Burak Akkul Avrupa'nın yeşil hattı: Slovenya
HABERİ PAYLAŞ

Avrupa'nın yeşil hattı: Slovenya

Bu hafta çok merak edilen bir ülkeyi daha keşfe çıkıyoruz… Hayret verici düzeniyle, birbirinden ilginç tarihi hikayeleriyle, yemyeşil bir başkent “Ljublijana”… Nefes kesici doğa manzaralarıyla “Bled ve Bohin”… Evet burası küçük ve huzurlu ülke, Slovenya!

Avrupanın yeşil hattı: Slovenya

“ŞEHİRLER VE İNSANLAR”

Kadın ile erkek arasındaki farkı anladığımda 15 yaşlarındaydım… Yaz tatilinde… Hafta sonları da yatılı okuduğum Kadıköy Anadolu Lisesi’nden eve, Kırklareli’ne geliyorum ama yaz tatili bambaşka tabi. 90 günü köfte restoranında baba goygoyuyla, evde anne yemeğiyle geçiriyorum, harika değil mi bu? Zaten memleketten arkadaşlarla neredeyse bebeklikten beri aynı dili konuşuyoruz. Japon kale maç, Bisan Gold bisiklet yarışları, parkları olan İstasyon Caddesi’ne inip ilk kız kesmelerimiz… Basket potalarında ben Kareem Abdul Jabbar oluyorum (1.65 boyla) öteki Robert Parish oluyor falan... Sonra büyük bahçemizde lüks içinde kampçılık oynuyoruz; acıkınca annemiz evden domates peynirli ekmeği getiriyor… Oooh, Kırklareli’nde yaz tatillerim pek şugar geçiyor. O olay olduğunda yaz tatilinin bitmesine bir hafta falan kalmıştı. İyi hatırlıyorum çünkü zihnimde bambaşka bir kapıyı aralayan olaydı bu…

Haberin Devamı

Oturma odasında Bilmece Bulmaca dergisi çözerek, Çarli’nin Melekleri’nin başlamasını bekliyordum. Kelly’ciydim ben. Sarışın diye Jill’i sevenleri hiç anlamazdım. Sabrina zaten hepimize silik gelirdi… Dizi başlayacak, bitecek, bizim kızancıklarla kapının önünde Çamlıca gazozuna maç yapacağız… İşte tam o an içeriden; annemin ince çığlığı duyuldu: Yeni telsiz Panasonic telefonumuza bağırıyordu: “Aydın çabuk eve gel çabuk!”… Oturduğum yerden “ne oldu ki acaba” diye düşündüm… Hakikaten, 80’lerin sakin akan küçük şehir hayatında, bu kadar bağırmayı hakkedecek, ne gibi bir terslik olabilirdi? İnternet şu bu da yoktu ki annem babamın Google search’lerinde “Rihanna sexy” falan yakalasın…

“Aydın gel çabuk diyorum! Mutfak musluğunun yaptır demiştim sana, gel bak, bütün lavabonun altı göl! Göl!” Tamam, durum şimdi anlaşılmıştı.

Beş on dakika içinde evin önünde babamın arabasının “viiiiyk” eden fren balatası sesi duyuldu, akabinde merdivenlerden “pat pat pat” ayak sesleri, akabinde de üzerinde lokantasının, mandırasının, deposunun ve onların eski kilitlerinin ve de ne olduğunu çoktan unuttuğu 5-6 anahtarın daha olduğu 30’luk deri esnaf anahtarlığının “şangır şungur” sesleri… Babam içeri daldı, koridordaki terliklerini bile giymeden (bunu ilk kez görüyordum) mutfağa koştu.

Haberin Devamı

Annem lavabonun altındaki dolabı açmış, söz konusu acil durumu babama göstermek için elleri belinde bekliyor. Ben olayı yarım kardraj görecek kadar bir mesafede; ters açıda, oturma odası tarafındayım. Babam mutfak kapısından geçti… Annem boynunu eğip, gözünü devirip, kaşlarıyla, elleriyle, kollarıyla; bütün uzuv ve iç organlarıyla lavabonun altını tekrardan göstererek: “Sen elleme, usta gelsin yapsın o boruyu” dedim! Şuraya baksana, HER YER GÖL AYDIN, GÖL!”

Babam baktı… Gitti bir de yakından baktı. Gayet sakin ve huzurlu bir sesle “Amaaan. İki damlacık su beyaaa”dedi gitti.

Haberin Devamı

Kadın, oklarını, uyardığı bir işin gidişatında aksilik çıkması halinde erkeğine saplamak üzere bekletir… Erkek ise, o işin gidişatının kendi istediği gibi devam etmesi için kulaklarını tüm felaketlere tıkar, gece gündüz koruma kalkanıyla yaşar.

