Pazar Postası Ne katiller tanıdım çok masumlardı...
Paylaş
Ne katiller tanıdım çok masumlardı...

Gazetelerin üçüncü sayfasından korkarım. Daha doğrusu içim bulanır okurken. Ben insanın hala tam anlamıyla zalimleşmediğine ve içinde küçük bir çocuk taşıdığına inananlardanım...

RÖPORTAJ: Mesut YAR

Ama bu sadece fazladan bir iyimserlik olmalı. Çünkü insan zalim, çünkü gazete sayfaları, sokaklar, caddeler, tarlalar kan kokuyor. Yani en doğru deyişle ‘katil aramızda’. Peki, bu kadar çok ve çoğu nedensiz kan dökülen bir ülkede polisiye edebiyatının hala keşfedilmemiş olmasını neye bağlıyorsunuz? Kabalıktaki ölçüsüz halimizi yaratıcılıkta bir hayli sınırlı tuttuğumuz için yakın zamana kadar ruhumuzu resmeden polisiyelerimiz yoktu. Ama bir şeyler değişiyor sevgili okur... O değişen şeylerin fitilini ateşleyenlerden biri işte Ahmet Ümit. Türk polisiye edebiyatının en sıkı ağabeylerinden. Romanları, sayfaların içine özenle sakladığı katil, kurban ve polisler yüzünden artık milyona yakın rakamlarda satılıyor. Üstelik küçümsenmiyor, dudak bükülmüyor Ahmet Ümit’e... O, kanlı ama insan kokan fantastik bir dünyanın lafını esirgemeyen anlatıcısı. Şimdiden ölümlüler üzerine sarsılmaz lafları olan bir ölümsüz. Zaten bu röportaj da okurunun kalbinde bulunduğu yerin fotoğraf albümü gibi bir şey. Dilerim bakmalara doyamazsınız!

Ahmet Ağabey polisiye romanda katil neden genelde hep ‘uşak’ olur?

Polisiye romanlar, çok bilinmeyenli denklem gibidir. Final bilinmemelidir. Ama matematikten farkı, sadece bilinmeyen bir son değil, aynı zamanda akla gelmeyecek bir final olmasıdır. Sürpriz. Çünkü klasik polisiye roman bir tür zeka denemesidir de. Analitik düşünmenin zaferi. Katili bulan okur kendini mutlu hisseder; zekası testten geçmiştir. Ancak günümüzde, polisiyenin bu önemli özelliği tek başına yeterli değildir. Çünkü polisiye romanla, roman arasındaki fark neredeyse ortadan kalkmıştır. İyi polisiye roman, iyi romanın bütün özelliklerini taşıdığı gibi, zekice bir kurgu ve muhteşem bir finale de sahip olmalıdır.

Türkiye’de son yıllarda bir polisiye patlaması oldu. Özellikle de dizilerde aldı başını gitti bu olay. Hayırdır inşallah?

Aslında oldukça geç kalmış bir durum. Dünyanın pek çok ülkesinde polisiye romanlar ve polisiye diziler ve elbette filmler büyük ilgi görür. Bizde ise uzunca yıllar bu tür küçümsenmiş, iyi örnekleri verilememiştir. Polisiye dediğimiz tür, insana riske girmeden gerilimi yaşama olanağı verir. Roman okurken, filmi ya da diziyi izlerken kendinizi hem katil, hem kurban, hem de polis ya da dedektif yerine koyabilirsiniz. Bu olağanüstü bir deneyimdir. Bu nedenle de polisiye insanlar tarafından çok sevilir. Ancak bize rüzgar biraz geç gelmiştir. Yine de güzel. Zararın neresinden dönülürse kardır...

‘3. sayfa haberleri esinleyici olabilir’

Polisiye yazarını tanımak isterim. Sadece gazetelerin üçüncü sayfasını mı okur? Spor haberlerine mesela, bakar mı? Bakmaz mı?

İyi bir polisiye yazarı, hayatın her alanıyla ilgilidir. Çünkü bir cinayeti çözümlemek için o dünyada, o ülkede neler olup bittiğine bakmak zorundasınız. Çağını, ülkesini kavramayan kişiden iyi yazar çıkmaz. Ama üçüncü sayfa haberleri özellikle esinleyici olabilir. Cinayetin işleniş biçiminden tutun da nedenlerine kadar birçok olgu size malzeme verebilir. Ama itiraf edeyim, bu tür haberleri çok okuyamıyorum. Sana komik gelecek ama içim kaldırmıyor. Arkadaşlarım sağ olsun böyle bir haber olduğunda hemen arayıp uyarıyorlar; “filan gazetede tam senlik bir haber var” diye...

Tespitlerinden biriydi, hatta ben yakınma olarak da anlamıştım, “Bizden seri katil çıkmaz” diyordun. Hala aynı yerde misin?

