Gündem Birand'ın koltuğu

Birand'ın koltuğu

Paylaş
Birand'ın koltuğu

Türk televizyonlarının hiç şüphesiz en çok özlenen gazetecilerinin başında gelen Mehmet Ali Birand, aramızdan ayrılalı sadece 2 yıl oldu. Gazetemizin eski başyazarı Birand'ın ölüm yıl dönümünde onu öğrencisi Cüneyt Özdemir'den dinleyin istedik. İşte Cüneyt Özdemir'in bu ay KAFA dergisi için yazdığı Birand yazısı...

Bu satırları sizlere KanalD haber merkezinin köşesindeki odamdan yazıyorum. Karşımda Bağcılar’ın apartmanları sıvasız duvarlarıyla sırtlarını benim pencereme dönmüş kara kara düşünüyorlar. Biraz ileride bir caminin minaresi bu sıradanlığı delip göğe doğru yükseliyor. Hemen yanında iki iş kulesi arsızca başını göğe kaldırmış apartman yığınının ötesinde demir ve çelik yığınları arasında sanki gelecekte geçen bir filmden ya da bilmediğimiz bir gezegenden ışınlanmış gibi duruyor. Saat 14.00 civarı haber merkezi bomboş… Muhabirler işte, yönetmenler yemekteler… Bu yazıda (tam da bu saatlerde) gazeteye göndereceği yazısını yazarak birkaç oda ötemde 7 yılını geçiren Mehmet Ali Birand’ı dilim döndüğünce sizlere anlatmaya çalışacağım.

Haberin Devamı

Kimse bilmez ben Mehmet Ali Birand ile ilk tanıştığımda 17 yaşındaydım. Henüz lise öğrencisiydim ve yazları harçlığımı çıkartmak için turistik yerlerde çalışıyordum. O yaz, Marmaris İçmeler’de bir tekne kiralama şirketinde mavi turdan gelen tekneleri temizliyordum. Bildiğiniz işçilik yani. Gelin görün ki benim aklım kitaplardaydı. Birand ile ilk kez bir mavi yolculuk dönüşünde Gorbaçov’un yazdığı, Cenk Başlamış’ın Türkçeleştirdiği Birand’ında ön sözünü yazdığı Glasnost kitabını imzalatırken tanıştık. Yani ben tanıştım! Onun beni tanımasına daha 5-6 yıl vardı. Dinç Bilgin’in görkemli teknesi ‘Headlines’ koyun ortasına demirlemişti. Kitabı imzaladıktan sonra kıçtan takmalı bir motorla Birand’ı o devasa tekneye götürmüştüm.

Haberin Devamı

Sonra yıllar yılları kovaladı, ben İletişim fakültesinde okumaya ve çalışmaya devam ettim. Artık turizm işçiliğinden gazetecilik işçiliğine kaymaya başlamıştım. Birand ile 3. sınıfta tanıştığımda Demirkırat belgeselinin sonuna geliniyordu. O gün sonradan Irak Cumhurbaşkanı olan Talabani’yle Ankara’da bir söyleşide Birand ile tekrar tanıştık. Artık asistandım. Söyleşi bitiminde kasetlerin deşifresini yapmak üzere ben ofisin yolunu tutarken o ise her zamanki gibi İstanbul’a dönüyordu. Sonra adım adım o da beni tanımaya başladı. 32. Gün’de ilk yayınlanan haberimde sesimi beğenmedi. Beni yanına alıp seslendirme odasına girdi. Tıpkı benim de şimdi genç muhabir arkadaşlarıma yaptığım gibi bir haber metninin nasıl okunacağını gösterdi. Sonra bir daha , bir daha , bir daha… Hiç bıkmadan usanmadan.

Benim tanıştığım yıllar Birand’ın şöhretin zirvesinde kendi tanımlamasıyla ‘bir kuşun kanadından gökyüzünde kopup yere inen bir tüy gibi’ sarsıldığı yıllardı. Öcalan söyleşisi nedeniyle yargınlandığı yetmezmiş gibi Uğur Mumcu ve Emin Çölaşan yazılarıyla Birand’ı iyiden iyiye yıpratmaya başlamıştı. Geç yaşında gelen şöhret –ki inanın Birand’ın sokakta yürüdüğünde Ankara bulvarında trafiğin durduğunu görmüşlüğüm vardı- elinden kayıp gidiyordu. Birand’ı düşmek üzere olduğu kuyudan kurtaran çalışkanlığı oldu. O gördüğüm görebileceğim en çalışkan insandı. Herkesin umudu kestiği bir anda yeniden başlıyor, ilk günkü heyecanıyla hırsla işine tutunuyordu. Hiçbirimiz hızına yetişemiyorduk. Bazı geceler uykusuz sabahlıyor, sabah ezanı ile eve gittiğimde Birand’ın telefonu ile uyanıyordum. Bir bahane uydurup uyanmam için telefon ediyor, hadi bakalım işe diyordu… Gidiyordum. Bunun nedenini ancak yıllar sonar Can Dündar’ın yazdığı Birand kitabında anlayacaktım. Birand, zorlu çocukluğundan hiçbirimize söz etmeyip bir sır gibi saklamıştı.)

