Yaşam Berlinale’den 5 yarışma filminin eleştirileri

Berlinale’den 5 yarışma filminin eleştirileri

Paylaş
Berlinale’den 5 yarışma filminin eleştirileri

Kerem Akça, 68. Berlin Film Festivali’nin 5 yarışma filmini analiz etti   KEREM AKÇA / kerem.akca@posta.com.tr



68. Berlin Film Festivali’nin meşhur Altın Ayı yarışması, “Isle of Dogs” ile bomba gibi başladı. İlk dört günde izlediğim yarışma filmlerinden beşini inceledim: “Transit”, “Dovlatov”, “The Heiresses”, “Damsel” ve “Eva”.

‘TRANSIT’: ZORLAMA BİR MÜLTECİ GERİLİMİ

2018’e değin Petzold, sadece bir filminde Nina Hoss’suz çalışmıştı. İkilinin bu ikinci ayrılığı elbette bir şeylerin yarıda kalmasına yol açacaktı. Anna Seghers’in 1942 tarihli romanından uyarlanan yapıt, ‘transit’ geçen mülteciler üzerine kurulu gizemli bir gerilim görünürde. Ama bunu planlarken Franz Rogowski gibi yan rollerde baskın olabilecek bir oyuncunun şaşkınlığını merkeze yerleştirmiş.

Onun yüz şekli “Bıçak Sırtı”nda (“Sling Blade”, 1996) gördüğümüz Billy Bob Thornton’ınki kadar iddialı bir dönüşümden besleniyor. Petzold da bunun üzerine gitmiş. Film Alman ordularının Fransa’ya girdiği 1940’ların başından günümüz Marsilya’sına kadar uzanıyor. O dönemin mültecileri ile bu dönemin mültecileri arasında, ‘transit vize’ ile yapılan bir zaman yolculuğuna dönüşmeyi hedefliyor. Bu fikir temelde çok dahice geliyor. Ama kağıt üstündekileri sinemada gerçekleştirmek kolay olmayabiliyor zaman zaman.

Petzold, “Yella” (2007), “Barbara” (2012), “Yüzündeki Sır” (“Phoenix”, 2014) gibi filmlerle Almanya’nın tarihindeki siyasi olayları kendi bakış açısından yorumladı. Üstelik bunlardan sonuncusu yüz ameliyatı ile çift kimlikli bir karaktere el atarak Hitchcock’un ‘çiftgezer gerilimi’ “Ölüm Korkusu”na (“Vertigo”, 1958) teğet geçiyordu. Ama bunların başarısında Nina Hoss da büyük rol oynayarak onun güçlü kadın karakterler yaratmasına destek vermişti.



Burada karmaşık bir senaryo ve iddialı bir ana karakterin riskiyle boğuşmak kaçınılmaz. Yönetmen, ele aldığı romanı serbest kullanıp günümüze de taşıyınca; Georg’un tepkileri, bir Buster Keaton ironisi arıyor. Paula Beer’in ‘gizemli kadın’a dönüşmesi de aslında çok kör kör parmağım gözüne duruyor. Onun hikayeye yükledikleri ‘karton karakter sancısı’ndan başka bir şey değil!

“Transit”te belki de daha biçimci veya ironik bir yönetmen gerekiyormuş. Bu haliyle itici olabilen ana karakterinin çevresinde dizi izlencesine kayabilen ama kimlik bunalımına yaklaşımıyla ‘transit geçiş’e ‘çizgi roman efekti’ arayan bir film var. Petzold’un en riskli işi en dalga geçileni de olma şansı taşıyor. Ama eğer tutarlılık sözü verseydi biz geleneksel bir mülteci dramını tercih ederdik. Buradaki ‘göstermelik gerilim’ tatmin etmiyor. ‘Hızlı geçiş’ arayışı, 70’lerin Yeni Alman Sineması etkili ağırkanlı ve katmanlı sinemasıyla ekolleşen Petzold’u yaralamış. Elde ilgi çekici bir siyasi öykü ve iz bırakacak bir oyuncu olmayınca özgüvenin probleme dönüşmesi kaçınılmaz…

FİLMİN NOTU: 5

‘DOVLATOV’: SİNEMATOGRAFİSİ GÜÇLÜ YAZAR BİYOGRAFİSİ

Yeni milenyumda çektiği eserlerle yönetmen kumaşını kanıtlayan Aleksei German Jr., bu kez Ermeni asıllı yazar Sergei Dovlatov’un yaşamına bakıyor. Modern Rus sinemasında 80’lerde formda yıllarını yaşayan babasının bıraktığı yerden alıyor. “Hrulstalyov, Arabamı Getir!”e (“Khrustalyov, mashinu!”, 1998) atıfta bulunarak ‘Dovlatov, Arabamı getir!’ olarak analiz edilebilecek bir sansür öyküsünün peşine düşüyor.

