Bugün yüzbinler Diyarbakır’da toplanacak. İçlerinde çok kızgınları olduğu gibi, üzüntü duyanlar da olacak. Ancak ne olursa olsun, bu bir Kürt gösterisi şeklinde geçecek. Halk, gücünü gösterecek. BDP yaklaşımını belirledi. Tahrik etmeyecek. Etrafın yakılıp yıkılması için tahrik etmeyecek. PKK’nın tutumunu henüz bilmiyoruz.
Acaba, “Bakın istediğimiz zaman sokakları ateş topuna çevirebiliyoruz... Bu defa ise halkımızın barışçı gücünü göstereceğiz...” mi diyecek yoksa bir işaretle gençler etrafa mı saldıracak? Örgüt bugün, İmralı süreci konusunda ne düşündüğünün ilk işaretini verecek. Böylesine büyük toplulukları kışkırtmak kolaydır da, kontrol altında tutmak çok zordur. Bir silah sesi, bir fısıltı her şeyi mahveder.
POLİSİN DE BÜYÜK SORUMLULUĞU VAR. BAZI ŞEYLERİ GÖRMEMELİ. HER ATILAN ADIMA SERT MÜDAHALE ETMEMELİ. DÜZEN KURACAĞIM DERKEN MİTİNGİ KARIŞTIRMAMALI.
Diğer bir sorumluluk polise ait. Bundan önceki gösterilerde hep gördük. Güvenlik güçleri bazen çok sertleşiveriyorlar. Öylesine bir tepki gösteriyorlar ki, gösteri savaş alanına dönüyor. Neden yaptıklarını soruyorsunuz, “Efendim izin almadılar... Polise tükürdüler...” gibi gerekçeler sayıyorlar. Oysa öyle gösterilerle karşılaştık ki, polis kenarda durduğu zaman olay çıkmıyor.
Her kişinin, her şirketin, her ülkenin hatta her örgütün uluslararası bir bakışı, bir reytingi vardır. İç ve dış çevreler kendilerine göre bir algılama yapar, bir puan verirler. Etrafta karneler dolaşmaz belki ancak kendi kafalarında bir fikir oluşur. Gazetelere hemen yansır. Bir makalede, yapılan bir haberde, toplantılarda sözü edilir.
Elle tutulamayan, somut aletlerle ölçülemeyen bir reytingden söz ediyorum. “İmralı süreci”nin başlamasıyla birlikte, Türkiye’nin “istikrar reytingi” yavaş yavaş artmaya başladı. Henüz çok erken. Sonucun ne olacağını kimse bilemiyor. Yeni bir “Habur felaketiyle” mi karşı karşıya kalacağız? Yolun ortasında taraflar yine anlaşmazlığa mı düşecek?
Gelişmeyi sabote etmek isteyenler başarılı olacaklar mı? Bu soruların yanıtlarını kimse bilmiyor. Bundan dolayı da, çok dikkatli davranıyorlar. İlgiyle izliyor, fazla bel bağlamıyorlar. Buna rağmen Türkiye hakkında çıkan haber-makalelere bir bakın. Uluslararası konferanslara bir kulak kabartın, kıpırdanmanın hemen farkına varacaksınız. Bölgedeki ülkelerden bazıları “İnşallah Türkler başaramaz” diyor. Kürt-Türk kavgasının sürmesini isteyen ve kullanan nice komşumuz rahatsız.
[[HAFTAYA]]
Neden bazı gerçekleri kabul edemiyoruz, anlamıyorum. Başbakan, Abdullah Öcalan’ın İmralı’daki odasına TV konması direktifini verince kıyametler koptu. Nasıl olurdu da, “bebek katili” istediği zaman TV seyredebilirdi? Gelin, bu işin mantığını biraz tartışalım. Türkiye, Abdullah Öcalan’a özel bir statü tanıyor. Bu öylesine önemli bir statü ki, ülkenin en önemli sorununu çözmenin yolu, Öcalan’ın kaldığı İmralı adasından geçiyor. Çözümün nasıl olabileceği konusunda ona danışılıyor. PKK, onun aracılığı ile kontrol edilmeye çalışılıyor. Hapishaneler ayaklanıyor, PKK’lı mahkumlar açlık grevine başlıyor, hükümet başa çıkamayınca İmralı’nın kapısını çalıyor. O da bir mesajla sorunu çözüveriyor. Öylesine duyarlı bir süreçten geçiliyor ki, hemen her adım büyük bir dikkatle atılıyor.
