Tuğçe Erçetin

11 Ocak 2016, Pazartesi 13:17

Elizabeth'in meyhanesi ve hikaye biter

Her zaman mutlu hikayeler olmaz, hep üzüntülü de olmaz. Kesin olan bir şey vardır ki hikayeler biter. Kimin hikayesi olduğu da mühim değildir; "senden, benden ve bizden" tüm hikayelerin sonu vardır.

Tüm tanıklıklar, yaşanılan ve bazen anlatılmamış hikayeler, içinde olmadığımız ama ortaklıklarımız bulunan hikayeler... Bazen bizim hiç alakamız yoktur; ama yaşanılan ve yaşatılan tüm hikayelerin içinde kendimizden yakaladığımız ve aslında o zamana kadar farkında olmadığımız rollerimiz vardır. Bazı hikayeler ise hala rol almamızı bekliyor...

İşte Elizabeth'in meyhanesine giderken bunları düşündüm. Ensesinin hemen üstünde topuzu olan, güzel Fransızcası ile Dimitri hocayı karşılayan, Herman'a siparişleri almasında yardımcı olan, masaların arasından geçerken ellerini havaya kaldırarak şarkı söyleyen Elizabeth. Ne güzel kadın, ne mutluyum tanıdığıma. Üzgün ve yorgun bir akşamda rakı kadehimi doldururken Elizabeth gülümsedi, tüm gece gülümsedi aslında. Sanki içimde eksik bir şeyleri kendisi farkında olmasa da dolduruyordu. Rakıdan değil bu his, Elizabeth'in samimiyetinden.

Sonra bir yudum daha aldım rakıdan. Güzel ve kötü günleri düşündüm. Çok kısa bir süre içinde denedim bunu. Bir anda beynim patlayacak gibi oldu. Zaten kötü günler içindeyiz, çocukların yüzü gülsün, daha çok yaşasınlar diye umut ettiğimiz günler... Sonra aklıma kötülükler geldi, bir yudum daha aldım. Arada muhabbete katılıyordum, ama sanki kafam pek orada da değildi. Yine de gülümsüyordum, Elizabeth uğruyordu yanımıza zaman zaman.

Keşke hikayeler bitmeseydi. Al işte, rakı içtikçe çelişkiye düşmeye başlamıştım. Ama bitmeli de. Belki bazı güzel hikayeleri güzel yapan da budur. Burada da birçok hikaye paylaştım; hepsi de yaşanmış hikayelerdi. Rum kızının aşkı, 1915 travmasıyla hayatlarına devam etmeye çalışan insanlar ve kayıplarını ananlar, kendi dilini konuşmak için çabalayan Dilan ve diğerleri.. Hepsi de güzeldi; çünkü artık paylaşılmışlardı. İnsan olmanın en güzel faydalarından: konuşmak ve paylaşmak. Arendt der ya: "Hiçbir insani yaşam, başka insanların mevcudiyetine doğrudan ya da dolaylı yoldan tanıklık eden bir dünya olmadan var olamaz." Sırtımızı dönüyoruz bazen hikayelere. Halbuki bir geçmişe karşı üç maymunu oynuyoruz aslında. Sadece bizim ve bizim grubumuzun yaşadıkları önem kazanıyor nedense. Ama insanların hepsi için...

Çok uzatmayayım... Bir yerlerde başka dostluklar bekliyor sanırım. Bir yerlerde başka şeylerin konuşulması lazım. Nerede ve ne zamanda olursak olalım. Her mutluluk ve heyecan güldürsün hepimizi; tüm acılar ve kayıplar dökülsün ortaya. Eşitlik, özgürlük ve adalet artık sadece umut edilmesin ve hikayelerin hepsi güzel bitsin.

Rolümüz bitmiyor, bekleyen hikayeler var.

06 Aralık 2015, Pazar 08:51

Misket şampiyonu Yorgo

Misket bir zamanlar ne kadar popülermiş. Artık bir sürü oyuncak var, bir sürü.. Ama misketi düşününce sanki geçmeyen bir şeyler var yine de. Hepimizin hayatında bir parçası varmış gibi, belki bir çok kişi süs veya hatıra olarak saklıyordur da... Benim bile vardı, çocukluğum çoook uzun zaman önce değildi ama vardı misketim. Çok fazla vakit geçirmedim. Peki bana bile neden bu kadar yakın geliyor? Çünkü çok hikayesi var, çok kişiden duydum. Ama sıradan rolü yok, paylaşım demek misket bu hikayelerde.

