklaşık yüz yıl Hint Okyanusu’nda fırtına gibi esen Osmanlı donanmasının acı sonunun adeta başlangıcı oldu. Tarihçi Yılmaz Öztuna, “Doğu Afrika’da Türkler” adlı eserinde, “Mombasa Türklerden alındı, Emir Ali Bey esir edildi ve Lizbon’a götürüldü. Türk leventleri, güneybatıya, Tanganyika’ya kaçtı. Fakat Güneydoğu Afrika’yı harabeye çeviren Bantu ırkından Zimbaların eline düştüler. Yamyam olan Zimbalar, yakaladıkları Türk leventlerini kızartıp yedi” diyor…

08 Nisan 2024, Pazartesi 07:00

168 denizci nasıl şehit oldu?

II. Dünya Savaşı’nın başladığı 1 Eylül 1939’dan bittiği 7 Mayıs 1945’e kadar, Türk ordusuna bağlı birliklerden 22 bin 663 asker hayatını kaybetti. Türkiye, savaşa katılmamasına rağmen, 2 bin 106 gün süren savaş süresince bakımsızlıktan, yetersiz beslenmeden, hastalıklardan dolayı resmi kayıtlarına göre 22 bin 663 askerini kaybetti. Aşağıdaki yazıda, girmediğimiz savaşta yitirdiğimiz 168 vatan evladının acı hikayesini okuyacaksınız…

Türkiye, II. Dünya Savaşı’ndan önce İngiltere’ye dört denizaltı, dört muhrip savaş gemisi ve uçak filosu siparişi verdi. İngiltere önce olayı ağırdan aldı, Türkiye’yi oyaladı.

Savaşın başlamasıyla birlikte gemilerin teslimatı iyice gecikti. 18 Haziran 1941 tarihinde Türkiye ile Almanya arasında imzalanan ‘Saldırmazlık Paktı’ anlaşması, İngiltere’nin tutumunu değiştirdi. Türkiye ile Almanya arasındaki yakınlaşmayı gören İngiltere, sipariş edilen dört denizaltı ile dört muhribin teslimatı için harekete geçti. Gemilerin teslimi için bir askeri grubun İngiltere’ye gönderilmesini istedi.

Türkiye, gemileri teslim alacak personeli İngiltere’ye gönderme kararı aldı. Heyet, deniz yoluyla önce İskenderiye’ye, oradan da hava yolu ile İngiltere’ye gidecekti. Dönemin Milli Savunma Bakanı Saffet Arıkan, askeri kafilenin Mısır’a götürülmesi için Ulaştırma Bakanı Cevdet Kerim İncedayı’dan bir gemi kiralamasını istedi. O da sahiplerinin ‘yalnız yük taşıyabilir, insan taşımaya uygun değildir’ dediği eski Refah şilebini kiraladı. Tahsis edilen Refah, yolcu taşımacılığına uygun değildi, 40 yaşında sadece 28 yolcu kapasiteli bir yük gemisiydi. Kafile komutanı Yarbay Zeki Işın ile Refah şilebinin süvarisi İzzet Dalgakıran’ın tüm uyarı ve ikazlarına rağmen, bu gemi göz göre göre ölüme gönderildi! Refah, 23 Haziran 1941 tarihinde Mersin Limanı’ndan Mısır’a doğru hareket etti. Şilep, Mersin’den hareketinden 5 saat sonra, 22.30 sıralarında Kıbrıs açıklarında kimliği meçhul bir denizaltı tarafından torpillendi.

Şilebin makineleri ve telsizi kullanılamaz hale geldi. Kurtarma filikalarından sadece biri iş görür vaziyetteydi. Refah’ın denizle mücadelesi dört saat sürdü. Nihayetinde battı. Tek kurtarma filikasıyla facia yerinden ayrılan 28 kişi, 36 saat sonra Karataş mevkiinde karaya çıkarak geminin battığını merkeze bildirdi. Türkiye’nin olaydan tam 36 saat sonra haberi oldu! Havadan ve denizden yapılan kurtarma ve araştırma faaliyetleri sonucunda faciadan 3 gün sonra dört denizci sağ olarak kurtarılabildi.