Atılan her adımda da, İmralı’ya bakılıyor. Sadece Türkiye değil, bölgedeki “Kürt oluşumu” da yine İmralı’dan çıkacak fikirler ve adımlardan etkilenecek. Öcalan’a işte böylesine ağırlıklı bir misyon veriliyor. Sözleri ciddiye alınıyor. Sadece Ankara değil, bu ülkede yaşayan milyonlarca Kürt de Öcalan’a özel bir statü veriyor. Adeta Kürt sorununun bir simgesi, bir bayrağı gibi görüyor. Kılına dokunulsa, ayaklanıyor. Bir işaretiyle sokaklara dökülüyor. Hatırlayın, koskoca Türkiye Cumhuriyeti tüm açıklamalarına rağmen, 1999’da mahkemenin idam kararını neden uygulayamamıştı? Milyonlarca Kürt’ün sokaklara çıkmasından çekindiği için dosyayı rafa kaldırmamış mıydı?
HEM GÖZÜNÜN İÇİNE BAKIYOR,
ÇÖZÜMÜN EN ÖNEMLİ PARÇASI
OLARAK NİTELİYORUZ, SONRA DA ADİ
BİR SUÇLU MUAMELESİ YAPIYORUZ
[[HAFTAYA]]
Böylesine önem verilen, MİT Müsteşarı’nın ziyaret edip görüşlerini aldığı, çözümün en önemli parçası olarak görülen Öcalan’ın günlük yaşamanı biraz olsun rahatlatabilmek için önlem almaya kalkıldığında ise kıyametler kopuyor. Verilecek TV’nin tek mi, çok kanallı mı olması tartışılıyor ve yönetmelik incelenip tek kanal olması gerektiği belirleniyor... Hem TV, hem de harcayacağı elektriğin parasının tahsil edilmesine karar veriliyor. Sanki karanlıkta kalması ve sadece resmi görüşü öğrenebilmesi için de -adeta cezalandırılır gibi- sadece TRT kanallarını izleyebilmesi sağlanıyor. Ben bu yaklaşımda bir mantık göremiyorum.
Dün bu köşede, tam da Başbakan'ın yaptığı açıklamayla ilgili olarak PKK'nın kuşku ve kaygılarını anlatmıştım. Hatırlatayım, 1999'da Abdullah Öcalan Türkiye'den ayrılma direktifi verdikten sonra Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) çekilmeye başlayan PKK'lılara saldırdı ve yaklaşık 500'ü öldürüldü. PKK bunu hiç beklemiyordu ve tuzağa düşürüldüğü sonucuna vardı. T.C.'ye güvenilmeyeceği izlenimi arttı. Başbakan bu konuşmasıyla son derece önemli bir güvence vermiş oluyor.
***
[[HAFTAYA]]
Başbakan'ın son açıklamalarını çok önemsiyorum. Bunlar, İmralı sürecinin devam edebileceği ümitlerini büyük ölçüde arttırdı. Öcalan ve PKK'ya ilişkin adımlar, gidilecek ince ve uzun yola yıllar öncesinden döşenmiş olan mayınların temizleneceği ve ön görüşmelerin rahatlıkla sürdürülebileceği anlamına geliyor. İki önlemden en önemlisi, PKK'ya ait silahlı güçlerin geri çekilmesi durumunda TSK'nın herhangi bir operasyon yapmayacağı konusundaki güvencesiydi. Bu güvence sorunun çözümü açısından değil, İmralı sürecinin işleyebilirliği açısından son derece hayatidir.
