Pandemi bizi bir kez daha evlere kapattı. Hafta sonları yasağına bir de hafta içi saat 19.00 yasağı eklendi. Mevsim yaza dönmüşken, gün ışığı hale tazeyken yine evlere çekildik. Bu da evde geçireceğimiz zamanların yeniden artması demek.
Şimdi havalar da ısındı balkonlar yeni uğrak yerimiz olmaya başladı. İşte burada bir sorum var size. Balkonunuzdan veya pencerenizden dışarı baktığınızda ne görüyorsunuz? İçinizi rahatlatacak gönlünüze huzur verecek, yüzünüze gülümseme konduracak herhangi bir şey?
Mesela dalları çiçeklenmiş bir ağaç, mora bezenmiş bir sümbül, kokusunu çektiğiniz bir hanımeli, beyaz çiçeklerini vermiş bir portakal ağacı? Veya kanadını açmış martılar, guguk guguk yusufçuk diyen bir güvercin? Hangisi? Ailenizle şöyle bahar günü balkonda çay içelim dediğinizde gördüğünüz manzara ne?
Cevabı biliyorum sanırım. Çoğunlukla beton değil mi? Yan yana, dip dipe dizilmiş apartmanların beton yüzleri. Kısmen daha şanslı olanlar için belki bir park o da en küçüğünden, belki kesilmemiş bir iki ağaç, belki komşunun diktiği bir sarmaşık. Ama değişmez gerçek şu ki gördüğümüz çoğunlukla beton yığınları. Maalesef şehir yaşamlarımız böyle. Pandemide içsel dengemizi korumak için doğanın varlığına bu kadar ihtiyaç duyarken, huzur bulduğumuz evlerimizde mahkum olduğumuz sentetikliği düşününce sahiden içler acısı. Böyle zamanlarda “ah be insan ne yaptın kendine” diyorum.
Dün katıldığım online kursta katılımcılardan birinin söylediklerinden etkilendiğim için paylaşmak istiyorum. İstanbul’dan Amsterdam’a yerleşmiş, orada mimarlık şirketi olan, doktorasını yapan mimar bir kadın. Diyor ki; Amsterdam’da şehir o kadar güzel planlanmış ki, en yakın park sana 5 dakika. Pencereden dışarı baktığında gözünü rahatsız eden bir şey yok. İnsanı düşünen, ana hedefe insanı koyan bir planlama yapılmış. Ve bu durum kişinin psikolojini de olumlu etkiliyor. Buna yönelik araştırmalar da varmış. “Neuroscience for Architecture” deniyormuş buna, yani yapılı çevreye karşı insan tepkilerini, davranışlarını, hissiyatlarını araştıran mimari bir anlayış. Gün ışığını alan, doğayla iç içe yaşayan insanların kan değerleri, enerji akışları daha iyi iken, bunlardan mahrum kalan veya daha az yararlanan insanların daha düşükmüş.
Şimdilerde doğayla iç içe yaşam ancak bireysel bir çaba ile mümkün oluyor. Yeterli maddi kaynağın varsa gidiyorsun köyden bir ev alıyorsun veya arsa, kendince müstakil bir ev yaptırıyorsun Bahçende oturup zeytin ağacını seyredip “oh çok şükür” diyorsun. Veya arabana binip şehir trafiğini geçip en yakındaki ormana varıyorsun, “ohh” diyorsun “hayat varmış”. Yani çaba. Yol gidiyorsun, zaman, arabana benzin koyuyorsun, para. Hiç çaba harcamadan evinden çıkıp 5-10 dakika yürüyerek varabileceğin yeşil alan yok.
Eskiler buna “bindiği dalı kesmek” diyor. Dalı kestik de en azından gövdeyi koruyalım bari. Çünkü farkında değiliz belki ama yaşamak için doğa bize lazım. Atilla İlhan’ın şiiri gibi. “Ben sana mecburum bilemezsin” gibi lazım.