“Fırtına Bulutlarının Altında”da (“Pod Elektricheskimi Pblakami”, 2015) benzer ve olgun sinematografik yaklaşım ‘kesişen hayatlar’ ekseninden bir kıyamet sonrası bilimkurgu atmosferi yaratmıştı. Burada ise yabancılaşan bir yazarın çıkışsızlığı ele alınıyor. Tek bir bireyin bakış açısına geçmek, German Jr.’ın zamanla ‘toplumsal alegori’ye geçerek gaza bastığı filmografisinin ilk yıllarına götürüyor bizi (bkz. “Son Tren”).

Filmin sinematografik gücü yüksek uzun planlar ve plan sekanslarla örülü yapısı, Rus toplumunu eleştirmek için ideal. 2.35:1 sinemaskop formatı da çerçevelerin içine daha fazla şaşkın insan dolduruyor. Ama dönem atmosferi söz konusu olduğunda ciddi problemler var. Dovlatov’un kendisi tutarlı dursa da kostümler, makyajlar ve sanat yönetimi tarihi dokuyu kalkındırmıyor. Günümüzde nefes alıp veren karakterler göze batıyor. Işınlanma problemini çözmek zaman alınca seyir süreci de ister istemez baltalanabiliyor.

126 dakikada kaydırılan kamera ile çok şey bozuyor ve çözüyor German Jr.. Bizi Rusya’nın 70’lerine dair düşüncelere de sürüklüyor. Yan karakterlerin o zaman diliminde olmadığı çok belli. Ama Stalin sonrası dönemden, onun önlenemez etkisinden bir sansür öyküsü akıyor. Aleksei German 2013’te vefat etse de ‘German sonrası dönemin grameri’; bir yetkinlik de, bir ‘daha önce görmüştük’ hissi de getiriyor.

“Dovlatov”, uzun vadede bir “Andrey Rublev” (1966), bir “Pirosmani” (1968), bir “Narın Rengi” (“Sayat Nova”, 1969) gibi klasiğe dönüşür mü, tartışılır. Politik söylemini net belirlese de dönem-mekan ilişkisindeki sıkıntılar göze batabiliyor. Ama “Ida” (2013) ile tanınan Leh görüntü yönetmeni Lucasz Zal, German Jr.’ın Rus görüntü yönetmenlerini aratmıyor.

FILMIN NOTU: 5.8

‘THE HEIRESSES’: DAR ODAK-GÖZLEMCİ KAMERA DESTEKLİ KİMLİK BUNALIMI


Chela ve Chiquita’nın günümüz Paraguay’ındaki hissiyatını ele alan film, bunu yapmayı sakin kamerasıyla ve olgun sinematografisiyle beceriyor. Marcelo Martinessi, kamerayı adeta bir canlının bakış açısına koyuyor izlenimi bırakıp bir aynanın içine yerleştiriyor. Bunu yaparken de gözlemciliği fark yaratacak bir şekilde kullanıyor. Klasik el-omuz kamerasına kayarak kolaycılık yapmıyor.

Bu durum da maddi problemleri olan ikiliyi fazla şıklanmaya, ‘mış gibi yapma’ya itiyor. Kimsenin kendisi olamadığı bir toplumdaki yabancılaşmayı ve kimlik bunalımını; dar odağın çekiciliği, odak kaydırmanın inceliği ve gözlemci kameranın ayrıksı yerinde sakince kalmasıyla kavrıyor “The Heiresses”. Bu sayede de iyi çekilmiş bir ilk filmi duyuruyor.



Güney Amerika sinemasından ‘kadın çift hikayesi’ anlatırken bu kadar görselliğe kafa yoran yönetmen bulmak bugünlerde zor. Üstelik bunu da tutarlı ve inatçı hale getirerek geleneksel yabancılaşma sinemasının dışına çıkarmak da zor. Martinessi, bir toplumu ‘gözlemci’ konumuna geçerek incelerken klişe ve samimiyetsiz durmayarak sınıfı geçen bir film bu. En çok da Lübnanlı kadın yönetmen Nadine Labaki’nin “Karamel”indeki (“Caramel”, 2007) kadınları kuaförde yansıtma şeklini akla getiriyor.

“The Heiresses” (“Las Herederas”, 2018) çok da aşina olmadığımız bir ülkeden, Paraguay’dan yeni bir sinemacıyı duyuruyor. Heyecan veriyor. Orta yaş sendromuna Bergman’ın kapalı mekan kullanımındaki gramerinden destek alan bir sağduyu ve çerçeve yetkinliği yüklüyor.