Görevli personelden 168 kişi öldü, sadece 32 kişi kurtuldu. 15 denizci subay, 16 havacı öğrenci, 48 denizaltı astsubayı, 63 deniz askeri ve 26 mürettebat olmak üzere toplamda 168 denizci şehit oldu. Refah şilebini kimin batırdığı hâlâ meçhul! İngiliz denizaltı batırdı diyen de var, Almanlar batırdı diyen de var. Yanlışlıkla İtalyan denizaltı torpilledi diyen de var. Sonunda Refah’ı, Fransız bir denizaltının yanlışlıkla torpillediği kanaatine varıldı. Sonrasında Fransa ile yapılan gizli pazarlıklar sonucu, iki savaş gemisi donanmaya katıldı. Daha sonra bir İtalyan deniz subayı, geminin İtalyan donanmasına ait bir savaş gemisi tarafından batırıldığını öne sürdü. Bu olay, savaş sürecinde gizli tutuldu ve normal bir deniz kazası gibi gösterildi. Meclis, olaydan sonra soruşturma komisyonu kurdu. Savunma ve ulaştırma bakanları istifa etti.

Çürük gemi seçimi, iki bakanı koltuğundan etti. Olay mahkemeye taşındı, ancak sonunda herkes beraat etti ve dava kapandı! 27 Haziran 1951’de çıkarılan bir kanunla kazada hayatını kaybedenler şehit kabul edildi.1970’te Mersin’de Refah şehitleri için bir anıt dikildi...

03 Nisan 2024, Çarşamba 07:00

Suriye kabinesine aday olan İsrailli ajan

Orduda görevliyken MOSSAD’a başvurdu, kabul edilmedi. Bunun üzerine ordudan istifa etti. İki yıl aradan sonra MOSSAD, Suriye için aradığı türden ajan bulamadığı için eski dosyaları tekrar karıştırmaya başladı. Bu kez şansı yaver gitti, MOSSAD geri çağırdı. Eğitimlerde zorlanır, onu ‘tutuk’ bulurlar, sonradan açılır. Kimliği değiştirilir, önce Arjantin’e oradan da Suriye’ye gönderilir. Zengin rolü oynar, çok para saçar. Sosyeteye kendini sevdirir, devletin üst kademeleri ile yakınlık kurar, güven telkin eder.

Suriye siyasetinde yükselen ve söz sahibi olan bir kişi konumuna gelir. Bu sırada bilgileri MOSSAD’a geçmeye başlar. Futbola çok düşkün olduğundan, zaman zaman maç yorumları da gönderir. Bu durum amirlerini endişelendirse de çok fazla üstüne gitmezler. Düşman topraklarındaki başarılı bir ajanın küçük şımarıklıkları olarak görürler. Suriye ordusuna yakın bir yerde ev kiralar ve verici yardımıyla İsrail’e bilgileri ulaştırır. Gönderdiği sinyaller, Suriye ordusunun sinyalleri ile karıştığından dikkat çekmez, kendini bu şekilde kamufle eder. Suriyeli askeri yetkililer ile Golan tepelerini ziyareti sırasında, “Zavallı askerleri güneş altında niye bekletiyorsunuz, nöbet tutulan yerlere ve cephaneliklerin etrafına ağaç dikin, hem askerler gölgelensin hem de saldırı filan olursa kamufle olurlar” diye akıl verir.

Bu akla uyan Suriyeliler, en kritik mevzilere Okaliptüs ağaçları dikip, Altı Gün Savaşları sırasında İsrail uçaklarına hedef olurlar ve Golan tepelerini iki gün içinde kaybederler. 1965 yılında Rusya, Suriye’ye askeri yardımda bulunur. Bu süreçte ordunun demode olmuş haberleşme sistemi de yenilenir. Kontrollerin yapılabilmesi için bütün ordunun iletişimi 24 saatliğine durdurulur. Ordu iletişiminde en ufak bir hareketlilik yokken, o sırada belli belirsiz bir sinyal fark edilir. İstihbarat konumunu bulmaya çalışırken yayın kesilir.