Başbakan, İmralı ile başlatılan ön görüşmeler hakkında fazla bilgi vermedi. Zaten medyada yeterince ayrıntı var. Hepimiz bu lego parçalarıyla oynayıp bir harita yapmaya çalışıyoruz. Benim dikkatimi çeken Türk kamuoyunda giderek yaygınlaşan kuşkucu bakış. Önce heyecanla alkışladık, şimdi “Durun bakalım, bu işin sonu ne olacak? Acaba oyuna mı geliyoruz?” diyenlerin sayısı artar oldu. Herkes kendi açısından haklıdır. Bundan önceki ateşkeslerin nasıl engellendiğini düşünün, barış girişimlerinin nasıl sabote edildiğini hatırlayanlar bu defa yoğurdu üfleyerek yemek istiyorlar. Zira karşı tarafa güvenilmiyor. Aslında bizden daha da fazla kuşku içinde olanlar var. Onların durumu daha da zor. Özellikle 1999’daki ünlü geri çekilmeyi hatırlayıp yoğurdu daha fazla üfleyerek yemekten yanalar.
PKK kadrolarından söz ediyorum. 1999’da Abdullah Öcalan, tüm silahlı kadrosuna “Sınır dışına çekilin” dedi. Onlar da, hemen toparlanıp yola koyuldular. Ancak beklemedikleri bir durumla karşılaştılar. Türk güvenlik güçlerini yollarının üstünde buldular. Oysa, rahatça geri dönebileceklerini sanmışlardı. Kendilerine böyle bir güvence verilmemiş olsa dahi, barışçı bir adım atılırken TSK’nın da arkalarından kovalamasını beklemiyorlardı. Oysa askerin yaklaşımı, “ben topraklarımda yasa dışı silahlanmış bir unsurla karşılaşırsam müdahale ederim” şeklindeydi. Nitekim 1999 çekilmesi, PKK açısından son derece önemli kayıpların verildiği bir operasyona dönüştü. Örgütte büyük tepkiler oluştu. Başkan emrettiği için yükselen sesler kısa sürede kısıldı. Ancak unutulmadı...
[[HAFTAYA]]
Şimdi Kandil’deki kamplarda olsun, elde silah Türkiye sınırları içindeki PKK gruplarında olsun, son derece huzursuz bir bekleyiş var. Bu kuşku ve kaygıları, bırakın yayın organlarından takip etmeyi kolaylıkla tahmin dahi edebilirsiniz. Dağın başında, tek güvencesi elindeki silah olan o gencin ikna edilmesi çok daha zor olmalı. Herhalde onların kafasında hep ayını soru dönüyordur: “Güvenlik kuvvetleri, geçen defaki gibi, çekilecek militanlara ateş açacak mı, yoksa ateş etmeme güvencesi verecek mi?” Karşılıklı güvensizlik öyle bir noktada ki, atılacak en basit bir adımın dahi hesaplanması gerekiyor. İşte bundan dolayı Türk kamuoyu ne kadar kuşkuluysa, PKK bizlerden daha da kuşkulu.
Zira onların sırtlarını dayayacağı, sağlam bir güçleri olmadığı gibi, dağdan başka gidecek yerleri de yok. Bunları PKK’yı acındırmak için yazmıyorum. Ön görüşmeler sırasında karşılaşacağımız zorunlulukları şimdiden görmemize yardımcı olması için anlatıyorum. Barış istiyorsak sevmediğimiz sözlere de, isteklere de tahammüllü olmalıyız.
Ahmet Türk’ü dinlediniz mi?
CNN TÜRK’te Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge”sinin Çarşamba akşamki konuğu Ahmet Türk idi. Bilmem dinleyebildiniz mi? Uzun yıllardır tanıdığım, sağduyusuna ve uzlaşıcı yaklaşımına saygı duyduğum biri olduğundan dolayı, kelimesini dahi kaçırmadım. Kafamdaki birçok sorunun yanıtını alabildim. Satırlar arasından İmralı’nın psikolojisini de anlayabildim. Bu açılardan son derece zamanlı ve yararlı bir söyleşiydi. Türk durumu çok iyi özetledi. İmralı-Ankara ön görüşmelerinin (şu anki durumun böyle adlandırılabileceğini anladım) daha çok başında olduğumuzu söyledi... Yol üstüne dizilebilecek tahrip bombalarının neler olabileceğini anlattı... Hepsinden de önemlisi Öcalan’ın kafasındaki temel yaklaşımı yani Kürt sorununun üniter yapı bozulmadan çözülmesi gerektiği inancını tekrarladı...