Yakınmıyordum canım. Keşke hiç seri katilimiz, hiç katilimiz olmasa. O saptamayı biraz da toplumumuzun sosyo-psikolojik çözümlemesi adına yapmıştım. Köy toplumundan, tam olarak kent toplumuna geçemeyişimizin belirtilerinden biri olarak aslında. Ama ne yazık ki bizdeki vahşet de hiç az değil. Belki seri katillerimiz yok ama, terör var, töre var, kadın cinayetleri var. Elbette cinayetlere ya da suça bakarak bir toplumu analiz edebiliriz. Seri katil meselesine dair görüşlerim bununla ilgiliydi. Ama şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, ABD ya da Avrupa’da da sanıldığı kadar seri katil yok. Seri katillerin romanlara ve filmlere konu oluşu, o ülkelerde adım başı seri katil varmış duygusu yaratıyor.

Yaşamımız gibi cinayetlerimiz de kaba bence. Sahi bir insan hangi koşullarda bir diğerini öldürebilir?

Ne yazık ki insan her koşulda öldürebilir. Katille, masum arasında çok ince bir çizgi var. Bir ara paranoyak şizofren hastalarla söyleşi yapmıştım. Bazıları cinayet işlemiş insanlardı, o kadar masum görünüyorlardı ki ve hatta o kadar masumlardı ki, sokakta karşılaşsanız o insanların cinayet işleyebileceği aklınızın ucundan geçmezdi. Öldürme duygusu ya da şiddet ne yazık ki herkesin içinde var. Sanırım da hep olacak. Mesele bu duyguyu ortadan kaldırmak değil, çünkü bu, insan ruhunun yapısıyla oynamak anlamına gelir. Mesele, bu duyguyla baş edebilmek. Tabii yoksulluk, cehalet, maço kültür -ki biz de açıkça silaha, şiddete övgü kültürü de diyebiliriz-, hoşgörüsüzlük, her türlü ırkçılık, dinsel fanatizm öldürme duygusunu kışkırtıyor. Bu sıraladıklarımın içinde olmadığı yeni bir kültür cinayetleri azaltabilir.

Peki, dizilerde polislere dikkat ediyor musun? Kimi ölümlü ama kimi de resmen ölümsüz. İzliyor musun hepsini ve izliyorsan nasıl buluyorsun dizi polislerini?

Dizileri değerlendirirken, bir sanat yapıtı gibi değerlendirmek imkansız. Çünkü kaderleri alacakları reytinglerle belirleniyor. Hal böyle olunca da yazar ya da yönetmen izleyicinin beğenisine göre davranmak zorunda kalıyor. Örneğin BBC’de yayınlanan polisiye dizilerde zeka öne çıkarken, bizde yayınlanan dizilerde alışılmadık karakterler yaratmak ilgi çekebiliyor. Geniş Türk izleyicisinin polisiye problemi çözmek için kafa yormaya niyeti yok. O yüzden basit suç hikayeleri anlatmak daha çok beğenilebiliyor. Küçümsediğim için söylemiyorum, yani durum böyle. O zaman da zekaya dayanan dizeler değil, ilginç karakterlere dayanan ya da izleyicinin seveceği bilindik duygusallıklara dayanan diziler ortaya çıkıyor. Bir dizide polislerin bulunuyor olması, o diziyi polisiye dizi yapmaz. Polisiye olması için gizemli bir suçu içeriyor olması lazım.

‘Yazarken bütün öfkelerimden arınıyorum’

Son romanlarında tarihe yolculuk yapıyorsun sıklıkla. Sahi polisiye yazarı, tarihteki kan lekesini gören adam mıdır?

Tarihi çözümlemek ile bir cinayeti çözümlemek aslında birbirine benzer. Elinizde bazı veriler vardır ama gerçek nedir bilmemektesinizdir. Dolayısıyla iyi bir tarihçiyle, iyi bir suç çözümleyicisi arasında benzerlikler de kurabiliriz. Dahası cinayetin olmadığı bir tarih düşünülemez. Tarih kanla yazılır diye bir söz bile vardır. Tarihi belirleyen pek çok cinayetten, politik suikasttan söz etmek de mümkün. Ama benim romanlarımda tarihi arka planda kullanmamın nedeni, bu iki olgunun birbirine benzemesi değil, ülkemizin muhteşem bir tarihsel ve kültürel zenginliğe sahip olması. Ve daha acısı, bizlerin bu zenginliğin, bu derin kültürün farkında olmaması. Elbette bir romanla insanlara tarih öğretmek gibi saf hayallerim yok ama en azından ilgi uyandırmak, merak yaratmak istiyorum. Daha da önemlisi bu meseleleri yazarken ben kendi merakımı gideriyorum.

Bir yandan polisiye yazarken müthiş bir fantezi dünyasına da sahip olmak gerekiyor sanırım. Senden mesela fantastik bir katil çıkar mı?