Hükümete böylesine yakın ve gelecek kabineye bakan adayı olan birisinin lüks evinden böyle bir sinyal gelmesine anlam verilemez. Temkinli davranılır ve beklemeye başlanır. Çok geçmeden verici akşam saatlerinde tekrar devreye girer. Sabah saat 8’de eve baskın yapılır. Evde yapılan aramalarda çok sayıda gizli belge, doküman, gizli vericiler ve fotoğraf makineleri ele geçirilir. Başlangıçta birçok kişi bunu kabul edemese de onun bir MOSSAD ajanı olduğu anlaşılır. Sorgusu sırasında merkeze mesaj yollanmaya mecbur bırakılır.

Önceden kararlaştırılmış bir şifre sayesinde, yakalandığı MOSSAD tarafından anlaşılır. Derhal mahkemeye çıkarılır. Mahkeme aslında bir tiyatrodur; savcı yoktur, savunma avukatı yoktur. Mahkeme heyetinin başkanı hem savcı hem de hakimdir. Hakim, tek bir cümle söyler; “savunmanı yürütecek birine ihtiyacın yok, satılmış basın senin tarafında, devrimin bütün düşmanları zaten seni savunuyor!” der. Tel Aviv derhal devreye girer, elinde tutuklu olan binlerce Arap esirin serbest kalması karşılığında iadesini talep eder. Dünyanın dört bir yanından af talepleri yağar, imza kampanyaları düzenlenir, sonuç değişmez. 18 Mayıs gece yarısı canlı yayında idam edilir. İdam edildiği akşam eşi kendini öldürmeye kalkışır, fakat hastanede kurtarılır. Naaşı günlerce meydanda asılı kalır. Kolunda, karısının hediye ettiği saat ile asılır.

Yıllar sonra internette saatin satışa çıkarıldığını fark eden MOSSAD, saati satın alır. Karısı, saatin MOSSAD’da kalmasının daha uygun olacağını düşünür, saati MOSSAD’a iade eder. Saatinin getirilmesi bile İsrail açısından büyük bir zafer olarak değerlendirilir. İdamının üzerinden 59 yıl geçmiş olmasına rağmen, onu ne İsrail ne de Suriye unutabildi! İsraillilerin “Casusların Tanrısı” diye adlandırdıkları Eli Cohen, Kemal Emin Sabit takma adıyla 1962-1965 yıllarında Suriye’nin başkenti Şam’da görev yaptı ve 18 Mayıs 1965’te 41 yaşında idam edildi…

27 Mart 2024, Çarşamba 07:00

İki sütun üç ölçeklik ömür!

Sinaüddin Yusuf bin Abdullah, daha çok Atik Sinan olarak bilinen Rum asıllı Osmanlı mimardır. 15. yüzyıl Osmanlı mimarlarının önemli temsilcilerinden biridir. İstanbul’un fethinden sonra yapılan Fatih Camii ile külliyesinin mimarıdır. Ancak 1766 depreminde Atik Sinan’ın yaptığı Fatih Camii yerle bir olur. Bugün Fatih’te gördüğümüz cami Atik Sinan’ın yaptığı değil, III. Mustafa döneminde yapılan Mimar Mehmet Tahir Ağa’nın elinden çıkan camidir… Bazı tarihi kaynaklarda Mimar Atik Sinan hakkında, Fatih Camii’nin sütunlarını kısalttığı için Fatih Sultan Mehmed tarafından ellerinin kesildiği yolunda kayıt vardır ancak bu gerçek değildir. Fatih Sultan Mehmed, Atik Sinan’ın ellerini kesmemiş, ölüm fermanını imzalamıştır...