Şimdi fazla imkan olmuyor ama eskiden çocuklar sokaklarda, kendi mahallesindeki çocuklarla oynarlardı. Ya top ya da misket... Kazanma kaybetme olsa da bu oyunlar da, beraber zaman geçirmek ve paylaşmak için vazgeçilmezlermiş. Misket kazandıkça sevinç çığlığı atan ve gülümseyen bir çocuktan daha güzel ne olabilir ki zaten? İşte Suat abi de bu çocuklardan biri. Mahallesinde üstü başı çamur olana kadar top peşinde koşturan, oyun sırasında acıktıkça annesine "anneeee domates ekmeeeek" diye bağıran, kimi zaman kızlara ekmeğinden bir parça ikram eden bir çocuk. Renk renk misketlerini sokakta hava atmak için herkese gösteren. Kaybettiğinde de hırslanıp kendini odasına kapayan bir çocuk. Bildiğimiz çocuk yani. Oyundan sonra eve gidince her birini annesinin verdiği çanağa koyduktan sonra onları izlermiş.

Kaybetmeyi küçüklüğünden beri sevmeyen Suat abi, hala işinde bir sorun çıktığında aniden öfkelenip kapı çarpıyor. Kendi dedi valla. Ama öfkesi de üzüntüsü de kendi içinde, kendine bütün hırsı. Ve eskisi gibi misketlerinden bazıları aynı çanakta evinde saklı dururmuş. Oyun haricinde kimseye hediye etmez kimse ile paylaşmazmış. Bir tane bile mi paylaşmadı diye sordum. Paylaşmış. Mahallesinde "Rum çocuğu" diye seslendikleri arkadaşına vermiş.

"Mavi-yeşil olan bir misketti, hiç unutmam. O kadar sevmezdim ki onu, başımızdan gitsin diye bir tane verdim. Oyuna katıldığını sandı, kovduk biz de. Ertesi gün yine geldi başımıza. Git diyoruz gitmiyor. Rum çocuğu diyoruz, dalga geçiyoruz gitmiyor. Sonra aldık oyuna, iyi oynamaya başladı mı bir de. İyice gıcık olduk tabii. Elin Rum'u gelmiş, bizim misketlere tak tak vuruyor. Kaybetsin diye başka bir oyun uydurduk misketlerle. Ne kural koysak başa çıkamadık. Sonra alıştık biz buna".

22 Kasım 2015, Pazar 08:47

Ya vatan aşkı ya da Rum kızının aşkı

"Kıbrıs'ı pek sevmem. Hiç gitmedim, gitmem de. İkiye ayrılmış, ayırmışlar daha doğrusu. Üstelik kimse nereye ait olduğunu da bilmiyor. İnsanlar hiçbir ortak noktaları yokmuş gibi davransalar da aslında çok benzerler. Birbirlerinden farkları yok değil elbet; ama bir kavgaya sebep olacak kadar da değil."

İlk başta hep sert cümleler ile bahsetti Kıbrıs'tan, sohbet devam ettikçe yumuşadı. Hatta o kadar yumuşadı ki, romantik yönü de ortaya çıktı. Neden sevmiyor Kıbrıs'ı diye sorabilirsiniz. Aslında mesele Kıbrıs'ı sevmek veya sevmemek değil. Mesele, Kıbrıs konusunda iki toplum arasında çıkan kavgaların sebep olduğu bir aşk acısı. Gayet de romantizm var işin içinde. Ondan bu tutku, bu dengesiz hal.

"Bizi kimse ayırmadı aslında, ben yanaşmadım. Çok aşıktım ama tuttum kendimi. Sanki ihanet ediyormuşum gibi geldi. Vatanıma, ülkeme, insanlarıma. Ne alakası var diyebilirsin, de hele. Hiç de umurumda değil. Ben vatan aşkıyla yanıp tutuşurdum o zamanlar. Gençlik tabii, daha ateşli oluyor insan. Rüyalarıma girse de o güzel Rum kızı, yanaşamadım bir türlü. Rum diye. Bizden değil, inancı başka, ismi yabancı diye".