Kadın ve erkeğin olaylara bakış açılarının ne kadar farklı olduğunu 15 yaşımın bu yaz tatilinde anlamıştım. Biri için “iki damla su” olan, diğeri için kesinlikle “GÖL”dü efendim! Tam 320 tane göl varmış Slovenya’da… Bunu duyup da oraya gitmemek; büyüyüp gezgin olan bana yakışmazdı. Bled, Bohinj, Cerknica, Kara Göl, Vahşi Göl, Jasna Gölü, Ptuj Gölü… Yeşil alan oranıyla Avrupa’da ilk 3’te yar alan, başkent Ljubljana’sı 2016 yılının “en yeşil başkenti” seçilen cennet ülkede; turizme açık tam 320 göl!

MUHTEŞEM GÖLLER

Avrupa’nın bir başka şehrinden Ljubljana’ya gidecekseniz, Flixbus’lar çok rahat ve çok ucuz bir alternatiftir. Zaten bir Slovakya’nın başkenti Bratislava’ya bir de buraya yani Ljubljana’ya, daha ziyade “hazır Schengen’le çıkmışken bir de oraya uğrayalım” şeklinde gidilir… Nedense bu iki ülkenin de bireysel olarak, Türk turisti ülkesinden çıkaracak karizması yoktur. Açıkçası biz de buraya Budapeşte seyahatimizden sonra, Avrupa’nın her otogarının “yeşil başlı gövel otobüsü” Flixbus’ın 5 saatlik seferiyle geldik…

Bu otobüslerle, kişi başı 10-20 Euro arası bir ücretle, neredeyse tüm Avrupa şehirleri arasında seyahat edebiliyorsunuz. Bütün kıtaya bir ağ örmüşler resmen. Slovenya’nın iki başrolü; iki göl... Bled ve Bohinj. Bunlar başkent Ljubljana’ya 1 ve 1,5 saat mesafedeler… Gelin önce onları görelim; sonra başkenti adımlarız… Ljubljana’nın merkezi olan Pembe Kiliseli Preseren Meydanı’ndan başlayan Miklosceva Caddesi’ni, dümdüz yürüyerek 20 dakikada geçersiniz. Merkez otogara ulaştığımız gibi bilet gişesine gidip “Bohinj” demeniz çok önemli.

Daha ünlü olan Bled kasabası ve gölü, Alplerin eteklerindeki Triglav Ulusal Parkı sınırları içinde yer alan “Bohinj”den yarım saat daha öncedir. Siz de çoğu turistin yaptığı gibi önce Bled’de inerseniz; orada mutlaka çok vakit geçirir, akşama doğru da “daha öteye geçmeyeyim, şuracıktan Ljubljana’ya geri döneyim” diyebilirsiniz. Yani otobüsten inmeden, Bled’i geçip, Ulusal Parka ve Bohinj gölüne kadar gidin. Julian Alpleri’nin kıyısındaki muhteşem göl manzarasının tadını çıkarın…

Ama burası nasıl bir park! Ama ikisi de nasıl göller… Deniz seviyesinden 450 metre yükseklikte bulunan Bled Gölü ise Slovenya'nın tartışmasız “en turistik” yeri… Gölün; üzerindeki Bled adası ve onun da üzerindeki kilisesiyle görseli, hazırlanıp oraya konmuş bir kartpostal gibidir sanki. Kadrajınızı biraz daha genişletip; sağda tepedeki masalsı Bled Kalesi’ni de kartpostalınıza alabilirsiniz.

Hayat insana her zaman böyle kareler sunmaz. Bled Gölü’nün çevresi tasvir etmek gerekirse; biraz turistik ama çok temiz ve sevimli küçük bir şehir, kıyıda bir çok otel, onların restoranları ve kafeleri, karşınızda sandalla romantik bir tur da yapabileceğiniz Bled Adası, adının üzerinde bir çok ritüele ev sahipliği yapmış olan- gelinlerin damatların gelerek bereket ve mutluluk diledikleri- neo gotik St.Martin kilisesi ve Walt Disney çizgi filmlerindeki şatolar gibi duran “Bled Kalesi”… Hele hele kaleye çıkıp tepeden bakarsanız göreceksiniz; Bled harikadır.

Avrupanın yeşil hattı: Slovenya

İÇİNDEYMİŞİK, YEŞİLMİŞİK, SAZMIŞIK…

Başkent Ljubljana’da kişi başına düşen yeşil alan 2700 metrekareymiş. Şöyle bir karşılaştırma yapınız; bu oran İstanbul’da 8 metrekare… Yani bizim, iki adımı yanlış atsak başkasının yeşil alanına girme tehlikemiz varken; adamlar yeşil alanlarına 6 tane at sokup, hiç strese girmeden onlarla Gazi Koşusu yapabilirler. Merkezden geçen Sava Nehri, Belgrad’dan selam getirir.

Kıyısındaki kafelerden ya da pub’lardan birine oturup gelen geçeni izlemek, ilk gününüzde başkentin en keyifli etkinliği olacaktır. Unutmadan burada da bir otel önerisinde bulunayım. Merkeze doğru giden Sava’nın hemen başında, taşıta kapalı olan Breg Caddesi’nde 22 Numara… Kaldığım otellerin içinde -fiyat, konfor, manzara dengesinde- kesinlikle 1 numaraya oynar. Galeria River Otel’inde kalmanızı şiddetle tavsiye ederim. Nehre bakan odalardan birini talep ediniz. 40 euro- 50 euro arası geceliktir; fiyat mevsime göre değişebilir.