Evliya Çelebi, “Seyahatname” adlı eserinde Atik Sinan isimli bir mimarın çarpıcı hikayesine yer verir. Evliya Çelebi, Fatih Sultan Mehmed’in verdiği ölüm fermanının yanlış olduğunu belirtir ve kararı eleştirir. Evliya Çelebi aslında 1600’lerde yaşamış bir gezgin ve yazardır, ömrünün 50 yılı yollarda geçmiştir. Gördüklerini, duyduklarını biraz da kendinden eklediği detaylarla güçlendirerek on ciltten oluşan “Seyahatname” eserini yazmıştır. Atik Sinan’ın hikayesi, bu eserin ilk cildinde yer alır… Fatih Sultan Mehmed bu başarılı mimarı huzuruna çağırır ve ondan kendi adını taşıyan bir cami yapmasını ister. Atik Sinan kolları sıvar ve padişah için görkemli bir cami inşa eder. İstanbul’un fethinden sonra birçok kilise camiye dönüştürüldü, ayrıca yeni camiler de inşaa edildi. Fatih Camii de işte bu süreçte inşaa edildi. Evliya Çelebi’ye göre bu süreçte açılan bir dava dikkat çeker: Padişah Fatih Sultan Mehmed ile Fatih Camii’nin baş mimarı Atik Sinan davalık olur...

Atik Sinan, inşa ettiği Fatih Camii’ni Bizans’ın görkemli yapısı Ayasofya’dan daha kısa yapmıştır. Fatih Sultan Mehmed, “Benim adımı taşıyan cami neden Ayasofya kadar yüksek değil” diyerek, Atik Sinan hakkında dava açar. Kadının huzuruna çıkan davalılardan Atik Sinan’ın yanıtı şöyle olur: “Padişahım, İstambol’da zelzele çok olduğundan, cami ebediyen kalsın diye iki sütunu üç ölçek kesip Ayasofya’dan alçak ettim.” Bizans döneminde defalarca depremlerle yıkılan İstanbul için Atik Sinan’ın yaptığı bu tespit, doğru olmasına rağmen yine de padişahı öfkelendirir. Evliya Çelebi’nin anlattığına göre, bu savunmaya çok sinirlenen Fatih Sultan Mehmed, Atik Sinan’ın iki bileğini keser.

Atik Sinan yeniden mahkemeye gider, bu kez o padişahtan davacı olur. Fatih Sultan Mehmed’in adını taşıyan caminin şehirdeki en yüksek yapı olmasını değil, kalıcı yapıcı olmasını amaçladığını söyler ve neticede dava uzlaşma ile sonuçlanır. Evliya Çelebi’nin bu kurgusu tabii ki gerçek değildir. Evliya Çelebi’nin burada vermek istediği esas mesaj, sadece yüksek olmadı diye bir mimarın cezalandırılmasını eleştirmektir. Peki, gerçekte ne oldu? Fatih Sultan Mehmed ile anlaşmazlığa düşen ve 1469 yılında Fatih Camii’ni tamamlayan mimar Atik Sinan bir zindana kapatıldı.

Tarihsel kayıtlara göre Atik Sinan, 1471 yılının sonbahar ayında hapsedildiği zindanda öldürüldü. Döneme tanıklık eden bazı yabancı gözlemcilere göre Atik Sinan, gerçekten de depreme dayanıklı olması için sütunlardan iki tanesini kısalttığı için padişahla sorun yaşamış ve sonunda öldürülmüştür. Başka bir anonim metne göre de padişahla mimar arasında masraflar ve rüşvet iddialarından sorun çıkmıştır. Ancak çoğu tarihçiye göre Atik Sinan’ın ölümünün gerçek nedeni Fatih Camii’nin Ayasofya’dan daha kısa olmasıdır...

25 Mart 2024, Pazartesi 07:00

Sözlerine dikkat et davranışların olur!

Son dönemlerdeki en tartışmalı psikolojik deney, 2014 yılında Cornell Üniversitesi’nden bir çalışma grubu tarafından Facebook’ta gerçekleştirilen deneydir. Sosyal medyanın insanların duygu durumlarını nasıl etkilediğini görmek isteyen araştırmacılar, 700 binden fazla Facebook kullanıcısının haber akışlarını manipüle etti. Bazı kullanıcılar Facebook hesaplarında “olumlu” içeriklerle karşılaşırken, bazıları da olumsuz içeriklere maruz bırakıldı. Deney sonucunda, olumlu içeriklerle karşılaşan kullanıcıların olumlu paylaşımlar yapma ihtimalinin, olumsuz içeriklerle karşılaşanlardan fazla olduğu ortaya çıktı. Olumsuz içeriklere maruz bırakılan kullanıcılar büyük oranda olumsuz paylaşım yapma eğilimindeydi. Sosyal medyanın insanların duygu durumları üzerinde etkili olabileceğini ortaya koyan çalışma, insanların haber akışlarını manipüle ettiği için büyük tartışmalara neden oldu.