Haberin Devamı

Birand’la herkes gibi ben de çok kavga ettim. Ancak 32. Gün ekolünün en önemli omerta kurallarından birine ben de hiç ihanet etmedim. Ekip arkadaşlarımızdan hiçbirimiz, Birand başta olmak üzere hiçbirimiz hakkında olumsuzluklarımızı kamuoyu önünde konuşmadık. Birand’ın çocuksu bir yanı vardı. Küsmüyor, alınmıyor her seferinde ‘önümüzdeki maçlara’ bakıyordu. Sanırım bu bana da sirayet etti. Birand okulu denilen bir şey aslına bakarsanız uluslararası standartlarda gazetecilik okulundan başka bir şey değildi. Yıllarca yurt dışında yaşamanın avantajıyla hepimize bambaşka bir bakış açısı ve standart kazandırmıştı. Hele benim gibi çekirdekten yanında yetişen gazeteciler için bu müthiş bir fırsattı. Sonradan İstanbul’a geldiğimizde öğreneceğimiz Bab-ı Ali puştluklarıyla kaybedecek zamanımız yoktu. Ya dünyanın bir köşesine en az 10 günü bulan yolculuklara çıkıyor ya da montaj masasında mütevazı bir ofiste günlerimizi geçiriyorduk. Ankara’da ve İstanbul Kanlıca’daki 32. Gün ofisleri öylesine her şeyden ve herkesten uzaktı ki çalışmak ve aramızda eğlenmekten başka çok fazla yapacak bir şeyimiz de yoktu.

Haberin Devamı

Birand’ın bir bizimle bir de ailesi ile iki ayrı hayatı vardı. İşteyken ailesi bizdik. Hatta zamanın çoğunu bizimle geçiriyordu. Ancak kendi ailesi ile bambaşka bir arkadaş grubunun, yaşamın içindeydi. İkisi birkaç resmi buluşma veya iş görüşmesi dışında pek de keşimiyordu.

Yıllar geçip ayrı düştüğümüz zamanlarda bile her zaman gözü üzerimizdeydi. İyi bir iş yaptğımızda arayan hep ilk o oluyordu. Dedim ya çocuksu bir rekabetçiliği ve hırsı vardı. Birand meslekteki en güvendiğimiz abimizdi ama aynı zamanda en ciddi rakibimizdi de… Ben benzer bir ruh halini yıllar sonra bir tek Hasan Cemal’de yaşadım. Ayrı bir ekolün, zamanın , ruhun insanları gazetecileri onlar...

Haberin Devamı

Yıllar içinde ben onu o da beni çözmüştü. İngiltere’ye giderken “Sakın orada vık vıklanma, sabret” diyordu. Evleneceğim eşimi tanıştırdığım zaman meşhur “affferrinnn”lerinden birini çekiyordu. Her gün haber yarışında bizi kolluyor, kendisi geçtiğinde seviniyor, biz geçince çaktırmadan bozuluyor ama dayanamayıp telefon açıp kutluyordu. Sevgili eşi Cemre Hanım’dan sonra sanırım Birand’ı en iyi ve yakından tanıyan birkaç kişiden biri ben oldum. Sadece haberciliği değil, yaşamı, şöhreti, şöhretin elden gitmeye yüz tuttuğunda ne yapılması gerektiğini, hayatı yaşamayı, Bab-ı Ali puştlarıyla mücadele etmeyi daha neler neler.. Çok şey öğrendim. Tek kelimeyle özetle derseniz Birand iyi bir ‘mentör’dü.

Bugün yıllarca onun çalıştığı yerdeyim. Aynı manzaraya bakıp aynı insanlarla çalışıyorum. Bir anlamda onun koltuğunda oturuyorum. Bir kriz anında, herhangi bir tartışmada ya da hiç umulmadık anlarda Birand’ın eski odasıyla benim yeni odam arasındaki toplantı odasında kısa bir sessizlik oluyor. Masadaki gazeteci arkadaşlarım sessizce bana baksalar da biliyorum ki gözleri Birand’ı arıyor. Aklımdan sessizce ‘Birand şu anda burada olsa ne yapardı?’ diye geçiriyorum.

Dedim ya adamın ruhunu biliyorum diye…

Sonra (içimden) onun gibi bir “Yaşşaaaa…” patlatıyorum.

Bazen insanlar aranızda olmasalar da omuz başınızdan ayrılmıyorlar.

Sen çok yaşa sevgili Birand…