Bu arada aman dikkat, bazı kesimler bütün bu süreci sadece PKK’nın silah bırakıp Kandil’e çekilmesi gibi görüyorlar. Başbakan’ın açıklaması yanlış yorumlanıyor. Oysa terörün bitmesi ve PKK’nın çekilmesi nihai hedefler arasında görülüyor. Oraya varılana kadar gidilecek daha çok uzun bir yol var. Türk, kullandığı sakin ve uzlaştırıcı dil ile bu süreçte nasıl davranılmasının daha yararlı olacağını da bize göstermiş oldu. Her iki Ahmet’i de kutlarım.
Balyoz davası konusunda siz ne düşünüyorsunuz bilemem ancak benim çok kişisel bir izlenimim var. Gizlice yapılan telefon konuşmalarını da okudum... Gazetelerdeki demeçleri, resmi konuşmaları da tekrar tekrar gözden geçirdim. Tutuklanmadan önce yaptığı TV konuşmalarını da izledim. Vardığım sonuç, eski 1’inci Ordu Komutanı emekli Orgeneral Çetin Doğan paşanın büyük ölçüde çenesinin kurbanı olduğudur.
Sadece kendini değil, beraberinde 325 kişiyi de -farkına varmadankurban etti. Renkli bir kişiliği olduğu besbelli. Çok konuştu, çok anlattı... Daha da önemlisi, katıksız ve çok iyi yetiştirilmiş bir Türk subayı idi. Yani bu ülkenin gerçek sahibinin askerler olduğuna, Atatürk ilkelerine ters düşüldüğü takdirde askerin yönetime el koyma hakkının bulunduğuna inanan bir komutandı...
Davanın temelini oluşturan Selimiye’deki ünlü seminerin içeriğine baktığınızda, konuşmaları okuduğunuzda, üstü kapalı bir darbe oyunu oynandığı izlenimi açıkça ediniliyor. Bunun da kabul edilebilecek hiçbir yanı yok. Besbelli, gerektiğinde AK Parti’ye de el konabileceği mesajı var. Zaten o dönemde moda buydu. Asker tepeden bakar ve parmağını sallayarak iktidarları paylamayı kendinde hak görürdü. Nitekim bu seminer Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın itirazına rağmen yapıldı ve ardından da hiçbir iç soruşturma açılmadı.
[[HAFTAYA]]
Bir süredir yurt dışına çıkmıyordum. Her gün cennet vatanımın haberleriyle yoğruluyor, sabah köşe yazısı, akşam ana haber derken kendi dünyamızda yuvarlanıp gidiyorduk. Yılbaşı aralığından istifade edip eşim Cemre ile birlikte bir süre Amerika’ya oradan da Karayipler’e dalmaya gittik.
Gitmez olsaydım kardeşim... Pazartesi günü döndüm. Fena halde rahatsızım! Bu hep başıma geliyor. Yeni değil. Ne zaman bir kısa süreliğine Avrupa-Amerika gibi kıtalara gitsem psikolojim bozuluyor. Kimyam altüst oluyor. İlk birkaç gün rahat geçiyor da hastalık sonra baş ağılarıyla kendini gösteriyor. Etrafta dolaşıp, insanlarıyla konuşup, gazetelerine göz atıp, TV’lerini seyrettikçe durum vahimleşiyor.
[[HAFTAYA]]
Sokaklarda ne tüküren ne de sümküren var...