Bu hikayede de isim yok, çünkü bu hikayedeki adam şu an evli, çocukları da var. İsimden anlaşılmaz dedim ama bu işlerin belli olmayacağını söyledi. Kadının bu aşktan haberi olup olmadığını sordum, meğer ondan da isim vermemiş. Haberi varmış "Rum kızının", onun da gönlü varmış, olur da okur eder, onu bulur diye korkmuş. Aslında pek tatlı, belki biraz da bunu istiyor. Günahını almayayım da...

Ne uyku ne de yemek.. Artık sevdalı.

Aşık olduğunda Kıbrıs meselesinden dolayı sokakların yanıp tutuştuğu zamanlar. Karşıdaki apartmanda yaşayan Rum kızı o zaman giriyor gönlüne. Ortak arkadaşları sayesinde tanışınca da bir kaç defa beraber çay içme şansları oluyor. Ama bir seçim yapması gerekmiş. Ya vatan aşkı ya Rum kızının aşkı. Bazen kızın evden çıkacağını bildiği saatlerde özellikle sokak başında dururmuş, en fiyakalı gülümsemesi ile gönlünü kazanmak istemiş hep. Bir gün haber geliyor ortak arkadaş aracılığıyla, kızın da gönlü olduğu ortaya çıkıyor. Kız zaten bu aşkı çoktan hissetmiş. O sırada başka arkadaşlar "vatana sahip çıkmak lazım" diye uyarılarda bulunuyormuş. Artık ne uyku ne de yemek. İçi yanık bir sevdalı adam...

"Çok aşık oldum, uyuyamıyordum bile. (Gülüyor). İşte bu tehlikeli dedim, düşmandan yana olmak gibi geldi bir an bana. Sokağın başında eskisi kadar durmuyordum, eskide her gün idi, sonradan azalttım. Bir zaman sonra ise hiç gitmedim. Ağladım evde, çok ağladım. Anacığıma anlattım. Kızla sevgili olmamı istedi. Ben yanaşmadım. Ama ne üzüldüm yahu".

Pişman mı peki? Değil, sonradan "güzeller güzeli" eşine aşık olmuş, hala da mutlu bir evliliği var. Ama onu kör eden o zamanki algısından dolayı başka bir üzüntüsü var. "Ne gerek var, insandır. Geç anladık. Sevdiğimiz dostları, sevgilileri perişan halde görmeye kadar geldi olaylar. Biz yapmıştık aslında bunu. Biz perişan etmiştik. Aynı sokakta yaşadığımız dostlara ihanet ettik aslında".

15 Kasım 2015, Pazar 07:00

Kevork'un kahverengi paltosu

"Kevork... Yıllardır bir paltomu beğendi. O kadar da güzel bir şey değildi. Kahverengi. Ama bana yakışırdı. Bir gün verdim denesin diye. Almadı. Alsın diye ısrar ettim, yine almadı. Utangaçtı Kevork."

Kaya (64), Kurtuluş'ta başlayan arkadaşlığını anlatırken hep gülüyordu. Bazen sanki sebepsiz gülüyormuş gibi düşündüm. Dayanamadım, sordum nedenini. Meğer aklına hep güzel anılar geliyormuş Kevork ile ilgili. Uzun zamandır da kimseye anlatmadığı için sanki yılların acısını çıkarıyor gibi gülüyordu. Ben de güldüm, yanakları o kadar kızardı ki Kaya abinin...

"Biz 13-14 yaşlarındayız, Kevork'un annesi benim annemin yakın arkadaşıydı. Bize gele gide iyiden iyiye arkadaş olduk. Ama aramızdaki her çocuk sevmezdi onu. Mahallede başka arkadaşlar da vardı. Bir gün hiç üşenmediler, bir ağaca bağladılar Kevork'u. Sonra da onu orada bırakıp gittik. Üzüldüm tabii, ben çağırmıştım onu oyuna. Saf bir çocuktu, hemen bizim hınzırlara inanmıştı. Dönüp çözdüm onu." Ben bile üzüldüm, düşünsenize bir arkadaş grubuna sahip olduğunuzu sanıyorsunuz, daha doğrusu, bir gruba kabul edildiğinizi sanıyorsunuz. Sanki sonunda "uygun" olmuşsunuz gibi, artık kabul edilebiliyorsunuz. Belli ki yalnız kalmış uzun bir zaman. Sonra da size ihanet ediyorlar. Çocukluk tabii. Ben böyle dediğimde Kaya abi ekledi: "Yok yahu, anaları babaları izin vermiyordu, düşmandır, güven olmaz. Yarın sırtınızdan bıçaklar derlerdi". Şaşırdım, insan 13-14 yaşındaki çocuğa neden bunları empoze eder diye. Sonra Kevork'tan daha saf hissettim kendimi. Bugünlere bu düşmanlıklar ders kitaplarımız ve ailelerimiz sayesinde gelmedi mi zaten? Milli/resmi ideoloji kadar aileler de yaptı bunu hep.