FİLMİN NOTU: 6.5

‘DAMSEL’: BOYUTSUZ BİR WESTERN PARODİSİ



Zellner Kardeşler, “Fargo”yu (1996) alaya alsa da gerçekçiliğin dibine vurarak kontrolden çıkan “Kumiko, Hazine Avcısı” (“Kumiko, Treasure Hunter”, 2014) ile biraz olsun tanınmışlardı. Ama burada da bir Safdie Kardeşler olma şanslarının çok düşük olduğunu ispatlıyorlar. “Damsel”de (2018) olabilecek en basit western klişelerini eleştirmeye koyuluyorlar. Sözde sistemi, dini, otoriteyi karşılarına alıyorlar. Ama bu sınırları zorlama düzeyinde olmuyor. Komedinin basmakalıplığı ve kalitesizliği çok göze batıyor.

Pattinson kendini ciddi rollerle ispatlamaya başlamışken onu, dişlek bir Adam Sandler’a, Rob Schneider’a benzetmenin dünyaya ne faydası var? Wasikowska ise ayrı bir telden çalıyor. Zellner Kardeşler, kendileri de rol alarak aslında biraz çöl atmosferinde doğaçlamanın adını koyuyorlar.

Filmin 113 dakika olması onların ağır tempo üzerine kurulu ve entelektüel seyirciyi kandırmaya açık anlayışlarının ürünü gibi. İster istemez de son noktada Mel Brooks klasiği “Gümüş Eyerler” (“Blazing Saddles”, 1974) zaten zor, ama Cem Yılmaz-Ömer Faruk Sorak ikilisinin zekasıyla parlayan “Yahşi Batı”nın (2009) bile seviyesini yakalayamayan bir western parodisi canlanıyor. Bir yerden sonra ‘kasabaya gelen yabancı’ motifi kontrolden çıkıyor.

“Damsel”, zamanla klasiğin klasiği bir hal alıyor. Alaycılığı anlamsızlaştırıyor. Her şey TV dizisinden hallice durmaya başlıyor. Zellner Kardeşler doğal renk kullanımıyla Mia Wasikowska’yı da rezil etmişler. Onun Sundance 2018’de dünya prömiyeri yapan “Piercing”i de düşününce son iki ayda ‘vasat filmlerin kraliçesi’ne dönüştüğü kesin. Yönetmen-senarist koltuğunda dördüncü eserlerine imza atan Zellner Kardeşler ise oyunculuğa dönseler sinema dünyası için fazlasıyla sağlıklı bir karar olurdu bu. Zira ortada bir yönetmen kumaşı yok, alaycı bir fikir çevresinde dönüp uzadıkça uzayan filmler var.

FİLMİN NOTU: 3.6

‘EVA’: TUHAF ÇEKİCİLİĞİ OLAN BİR GİZEM FİLMİ


1970’lerden bu yana film çeken Benoit Jacquot, bu kez bir gizemin peşine düşüyor. Bir yazarın ölümüne tepki vererek gülünç duran Gaspard Ulliel (Bertrand) ile inandırıcı ve pespaye hayat kadını Isabelle Huppert’in yüzleşmesi bu... Açıkçası yönetmen plastik bir dokuyu renk filtreleriyle biçimci hale getirebiliyor. Hızlı kurguya da başvurabiliyor.



“Eva” zaman zaman tuhaf çekiciliği olan filmlerinden birine dönüşebiliyor. Kült ya da fetişe dönüşme arzusunu ortaya koyuyor. Ama bunu bilinçli yaptığından şüpheliyiz. Ulliel’in aval aval bakmasına biraz Huppert’in karizması set çekebiliyor. Fransız sinemasının gelenekçi sanat sineması arzusunu net devreye sokmamasıyla bu film aslında izlenesi anlar barındırıyor.

Fakat anlamsız tepkiler veren garip karakterleriyle bunu bir yere taşıyamıyor. Jacquot için büyük dünya için küçük bir adıma dönüşüyor sanki. Onun için biçimci film yapmak rastlanacak bir durum değil belki. Ama burada oyuncuları gözlemlerken kamera açılarını bile kaçırmaya uzanan sarsaklık görmezden gelinebilir mi, tartışılır.

FİLMİN NOTU: 4.5



KEREM AKÇA’NIN BERLİNALE 2018’DE İZLEDİĞİ FİLMLER İÇİN YILDIZ TABLOSU:

ISLE OF DOGS: 9.1
THE BED (LA CAMA): 7
THE OMISSION: 5
THE CHAOTIC LIFE OF NADA KATIC: 4.5
XIAO MEI: 4.5
BLACK 47: 2.7

Not: Tablo, festival süresince güncellenecektir.

Haberin Devamı