“Florida Etkisi”, belirli kelimeler veya görsellere sürekli maruz bırakılmanın farkında olmadan davranışsal değişikliğe yol açtığını ortaya koyan bir görüştür. Psikolog John Bargh, 1996 yılında bu konuda bir deney gerçekleştirdi. Deneye, gençlerden oluşan iki grup dahil edildi. İki grup ayrı odalara yerleştirildi. Bir gruba 10 dakika sürecinde rastgele kelime gruplarından oluşan kelime kartları gösterildi, diğer gruba ise yine 10 dakika sürecinde yaşlılığı çağrıştıran kelimelerin oluşturduğu kartlar gösterildi. Bir süre sonra iki gruptan koridorun sonundaki odaya gitmeleri istendi…

Rastgele kelime gruplarının gösterildiği grup normal hızda odaya ulaştı ancak diğer grup olması gerekenden daha yavaş olarak odaya gitti. İşte, “Florida Etkisi” denilen şey budur. Yaşlı sözcüğü kullanılmadığı halde yaşlılıkla ilgili kelimeler zihinde yaşlılıkla ilgili düşünceyi, daha sonra bu düşünceler yaşlılıkla ilintili olan yavaş hareket etmeyi tetikledi. Tüm bunlar farkında olmadan gerçekleşti. Deney sonunda tüm katılımcılar sergilemiş oldukları davranışların kesinlikle gösterilen kelime kartlarıyla ilişkili olmadığını savundu. Ancak katılımcılar yaşlılık fikrinin farkında olmasalar da davranışlarında değişiklik oldu. Eylemin fikirden etkilenmesi devam ettiğinde karşılıklı tetikleme etkisi ortaya çıkar. Yaşlılığı düşünmeye başladığınızda, giderek yaşlı gibi davranmaya eğilimli olursunuz; yaşlı gibi davranmaya başladıkça da yaşlı gibi hareket edersiniz. Farkında olmasanız dahi çevrenizdeki uyaranlar zihin yapınızı yönlendirmeye başlar. Etkilenen zihin bir süre sonra davranış şeklinize etki etmeye başlar ve o yönde davranmaya başlarsınız. Çalışmaya “Florida Etkisi” denilmesinin nedeni, ABD’deki Florida Eyaleti’nin genellikle emeklilerin yaşadığı yer olmasıdır.

Prof. Bargh, yıllar sonra aynı deneyi ‘’kibarlık’’ ve ‘‘kabalık’’ kelime grupları ile gerçekleştirdi. Sonuç yine benzer çıktı. “Kibarlık” grubundaki insanlar, iki kişi konuşurken onların konuşmalarını kesmeden dakikalarca beklerken “kabalık” grubundaki insanlar karşılarındaki kişilerin konuşmalarını sık sık kesiyordu. Sözcükler, insanlar fark etmese de on dakika gibi kısa bir zaman diliminde dahi davranışları etkiliyor. Düşünsenize, sadece on dakika ve bilinçsiz olarak bu kelimelere maruz kalmak davranışları bu kadar etkiliyorsa, çocukların ebeveynlerinden yıllarca duyduğu söylemler ve kelimeler onların davranışlarını nasıl etkiler? Çocuğa söylenen sözcükler onun bilinç dışını, bilinç dışı da davranışlarını etkiliyor. Çocuklarla konuşurken, sözcüklerimize dikkat edelim!