Kevork ile görüşmeye devam ettiler mi diye sordum. Edememişler, ailelerin arası bozulmuş. Politik bir sebep olup olmadığını da merak ettim. Çocukluk arkadaşını politika sebebiyle kaybetmek kötü olsa gerek. Meğer nedeni başkaymış, bir gün anneler kavga etmiş, biri birine yemek tarifi vermemiş ondan. En kötü kavgalar böyle olsun tabii. Sonra Kaya abi çok güzel bir şey söyledi, söylerken hafif gözü oldu, ben eminim gözü dolduğuna ama kendisi kabul etmedi. Olsun.

"Kevork ve ben 21 yaşına gelmiştik. İki gün vardı aramızda doğum günü olarak. O palto var ya o palto, onu ona verdim. Eski bulursa giyinmesin ama benden hatıra saklasın diye. Aldı vallahi. Ulaaan, madem alacaktın ne inat ettin. Ah Kevork. Neyse. Yıllar sonra Osmanbey'de rastladım, ben onu tanımadım. Geldi yanıma, 'buza mı yattın be adam, hiç yaşlanmamışsın' diye tanıttı kendini. Bir daha görmedim. Ama ne sarıldık o gün, ağaca bağladık diye de özür diledim. Benim Kevork'a tek hatam oydu, aramızdaki tek kötü an oydu. Ne 1915'e baktık ne başka şeye. Arkadaştık biz."

Kaya abi söz verdi, başka anılarını da anlatacak, "ne hikayeler var bende" dedi. Söz sözdür, ben unutmam Kaya abi.

15 Ekim 2015, Perşembe 12:53

Protokoller bahane, biz istersek şahane

Ermenistan ve Türkiye arasında ilişkilerin geliştirilmesi ve sınırların açılması için imzalanmaya çalışılan protokollerin altıncı yıl dönümü. Ben de tesadüfen akademisyenlerin, gazetecilerin ve sivil toplum kuruluşlarının katıldığı bazı toplantılar için ikinci ziyaretime geldim Ermenistan'a. Bu sefer Ermenistan'a direkt uçmak yerine, önce Tiflis'e uçakla oradan da arabayla Erivan'a geçtik. Yolun yarısında ise resmi olmasa da "dostluk" toplantısı akşam yemeğinde önce şarap, sonra vodka ile devam etti. Masada ne politikacıların inatları ne de birbirine parmak sallayan konuşmalar vardı. Hep beraber oturduk, aslında ne kadar benzediğimizi konuşmaya başladık...

Protokollerde olduğu gibi kimse birbirine şart koymuyor, tüm içtenliği ile sohbete devam ediyordu. Eskiden tanıdığım ve sonradan kızıyla daha samimi olduğum sevgili Stepan Grigoryan bir proje için bizi davet etmişti. İlk akşam yemeğinde sıklıkla sınırların iki taraf için de açılması gerektiği, iki toplum arasındaki diyalog için çabalamak gerektiği vurgulandı. Aslında hepimiz artık bir araya gelmenin daha kolay olması gerektiğini istiyorduk. Birbirimize hikayelerimizi anlatırken sıra geldi yemeğin sonundaki kahveye... "Kahve içer misiniz" sorusunun ardından güleceğimiz bir şeyi önceden sezdim tabii. Ne kahvesiydi? Ermeni kahvesi mi, Türk kahvesi mi? Tabii bunu Yunan, Arap kahvesi diye de uzatabiliriz. Çok gecikmeden bu şaka kendini ortaya attırdı yine. Güldük, hepsi bu kadar. Kadeh kaldırarak güldük. Stepan o sırada daha önce söylediği başka bir şakadan bahsetti: "Azerbaycan ile Karabağ sorununu çözebiliriz, ama dolma meselesi kalır". Tüm mesele bu olsun zaten, buna da güldük.