Benden katil filan çıkmaz. Çünkü romanlarımda o kadar çok insan öldürüyorum ki, normal hayata döndüğümde pamuk gibi bir adam oluyorum. Yani yazarken bütün öfkelerimden arınıyorum. Şaka bir yana, polisiye yazmanın yoğun bir fantazisi var. Yukarıda da söylediğim gibi romandaki bütün karakterlere bürünüyorsunuz. Bu acayip bir deneyim. Güzel olanı kimseye zarar vermiyorsunuz, kimse de size zarar vermiyor. Dahası insanlara cinayet işlemenin ne kadar yanlış bir iş olduğunu anlatıyorsunuz, şiddet ve terörün çıkmaz sokak olduğunu gösteriyorsunuz.

‘Bu romanı tarihi dizilerden önce yazmaya başladım’

Son romanın üstüne uzun bir zamandır etüt yaptığını biliyorum. Hatta kitap ele gelir halde olmalı şimdi. Fatih Sultan Mehmet üzerine yazdığını konuşmuştuk. Yine son sayfalarda mı şaşırtacaksın okurunu?

Sanırım öyle olacak. Romanım tarihçiler arasında geçiyor. Neredeyse hepsi Klasik Osmanlı dönemi uzmanılar. Dolayısıyla tartışmalarının ekseni yaklaşık olarak Fatih döneminde odaklanıyor. Amacım, tarih nedir sorusu temelinde bir roman yazmak. Tarih nedir sorusuna verilen çok farklı yanıtlar var. Romanda ben kendi yanıtımı vermiyorum, bu değişik yanıtları karakterlerim üzerinden okurla tartışıyorum. Önemli olan hep övündüğümüz şu tarih nasıl bir şeymiş meselesini bir kez daha masaya yatırmak. Önemli bir not düşmeliyim. Bu romanı yazmaya, şu tarih dizileri başlamadan çok önce, İstanbul Hatırası adlı romanımı bitirirken karar vermiştim...

Bu arada sen romanı yabancı dile çevrilen ilk polisiye yazarımızsın. İlk olmanın önemi var mı yoksa boynuz kulağı geçiyor mu yıllar içinde?

Boynuz her zaman kulağı geçer. İlk olmak, öncü olmak gurur verici olsa da önemli olan iyi romanlar yazmaktır. İyi roman derken beni mutlu eden romanlardan söz ediyorum. İyi edebiyat, önce yazarını mutlu eden edebiyattır. Çok okunmaktan mutsuz olduğumu söyleyecek değilim, ama bu çok okunmayı koruma adına yazarsanız, romanlarınızın kalitesini düşürmeyi baştan göze almışsınız demektir. İyi yazarlar öteki yazarın rakibi değil destekleyicisidir. Çünkü saat başı iyi roman yazılmıyor. Ama iyi okur en az haftada bir roman okumak istiyor. Ben de iyi romanlar okumak istiyorum. İyi romanlar beni esinliyor, yaratıcılığımı artırıyor. Dolayısıyla, iyi yazarların çıkması, öteki yazarları mutsuz değil, aksine çok mutlu eder. Bundan mutsuzluk duyuyorsanız, sorun sizde demektir.

Bir polisiye yazarının hayatı nasıl geçer?

Etrafında yaşanan ne varsa hepsinden kuşku duyar ya da ne bileyim ölümden korkar mı? Hafif bir paranoyadan söz edilebilir. Çünkü görünenin ardında yatan gizli nedenler bulma çabası giderek düşünme yönteminiz olabiliyor. Bunun eğlenceli bir tarafı olduğunu da söylemeliyim. Öte yandan insanları ve hayatı çözümlemede de çok faydası var ama insanı gereksiz kuşkuculuğa da sürükleyebilir. Hele Türkiye gibi telefonların kolayca dinlenebildiği bir ülkede. Ölümden herkes kadar korkuyorum. Ama bu bir yasa, bir gün öleceğiz. Çözüm yoksa sorun da yoktur. Hayat, ölüme hükümlüyse, bize de kabul etmek düşer.

Bir Ahmet Ümit okuru olsaydın nasıl eleştirirdin Ahmet Ümit’i?

Acele etmemesini önerirdim, daha sabırlı olmasını, duygularını daha iyi kontrol etmesini. Ve sık sık kulağına şu sözleri fısıldardım; “Hayat, romandan da, edebiyattan da, sanattan da daha büyük bir şeydir, vakit varken tadını çıkar. Sonra yine yazarsın”...

Peki Ahmet Ağabey; yenge okur mu kitaplarını? Bir ince ürperir mi senden? Polisiye yazarının eşi ne yapar sahiden?

Ah zavallı Vildan, romanlarımı yazarken en büyük desteği bana o verir. İlk bölümden itibaren sayfa sayfa okur, görüşlerini söyler, eleştirir. Araştırma sürecine benimle birlikte katılır, bütün o kitapları birlikte okuruz, romanla ilgili gezilere birlikte çıkar, konuyu öğrenmek için uzmanlarla söyleşi yaparız. Ve evet, gerilim anlarında bana biraz daha sokulur, duygusal anlarda gözyaşlarını tutamaz, bazı romanlarımın finalinde ise kağıtlar kafama iner. “Allah belanı versin, yine yapmışsın yapacağını...”

( 31.07.2011 tarihli Pazar Postası'ndan alınmıştır. )

Haberin Devamı