Mehmet Ali Birand Buna 'kaş yaparken göz çıkartmak' denir...
HABERİ PAYLAŞ

Buna 'kaş yaparken göz çıkartmak' denir...

Haberin Devamı

Son haftalarda gazetelere düşen bazı haberleri alt alta yazdığımızda son derece garip, gereksiz, kontrol dışı olduğunu tahmin ettiğim bir süreç ile karşılaşıyoruz.

*19 Mayıs gösterilerinin statlardan okullara alınması. Öğrencilerin kılık kıyafetleri zaten uzunca bir süredir Milli Eğitim Bakanlığı’nı (MEB) rahatsız ediyordu. Şimdi buna bir de gösterilerin kısıtlanması eklendi. Milli Eğitim’den yapılan, ne denildiği doğru dürüst anlaşılamayan ve inandırıcılığı olmayan açıklama da tam anlamıyla içler acısı. Yok öğrenciler dersten uzaklaşıyormuş, yok havalar soğukmuş. Bunun yerine açıkça ortaya çıkıp, “1940’lardan kalma tek lidere tapınma gösterileri yerine 19 Mayıs törenlerinin şeklini değiştirip, gençliğin daha fazla katılacağı bir şölene dönüştüreceğiz” denilse, böyle tepki çekmezlerdi. Bu yapılmayınca da MEB’nin kararı, “kızları örtme ve Atatürk’ü geri plana çekme çabası” olarak nitelendi.
[[HAFTAYA]]
*Diyanet İşleri Başkanlığı’nın umreye öğrenci götürme kararı. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in gerçek hedefi nedir bilemiyorum. Ancak “Batı dünyasında öğrenciler Vatikan’a götürülür” diye örnek vermesi hiç inandırıcı gelmedi. Orada öğrenciler dinlerini öğrenmeleri için değil, aynı zamanda bir müze olduğu için Vatikan’a götürülüyorlar.

*Milli Eğitim Bakanlığı’nın Mina Urgan’ın kitabına inceleme başlatması. Bakanlık, Mobil Anadolu Lisesi edebiyat öğretmeni Suna Kaya Baydar hakkında inceleme başlattı. Nedeni de Baydar’ın öğrencilerine Mina Urgan’ın son derece hoş ve farklı görüşleri içeren “Bir Dinazorun Anıları” adlı kitabını okumalarını önermesi. Olayın geri planı trajikomik. Batıkent Teknik ve Endüstri Meslek Lisesi Müdürü Adem Öksüz; Baydar’ın önerisi üzerine tepki gösterip, “Dinimizden olmayan kişilerin kitaplarını neden okutuyorlar ki” deyince, bakanlık inceleme başlatmış ve bu inceleme görevini de yine Adem Öksüz’e vermiş. Bravo doğrusu. Nereden başlasam acaba? Bu kafa, Allah’a inanmayanların veya Hristiyan yazarların kitaplarının okunmasını yasaklamaya mı hazırlanıyor? Farklı görüşleri öğrenmemiz mi önlenmeye çalışılıyor? Nereden tutsanız dökülen bir yaklaşım.

*RTÜK’ün SHOW TV’deki “M.U.C.K.” DİZİSİNİ MÜSTEHCEN DİYE CEZALANDIRMASI. RTÜK son dönemlerde giderek artan şekilde dizilerdeki “çıplaklığı”, “öpüşmeleri”, en basit “müstehcenliği” cezalandırıyor. Neredeyse dizilerin nasıl yapılacağını, nasıl gazeteci ve televizyoncu olunacağını da genelgelerle düzenlemeye başlayacak. Reytingleri de umursadıkları yok. Toplum adına konuştuklarını söylüyorlar ancak toplumun önemli bir kesiminin kendileri gibi düşünmediğinin ya farkında değiller veya görmezden geliyorlar. Özetle, atılan bu adımlar bizi yavaş yavaş daha “mutaassıp” bir toplum olmaya itiyor. Gizli bir toplum mühendisliğiyle mi karşı karşıyayız yoksa genel bir muhafazakarlık yarışına mı girdik? Söyleyebileceğim tek şey, bu yaklaşıma ancak “kaş yapayım derken, göz çıkartmak” denir. Türkiye’yi hem demokraside hem de ekonomide 1’inci lige çıkarma iddiasındaki bir iktidar, bu ülkeye güzel bir kaş yaparken, bu yaklaşımlarla toplumun gözünü çıkarmaktadır. Türkiye bu kafayla 2100 yıllarında 1’inci ligde top koşturamaz.