Hiç kimse doğduğu gün birilerini düşman olarak bilmiyor hayatında. Öğreniyor zamanla, çünkü öğretiliyor da. Algımız oluşuyor, bize inşa edilen çok şey var. Ailemiz, okuldaki öğretmenlerimiz, ders kitaplarımız, medya ve asla doğruluğunu bilemeyeceğimiz efsaneleri anlatan kişiler.. Onların bize anlattığı bizim kendi başımıza öğrenmeyi seçmediğimiz nedenlerle düşman oluyoruz. Ders kitaplarına kalsa Stepan'ın koca elli, 3 metre boyunda, boynuzları olan bir canavar veya şeytan olması gerekirdi. Ama değil, Stepan benim için kadeh kaldırıyor. Belki de çok kibar bir canavardır kim bilir...

"Biz" kendini tanımlamak için veya kendini ifade etmek için hep bir "öteki" seçer. Ama "biz" kendini hep "iyi" olan olarak tanımlar ve olumlu özellikleri sahiplenir. "Öteki", yani karşı taraf ise "kötü" olan ve başımıza gelen her kötülüğün nedeni olarak bırakılır. İlk akşam yemeğinde bu bakış açısına ne kadar çok rastladığımızı konuştuk, çoğu tanık olduğumuz ortak hikayelerdi; içeriği aynı ama kişiler farklı. Şu ortaya çıktı, biri başarılı olursa ve iyi özelliklere sahipse "Ermeni veya Türktür" diye kendilerinden görülmeye başlanır, ama bir suçu varsa "yoo bizden değil" diyerek kendinden görmez kimse. Bunu sıklıkla Türkiye'de görüyoruz, birinin ailesinin Ermeni olma ihtimalinden bahsederken sanki suç işlemiş gibi gözüküyoruz, Ermeni olmak bir suç, bir ayıpmış gibi.. Hakaret olarak algılanıyor Ermeni olma ihtimali, bunun için açılmış davalar bile var malum. İşte sınırları kapalı tutan, algımızın iyie kapanmasına sebep olan tam da bu bakış açısı. Sınırlar kapalı kaldıkça kimse birbirini tanımayacak, iki toplum arasında ticaret veya eğitim gibi şeylerle bir araya gelme imkanı varken, sınırların arkasında yalnızlığa itiyoruz birbirimizi.

Yaşanan bir trajedinin unutulmasını beklemek yanlış olur, sürekli devam eden bir şeyler var. Bazı kimlikleri ve yaşananları reddettikçe bu kimliklere sarılmanın nedenini anladığımız ve empati kurduğumuz yerde telafi edebiliriz. Geçmiş geçmişte kalmıyor ne yazık ki, ama insanlığımız ve vicdanımız ömrümüz boyunca bizimle olacak. O zaman bir altı yıl daha geçmesin, hepimiz bir yerlerde rol üstlenelim. Daha gezecek çok yer ve toplantılarda konuşacağımız çok konu var. Onları da anlatmaya çalışacağım, ama protokollerin yıldönümünü atlamak istemedim. Altı yıl geçmiş bile, daha iyi olabilecek günlerden altı yıl çalmışız aslında. Devam etmesin...

Bir de şu kahve meselesine gelecek olursak, kahve işte... Bir farkı yok, hepimizin içtiği kahve. Kırk yıl hatrımız var artık, daha ne olsun.

29 Eylül 2015, Salı 12:23

Uykusuzluğum beni otobüs durağına götürdü

Bazen hep kendimiz için eşitlik isteriz, iyilikler hep bize yapılmalıdır, şartlar bizim için iyileştirilmelidir, bizim şansımız bol olmalıdır. Böyle düşünürüz, böyle isteriz. Aksi olursa mutsuz olmaya hakkımız var diye geçiririz içimizden. İstediğimiz gibi olmazsa çok sevdiğimiz her şeyden bir anda nefret duyabiliriz. Bu kadar da kolaydır, çünkü bazen sadece benciliz. Yalnızca bu hayatın bize ait olduğu düşüncesine kapılır, evrende çok büyük olduğumuzu bile iddia edebiliriz. Ama öyle değildir, içten içe biliriz ama her zaman kabul edemeyiz. Sokağa çıktığımızda gözümüzün önünde çok başka şeyler vardır, bizden daha iyi veya daha kötü hayatlar. Ama önce iyi hayatları görürüz, kötü olanları ise travmatik bir fotoğrafla ya da haberle fark ederiz. Bazen ise ne duyarız ne de görürüz. Görebildiğimizde ise sadece kendimiz için değil, başkaları için de bir şeyleri değiştirebiliriz aslında. Değiştiremesek de "önemsiz" halde bırakmayız...

