Verda Özer Depremin derslerini aldık mı?
HABERİ PAYLAŞ

Depremin derslerini aldık mı?

Madem her yıkım aslında bir yaratım, her ölüm bir doğum. Madem yaşam dediğimiz şey sonsuz bir döngüden ibaret ve şer diye gördüğümüz her şey bir hayra dönüyor. O halde depremin üzerinden 1 yıl geçtikten sonra kendimize sormamız gereken şu: Biz bu yıkımdan bir yaratım çıkarabildik mi? Öğretilerini görüp hayata geçirebildik mi? Korkarım hayır. Öyle olsa İstanbul için de deprem öngörüleri yapılırken, kamu-özel sektör ve bu şehrin paydaşları olan bizler, bir şeyleri değiştiriyor olurduk. Sadece binalardan, kentsel dönüşümden bahsetmiyorum. O zincirin son halkası. Oraya giden süreçte bazı taşlar yerinden oynamalı ki, insanlar şehrin çeperlerine taşınabilsinler veya yer değiştirebilsinler. Peki nedir o asıl değiştirmemiz gereken?

Haberin Devamı

Depremin derslerini aldık mı

YEREL ÜRETİM YAŞAMSAL

Cevabı basit: Depremden sonra bölgede hayat kurtaran sizce ne oldu? Tabii ki gıda yeterliliği. Bir başka deyişle, yerinde/yerel üretim olması. Zira böyle kriz anlarında dışarıdan gıda akışı kesildiği ve hayat durduğu için, bulunduğunuz yerde toprağın verdikleriyle ve onları kullanarak yapılan yerel üretimle hayatta kalabiliyorsunuz. Bu altyapı var olduğunda da orada yaşayan insanlar aç kalmıyor ve dışarıya/marketlere bağımlı olmuyorlar. Bir millet de zaten ancak böyle egemen, bağımsız olabiliyor. Yani kendi kendine yetebiliyor. Varlığını kendi gücüyle sürdürebiliyor. Deprem riski yüksek olan İstanbul’un kendine yeterliliği ise içler acısı. Bugün İstanbul, hiçbir gıda ürününde kendi tüketim ihtiyacını kendi üretimiyle karşılayamıyor. Buğdayı yüzde 5, yaş sebze-meyveyi de yüzde 1’in altında bir oranla kendi üretiyor. Bu da demektir ki; gıdada kendine yetmeyen İstanbul, Türkiye’nin dört bir tarafından ve yurtdışından gıda ürünlerinin tedarikine bağımlı. Yani olası bir depremde vay halimize.

İSTANBUL DIŞA BAĞIMLI

15 milyon küsurluk nüfusuyla İstanbul, Türkiye’nin gıda tüketiminin üçte birini yapıyor. Bu da tüm ülkeyi etkiliyor ve temsil ediyor. Dolayısıyla şehrin içinde bulunduğu bu bağımlı durum, gıda sistemimize dair alarm zilleri çalıyor. Hatırlayın daha 3 yıl önce pandemi döneminde neler yaşadığımızı. Bir anda küresel tedarik zincirleri durmuştu. Dünyanın en büyük buğday ihracatçısı olan Rusya, tarım ve gıda ürünü ihracatını yasaklamıştı. Tüm dünyayı “ekmek bulamayacağız” korkusu sarmıştı. Kısacası bir kriz anında bir ülkenin gıdada kendine yetebiliyor olması, yaşamsal varlığı için olmazsa olmaz. Bir yıl önce depremde bunun yereldeki önemine şahitlik ettik işte.

Haberin Devamı

UZAKTAN GELEN GIDA

Gıdada kendine yetmenin başka yaşamsal sonuçları da var. Yerküre Yerel Çalışmalar Kooperatifi ve Greenpeace Akdeniz’in geçen yıl yaptığı derinlikli saha araştırması sonucunda hazırladığı ‘İstanbul Nasıl Beslenir?: Üretici Pazarları Odağında Alternatifler ve Olanaklar’ raporuna göre; İstanbul’da ve Marmara Bölgesi’nde fazlasıyla sanayileşme sonucunda tarım alanları-faaliyetleri son derece azaldığı için İstanbullular sebze-meyveye uzak mesafeler sonucunda ulaşıyor. Düşünün ki; 1970-80’lerde şehir yüzde 30-40 oranında gıdada kendine yetiyormuş. Özellikle 90’larda yaşanan çok hızlı sanayileşme ve hızlı nüfus artışıyla birlikte, bu oran yüzde 1’e kadar düşmüş. Gıdanın uzak mesafeden gelmesinin ise sayısız olumsuz etkisi var. Bir kere gıdanın besin değeri yolda düşüyor. Ciddi bir bölümü de bozuluyor/çürüyor. Mesela yaş meyve-sebzenin 3’te 1’i daha markete/ bakkala/eve gelmeden heba oluyor. Bu uzun yolda kamyonların, tırların sebep oldukları muazzam karbon salımı da cabası. Dahası; bu gıdaların mesafeye dayanabilmesi için koruyucu maddeler, kimyasallar katılıyor. Bu yüzden sağlığımızı ciddi şekilde olumsuz etkiliyor. Taşıma maliyetleri gıda fiyatlarını da çok arttırıyor.

Haberin Devamı

GIDAYA YABANCILAŞMA

Dışarıdan tedarik eden bir beslenme rejimi, sayısız aktörün devreye girdiği bir durumu da ortaya çıkarıyor. Oysaki aracı ortadan kalksa, gıda fiyatları düşer ve üretici de aracıya para vermek zorunda olmadığı için daha çok kazanır. Bu da tarımsal ekonomiyi canlandırır. 2’ncisi; tüketici üreticiden gıdayla ilgili birebir temasla bilgi alabilir. En önemlisi ise şu: Ürününü uzak diyarlara gönderen üretici, ona yabancılaşıyor. Oysa diğer türlü belki üretimde çok daha fazla özen gösterecek. Tüketici de aldığı ürüne uzaklaşıyor. Tıpkı zamane çocuklarının markette satılan paketteki tavuğun o markette üretildiğini zannetmesi gibi… Gıdanın kaynağı ile aradaki mesafe ne kadarsa; kümesteki tavuğa, yani öze, doğaya olan mesafe de o kadar artıyor. Tam da bu yüzden üretenle tüketenin birbirinin gözünün içine bakmaları gerekiyor.

BÖLGESEL PLANLAMA ŞART

Tabii ki İstanbul ya da bir başka büyükşehir tüm gıdasını kendi üretemez. Ama üretim potansiyeli çok daha fazla arttırılabilir ve daha kısa mesafeli tedarik zincirleri planlanarak gıda kaybı önlenebilir, fiyatlar da çok daha düşürülebilir. En önemlisi ise şu: Bir deprem, afet anında bölge halkı kendi ürettiği gıdayla ayakta kalabilir. Yalnız bunun için gıda stratejisinin ulusal değil; çok daha küçük çaplı, bölgesel planlanması lazım. Yoksa Asrın Felaketi’nden hiçbir ders almadan çıkmış oluruz.

 

Sıradaki haber yükleniyor...
holder