Denktaş’ın tek rüyası vardı: KKTC’yi Türkiye’ye bağlamak

Bu meslekte kendimi bildim bileli bir Kıbrıs davamız vardı. Kıbrıs denilince de karşımıza sadece tek bir isim çıkardı: Rauf Denktaş. 1950’lerden bugüne kadar tamı tamına 62 yıldır bu sorunu çözmek için mücadele ederiz. 62 yıldır Türkiye ve Yunanistan bir türlü kendi aralarında anlaşamadıklarından dolayı bu mesele uluslararası devlerin (İngiltere-ABD ve Rusya) elinde oyuncak olmuştur. Bugün bir bilanço yapıp, kimin ne kazanıp ne kaybettiğine bakarsak, Yunanistan kazananların başında geliyor. Avrupa Birliği’ne kapağı atıp, Kıbrıs Rumlarını da arkasından sürüklemeyi becerdiği için, kendini bu bataktan kurtardığını söyleyebiliriz. Rumlar da çok zenginleştiler. AB üyesi oldukları için siyasi alanda güçlendiler ancak iki kollarından birini (Kuzey Kıbrıs’ı) kaybederek bugüne geldiler. Türkiye ise hâlâ ayakları kelepçeli, Kıbrıs Türkleri hâlâ fakir ve hâlâ adada hapis yaşıyorlar. Bugünkü noktaya büyük oranda Denktaş’ın ısrarlı ve inatçı politikaları sonucunda varıldı...

* * *
Kıbrıs’ın iki “kahramanı” vardır. Biri Makarios idi. Amacı, Türkleri susturup, adanın tümünü Yunanistan’a ilhak ettirmekti. Diğeri de Denktaş. Onun da amacı Kuzey Kıbrıs’ı ne yapıp edip Türkiye’ye bağlamaktı. Gözü başka şey görmez, Ankara’dan gelen diğer çözüm önerilerini kerhen kabul etmiş ancak hiçbir zaman benimsememişti. KKTC’nin Türkiyesiz ayakta duramayacağına inanırdı. Ne AB üyeliği ne de iki toplumlu, iki bölgeli çözüm onun kafasına yattı. Hep Türkiye’ye ilhak veya Türkiye’nin askeri garantisi altında bağımsız bir KKTC için uğraştı. Her iki lider de çok güçlüydüler. Makarios, Atina’da Karamanlis hükümeti (1974) kurulana, Denktaş da Ankara’da Erdoğan hükümetine (2004) kadar, her iki başkenti de etkileyebiliyor, günlük politikaları oluşturabiliyorlar, “ana vatanlarında” kamuoyundan büyük destek elde edebiliyorlar yani iki ülkeyi avuçlarının içinde tutabiliyorlar ve istediklerini yaptırabiliyorlardı. Ancak ne Makarios ne de Denktaş rüyalarını gerçekleştirebildiler. Dünya değişti, onlar da yararlılıklarını kaybettiler ve önce siyaset sahnesinden ayrıldılar, sonra da göçüp gittiler. Yaşamı süresince Türk kamuoyu Rauf Denktaş’ı çok sevdi. Ben de sevdim. Kimi zaman çok kızdım. Çağ dışı kaldığına inandım ve bunu da yazdım. Özellikle Annan Planı döneminde hem Türkiye’ye hem de kendi halkına büyük bir fırsatı kaçırtmasını çok eleştirdim. Karşısına oturduğum zaman, önce ona destek vermediğimden dolayı beni de yerden yere vurur, etmediği lafı bırakmaz ancak her görüşme veya kavgamızın sonunda mutlaka tüm sevecenliği ile yine kalbimi kazanırdı. Bizim kuşağımızın yaşamında, yakın geçmişimizde iz bırakan bir kahramanımızdı...

Sıradaki haber yükleniyor...
holder