Bir türlü erken uyuyamadım. Denediğim günlerde ise yatakta dönüp durdum. Ama bazen bazen bir anda sızarım koltuk üstünde.. Televizyon izlerken, kitap okurken veya yanımdaki kişi tatlı tatlı konuşurken.. Ama çoğunlukla geç uyurum. Geçen gün olduğu gibi, saat sabah 7 olmuştu; kitap bitti, film bitti. Konuşacak kimse de yok o gün, yalnızım. Önce koltukta uzandım, gözümü kapadım ama beceremedim. Uyuyamadım resmen. İnadına gözlerim açılıyordu sanki. Bari çıkıp sabah yürüyüşü yapayım diye düşündüm ve bunu aklımdan geçirmemle sokağa çıkmam arasında maksimum 6-7 dakika vardır. Otobüs durağında çocuğu kucağında bir adam vardı, Suriyeliler. Türkçe "günaydın" dedi, ben de karşılık verdim. Hızlıca geçtim, arkamı dönüp bakmadım. Bir şekilde dönüşte orada olacakları ne de olsa, bunu bildiğim için yiyecek bir şeylerle geri dönüp onların yanına oturdum. Aramızda uzun bir konuşma olmadı, bir şeyler yedik (simit falan). Ama beraber oturduk.

Bir beklentim yoktu, onların da benden bir şey istediği yoktu. Adam kendi halinde kızını kucağında rahat ettirmeye çalışıyordu sadece. Otobüs durağında ne kadar rahat edebilirse... Konuşturmak için oturmadım, zaten uykum yoktu, belki de o gün benim birilerinin yanında olmaya ihtiyacım vardı. Kim bilir.. Kız çocuğunu sevdim biraz, yumuş yumuş kollarını mıncırdım. Adam da bana "en azından şunun için biraz iyi olmalı insan" dedi. Bende acıma duygusu mu sezdi diye düşünürken geri durdum, hissetti tabii. "Yok yok, sen değil. Sen iyi ol (rahat ol demek istedi bence). Sen sev kızı. Benim kızım da değil bu arada, bana kaldı ama. Kardeşin çocuk bu. Sözlerim kocalara" dedi. Burada "kocalar" dediği, aslında sadece politikacılar veya polis değil; herkes idi. Beklentisi ise çok basitti, çoğunluktan beklentisiydi. "Vicdan". Kahrolduğumuz fotoğrafların benzerleri çoğalmadan, ırkçılık yapmadan bir an önce farkındalık ve vicdan beklentisi. Tabii "sıradan" bizlere düştüğü kadar sorumlu olabilecekler yine o "kocalar", o yüzden lafı sadece onlara söylemişse de çok haklı

Bütün gece uykum gelmemişti, sanki bir tek ben uyuyamıyordum, benim rahatım kaçmıştı. Sokağa çıktığımda yatacak yeri olmayan ki bunu dramatize etmeden gerçek anlamında söylüyorum, kız çocuğu benden daha çok gülümsüyordu. Üstelik yorgundu. Daha çocuktu her şeyden önce. En çok onun huysuzlaşması lazımdı. Ailesinden ve evinden bir savaş nedeniyle uzak kalmıştı. Yaşadığı bir yer yoktu. Eminim çoğumuz sokakta benzer yaşamlara rastlıyoruz, belki bazen üzülüyor bazen de "adaletsiz dünya" diye geçiriyoruz içimizden. Tabii aklımızda ne kadar kalıyor bu görüntü ve yeni bir gün olduğunda bu rastlaşmayı yine görüyor muyuz?

Bu arada, götürdüğüm yiyecekten niye mi bahsettim? Yardımından bahseder gibi..

Yardım değildi çünkü, ben de o simidi orada yemek istedim. Yalnız olmak istemedim belki, bir de onların hiçbir şeyi yoktu..