20 Mart 2024, Çarşamba 07:00

Timsah Armudu’nun başına gelenler…

1970’li yılların başında Kaliforniya’dan Türkiye’ye deneme amaçlı çeşitli avokado fideleri getirildi. Deneme üretimi başarılı geçer ve Türkiye bu vesile ile avokado ile tanışmış olur. Ana vatanı Meksika olan bu meyve, Aztek dilinde “bereket meyvesi” anlamına gelir. Yüzeyinin pütürcüklü oluşundan ve renginden ötürü “timsah armudu” da denilir. Oysa avokado, çok daha önceleri Türkiye’ye geldi. Avokadonun İstanbul’a gelmesi, Molla Kamil Efendi sayesinde oldu. 1688 yılında doğan Molla Kamil Efendi, Roma ve Paris’te eğitim gördü. Eğitimi sırasında ziraat alanına merak salan Kamil Efendi kendini bitkiler dünyasına adadı.

İstanbul’a döndüğünde sarayda Bostancıbaşı’nın yanında çalışmaya başladı. 1720 yılında lalelerde bir hastalık baş gösterdi. İmparatorluğun göz bebeği olan laleleri Molla Kamil Efendi kurtarır. Böylece Sultan III. Ahmet’in takdirini kazanır ve kendisine lale bahçelerinin kurtarıcısı anlamına gelen “halaskaran-ı lalezar” lakabı verilir. Kamil Efendi’ye zirai çalışmalar yapabilmesi için Yalova’da arazi tahsis edilir. Molla Kamil Efendi, kendisine ödül olarak tahsis edilen arazisinde Paris’te gördüğü avokado meyvesini yetiştirmeye çalışır. Uzun uğraşlar ve melezleştirmeler sonucunda Yalova ikliminde avokado yetiştirmeyi başaran Molla Kamil Efendi, bu meyveyi bir risale ile saraya takdim eder: “Bu ağaca timsah armudu da derler, faidesi saymakla bitmez.

Sayesi hoş, bakması ala, yemişi leziz ve şifadır. Meyvesi cennet taamı olup neyle yense yakışır, ağza ferahlık mideye küşayiş verir. Yağı sürülende cilde sedefi bir nur katar...” Molla Kamil Efendi’nin yetiştirdiği meyve, Damat İbrahim Paşa tarafından beğenilir. Böylece saray davetlerinde ikram edilmeye başlanan avokado, kısa zamanda seçkinlerin gözdesi haline gelir. Ancak avokadonun Osmanlı topraklarındaki ömrü fazla uzun sürmez…

28 Eylül 1730 günü patlak veren isyan, Osmanlı tarihinin olduğu kadar avokadonun da bu topraklardaki kaderini değiştirir. Dönemin tarih yazarları, saraya karşı olan tepkinin korkunç bir isyana dönüşmesinde, halkın ekonomik sıkıntısına ve yüksek enflasyona rağmen geceli gündüzlü verilen ziyafetlerin, eğlencelerin sefere çıkmak istemeyen padişahla sadrazamının rolü olduğunu belirtir. İsyanın elebaşısı Osmanlı donanmasında leventlik yapmış olan Arnavut Halil’dir. Çevresi tarafından “Patrona” lakabı ile anılan Halil, bu isyana adını verir: Patrona Halil İsyanı…

Patrona Halil İsyanı sonucunda III. Ahmet tahttan indirilerek yerine yeğeni I. Mahmut tahta geçirilir. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa idam edilerek yerine Silahdar Mehmet Paşa getirilir ve Lale Devri son bulur. Saray kendine karşı yapılan bu isyanı affetmez. Patrona Halil, 25 Kasım 1730 günü saraya davet edilir ve sonrasında öldürülür. Patrona Halil İsyanı sırasında isyancılardan bazıları avokadonun diğer adı “timsah armudu”na atıfla meyvenin “timsah ile ağacın birleşmesinden olduğu” dedikodusunu ve mekruh olduğunu yayarlar. İşte bu dedikodular sonrasında Yalova’da Molla Kamil Efendi tarafından yetiştirilen avokado ağaçları yakılarak yok edilir. Böylelikle bu topraklarda ciddi uğraşlar sonucu yetiştirilen avokado ağaçlarının varlığı Patrona Halil İsyanı ile son bulur. Avokadonun yeniden topraklarımızda yetiştirilmesi bu olaydan yaklaşık 240 yıl sonra gerçekleşir.