Cumartesi Pazar günleri hemen önünde bir bit pazarı kuruluyor. Pazarın arkasında akan Sava, üzerinde yükselen Ljubljana Kalesi; günde 40 Euro’nın satın alınabilecek bir atmosfer değil. Yürüyerek ya da fünikülerle çıkabileceğiniz 16’ncı yüzyıldan kalma şehir kalesi; tıpkı Bled Kalesi gibi hem yapı olarak hem de oradan göreceğiniz şehir manzarasıyla, sizi çok etkileyecektir… Ljubljana kalesinin bulunduğu tepenin eteklerindeki açık Pazar ve hemen bitişiğinde, büyük binanın içinde yer alan kapalı pazar; burada kaldığınız sürece yiyecek içecek alışverişiniz için yeter de artar bile…

Benim için pazarlardaki keşfin zirve noktası tabii ki balkan peynirli böreğini bulduğum andı! “Burada da afiyetle doyduk şükür” diye düşündüm. Bolca tuzsuz peynir koyuyorlar; kol böreği şeklinde yapıyorlar, fırından çıktığı gibi yağlı kağıda sarıp veriyorlar… Gece kayıntısı gerektiği anda; sokaklarda şubelerine sıkça rastlayacağınız Olimpija Burek ya da Nobel Burek dükkanlarına sardırın sardırın yiyin... Zaten tipik Avrupa başkenti huyuyla, burada da, saat 20:00- 21:00’den sonra benzin istasyonları haricinde alışveriş yapacak; yiyecek ve su alacak yer bulamanız zor.

“Burek” dükkanları Ljubljana’da sizi kurtaracaktır. 3 gün boyunca her gün uğrayan ve en az 5 çeşit tatlısını deneyen biri olarak söylüyorum ki; Sava kıyısındaki Lolita pastanesi mükemmeldir. Buradan, nehir boyundan Ejderha Köprüsü’ne ulaşıncaya kadar olan 2-3 kilometre, şehrin en güzel kafe ve restoranlarının bulunduğu hattır. Zaten arkanızda, doğuda, kalenin bulunduğu tepeyle sınırlanmıştır Ljublijana; batısında ise dev Tivoli Parkı “gezme sınırınız” olacaktır. Oldukça küçüktür başkent; gezmesi kolay ve keyiflidir.

Avrupanın yeşil hattı: Slovenya

BİZİMKİSİ BİR AŞK HİKAYESİ

Yemeğe içmeye ara verelim ve ünlü Triple Bridge/Üçlü Köprü’nün üzerinden nehri geçerek pembe renkli Fransiskan Kilisesi’nin olduğu meydana ulaşalım. İşte tüm köprülerin birleştiği, kiliselerin pembeleştiği “Preseren Meydanı”ndayız. “Pembe kilise” diye de bilinen Fransiskan Kilisesi, Barok tarzın ilginç örneklerindendir. Dini yapı 1660’tan beri hizmet veriyormuş… Şehrin hem yaşam hem de turistik merkezi olan Preseren’e adını veren sanatçının hüzünlü hikayesini de anlatmaya başlayabilirim artık…

Bu meydana, Slovenya topraklarında yetişen en büyük şair olan Doktor Franz Preseren’in adı verilmiş. Şehrin müzelerinde de ondan geçen bahisleri okur; eserlerinin orijinal hallerini ve günlük eşyalarını görürsünüz zaten. Preseren bu ülke için çok önemlidir. Ünlü şairin hüznü şudur ki; kendisi en güzel şiirlerini asla kavuşamadığı aşkı Julia’ya yazmış, zengin kızı Julia’sına kavuşamadan da hasretinden ölmüştür.

Sanatçının heykeli, Julia’nın evinin bulunduğu alana, kızın odasının penceresini görecek bir açıya konmuş… Pencerede ise Julia’nın bir büstü var. Şimdi bu iki heykel birbirlerinin bakış açısında; belki sonsuza dek bakışacaklar. Evet, en büyük; en derin, en etkili eserler genelde acılı anlarda çıkar. Zira bence Franz Preseren o dönem, Julia’sına aşık olduğu gibi kavuşmuş olsa; bugün o meydanları o sokakları onun adıyla anıyor olmazdık.

Julia’yla tanıştığı yıl nikah kıysalardı; bir şehre adını verecek kadar ünlü bir Franz Preseren olamazdı kendisi. Eserleri zamanla kısalır, hafifler süner; kitapları “standart yazarlar” rafında kalırdı… Biz de Ljubljana şehir meydanını şu an muhtemelen; sevdiğine “kavuşamamış” başka bir yazarın adıyla anardık.

- Franz! Koooş koş!

- Ne oldu Julia?

- Lavabonun altı göl! GÖL!

Sıradaki haber yükleniyor...
holder