Bir hafta süreyle dünya ile ilgimi kestim. Binlerce kilometre uzakta, koskoca bir denizin ortasında, ne telefon çeker, ne internet bağlantısı, ne televizyon. Sadece dalma, uyuma ve kitap okumayla geçen yedi gün. Son gün Miami’de karaya çıkarken, hafif midem burkulmaya başladı. Kimbilir şimdi ne karanlık haberler alacaktım. Haber merkezini aradım ve Süleyman SARILAR’dan hiç beklemediğim ancak ilk defa bir an önce geri dönme hissimi kamçılayan o haberi aldım. İmralı ile görüşmeler başlamış.
Bir süre önce, Ankara’da bir şeyler hazırlandığının kokusunu almış ve bu köşede de sizlerle paylaşmıştım. Örneğin, T.C. Devleti’nin tüm gücüyle PKK ve BDP’yi geri plana itip Abdullah Öcalan’ı ön plana çıkardığını ve görüşmeleri onun üzerinden yapma hazırlığına girdiğini yazmıştım. Ancak bir yandan da, Başbakan’ın sert tutumu kuşkulandırıyor, adeta 2014 cumhurbaşkanlığı seçimine kadar hiçbir şey yapmak istemediği izlenimi yaygınlaşıyordu. Bu yaklaşımın politik açıdan bir mantığı da vardı.
PKK bölgede son derece olumlu bir ortam bulmuş, şu aşamada çözüm veya uzlaşı gibi konularla ilgilenmiyordu. Tek istediği kamuoyunu rahatsız etmek ve terör baskısını sürdürmekti. Buna karşılık Erdoğan’ın önünde tehlikeli bir başkanlık seçimi vardı. Harekete geçmek için 1.5 yıl daha beklemenin belki zararı olmayacaktı ancak kamuoyundaki terör duyarlılığı hemen her konunun önüne geçer olmuştu. 2014’e kadar beklemenin riskleri de vardı. Anlaşılan Başbakan bu durumu gördü ve bir deneme daha yapmaya karar verdi. Doğrusunu yaptı...
[[HAFTAYA]]
Erdoğan elini iyi oynarsa kaybetmez...
Acaba bu defa sonuç alınacak mı? Bu defa bir uzlaşıya varılabilecek mi, yoksa yine hayal kırıklığına mı uğrayacağız? Bu soruları sormak dahi anlamsız. Zira bu tip görüşmeler yıllarca sürer. Anlaşmazlık çıkar, kesilir, sonra yeniden başlar. Şimdiden fal bakmayalım. Uzun vadeli bir mücadele yaşıyoruz. Kürtlerin haklı istek ve beklentileri, Türklerin de kuşku ve korkuları var.
Bunları bir araya getirip herkesi memnun edebilecek bir formül bulmak çok zor. Yine de, konuşmak, diyaloğu sürdürmek, her gün birkaç insanımızın cenazesini kaldırmaktan daha iyidir. Habur denemesinden yeterince ders alındı. Bu defa farklı bir yaklaşım görülüyor. Daha iyi hazırlanıldığı anlaşılıyor. Elindeki kartları iyi oynadığı taktirde, bu defaki girişimden en az zararlı çıkacak olan kişi Başbakan Erdoğan olacaktır. Her şeyden önce hem içeriden hem de dışarıdan gelen baskılardan kurtulacaktır. Hele çözüm konusundaki niyetini iyi anlatabildiği veya Öcalan ile sağlıklı bir diyalog kurulabildiği taktirde, “Barışı Arayan Adam” olarak nitelenecektir.
Bu sürecin 2014 başkanlık seçimlerinden önce bitmesi beklenemeyeceğine göre, seçimlerde liberal ve bir kısım Kürt oyların da Erdoğan’a akmasını sağlayacaktır. Dikkat edecek olursanız, Öcalan görüşmelerinin başlangıcından bu yana kamuoyundan elle tutulur bir tepki gelmiyor. Nedeni de, insanların artık terörden bıkması. Bütün bu veriler Erdoğan’ın lehine işleyecektir. Varsın işlesin, zira sonunda hepimiz kazanacağız. Eğer bu deneme de başarısızlıkla sonuçlanırsa ne olur? Kan dökülmeye devam eder ancak kimseler kalkıp Erdoğan’ı barış yollarını denediğinden dolayı suçlayamaz.