İnci Tulpar Radyo; gökkubbede bir hoş seda
HABERİ PAYLAŞ

Radyo; gökkubbede bir hoş seda

Haberin Devamı

Radyo, televizyon, internet... Artık bu iletişim araçlarının olmadığı bir hayatı kimse anımsayamıyor! Bir film şirketi olan Twentieth Century Fox’un Başkanı Daryik F. Zanuck, 1944 yılında “Televizyon en geç altı ay içinde piyasadan silinecektir. İnsanlar her akşam böyle bir kutuya bakıp başında oturmak isteyip de ne yapacaklar? Canları çok sıkılır” demiş!

Zanuck’un kehanetinin tam tersi gerçekleşti. Günümüz insanı, açık bir televizyon yoksa, radyo ve internet arayışına giriyor. Radyo kelimesi, Latince radius (ışınlama) ve Yunanca fone (ses) kelimelerinin bir araya gelmesinden oluşan radyofoni kelimesinin kısaltılmış şekli. 1906’nın Noel akşamı, Kanadalı Reginald Fessenden ilk defa uzun mesafe radyo yayını gerçekleştirmeyi başardı. Bir konserden canlı yayın yaptığı ve kendisinin de bir şarkı söylediği bu yayın, Karayipler’den bile dinlenebilmişti.

Okyanusta yol alan gemilerdeki telsiz operatörleri, sinyalleri dinlerken duydukları müzikle şaşkına dönmüşlerdi! Zaten sonrası, radyonun ‘altın devri’ diyebileceğimiz süreç! Amatör radyocular gökyüzünü uçuşan seslerle doldurdu. Konuşmalar ve müzik, gittikçe gökyüzünde birbirine karışmaya başladı; bunun üzerine ABD’de 1912’de çıkarılan bir kanunla ses yayını izne bağlandı. Ülkemizde ise, 1921 yılında Muallim Mektebi’nde verilen bir musiki konserinin İstanbul Üniversitesi’nde radyo vasıtasıyla dinletildiği kayıtlar arasındadır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle dünyada televizyon yayınları konusundaki çalışmalar hızlandı ve ilk yayınlar başladı. Sesin yanı sıra görüntü de sunan televizyon, radyonun altın çağını bir daha geri dönmemek üzere bitirmiş oldu. Gerçi İstanbul demek, trafikte her daim radyonun altın çağı demek. Arabamızda veya servislerde dinlemeyi seçtiğimiz radyo, sosyo-ekonomik ve kültürel durumumuzun en büyük göstergesi. Daha çok müzik programları yapan özel radyoların dinlendiği radyo frekansları içinde, düzgün dil kullanımına önem verenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Maalesef, özel radyolar, denetimsiz ve hercai spiker seçimleri ile hayatımıza kattıklar hoş sedaları, ‘DJ Türkçesi’ denilen yabancı kelime ağırlıklı, aksanlı ve bol argolu dil kullanımı ile kirlettiler. Spikerlerin dil kullanımı da parazit yapmasa, ne büyük keyiftir radyo!

*Tarihsel kaynakça: MEB Radyo Televizyon Tarihi Çalışması

Çocuk gözü ile ‘Fetih 1453’

3 saatlik bir film, hiç bilmedikleri yüzyıllar öncesindeki olayları, değerleri ve yaşamı anlatıyorsa; çocuklara ilgi ile izlettirmek kolay değildir. İtiraf etmem gerekirse, 12 yaş ve 9 yaşındaki iki çocuğum ile filme giderken onların müfredatta öğrendikleri ile filmde izledikleri arasında yapacakları karşılaştırmaları çok merak ediyordum. Film boyunca ikisi de ilgilerini kaybetmediler, fakat konsantrasyonlarının arttığı veya azaldığı sahneler oldu. Çocuklar çok bariz şekilde, filmin gerçekleri ‘olduğu gibi’ yansıttığını kabul ediyorlar ve sorularını da bu yönde sıralıyorlar.

Eğer filmi çocuklarınız ile izleyecekseniz; ‘O zamanlar lav silahı var mıydı?, ‘En sonunda Şahin (top) seri ateşleme yapabildi mi’, ‘Ortodoks ile Katolik’in farkı nedir?’ ‘Gerçekten Müslümanlar ile Ortodokslar birbirlerinden bu kadar nefret ediyor mu?’ ‘Fatih Sultan Mehmet çocukları ile çok ilgili bir baba mıydı?’, ‘Ayasofya hâlâ kilise mi? ‘Peki, neden değil?’ gibi, ebeveynleri yanıtlamakta zorlayan sorulara hazırlıklı olun. Filmin, her tarihi figürün olduğu gibi; Fatih Sultan Mehmet’in de kişiliğinin daha çok merak edilmesine neden olduğu bir gerçek. Bu tip kişisel detaylar, ilköğretim müfredatının içinde çok az yer aldığı için de film çıkışında Osmanlı padişahları ve yaşamları konulu bir kitap edindik.

Önce Fatih Sultan Mehmet’in hayatı okundu. Meraklı minik zihinler bazı sorularına yanıt buldu. Bazılarının (özellikle dinler arasındaki kadim anlaşmazlıkların) nedenlerini tam anlayabilmeleri için de büyümeleri gerektiği söylendi ama bu yanıt ‘ekşi bir yüz buruşturması’ ile karşılandı. ‘Fetih 1453’ tam 3 saat süren bir film. Sinemamız açısından ‘bir ilk’. Başarılı bulduğum/bulmadığım yönleri var. Özellikle diyalogların klişe cümleler ile doldurulup bunun izleyiciye hap gibi sunulmasını, hep düştüğümüz bir hatanın tekrarı olarak görüyorum. Gerçi, aynı durum ile Hollywood filmlerinde de sık sık karşılaşıyoruz. Filmin Ayasofya sahnesi ile ilgili bir gözlemimi de aktarayım; Fatih Sultan Mehmet’in; Ayasofya’da bebeği kucaklayıp sevdiği sahne; bana ABD Başkanı Bill Clinton’ın ‘Erkan Bebek’ ile olan fotoğrafını anımsattı. Savaş sahnelerinin çekim tekniğinin ise, şimdiye dek Türk Sineması’nda karşılaştığımız örneklerden çok daha başarılı olduğunu düşünüyorum.

Bir rüyadır İğneada


İğneada, Kırklareli’nin Demirci İlçesi’ne bağlı bir doğa harikası... İlk cemrenin havaya düştüğü, toprağa düşecek olan ikinci cemrenin de ‘eli kulağında olduğu’ bu mevsim; 1362 yılında Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılan İğneada’ya doğru uzanmak için en güzel zaman. Biliyorum, zaten kıştan bıktı herkes ve daha sıcak ellerin hayalini kurmakta... Henüz yaz gelmeden, kim niye gitmek istesin ki bir adım ötesi Bulgaristan olan, Türkiye’nin Karadeniz’deki en batı ucuna?

Bu sorunun yanıtı yine İğneada’da gizli. İğneada’nın müthiş bir doğa manzarası, inanılmaz güzel longoz ormanları, üstünden gelip geçen göçmen kuşları, denizinde taze balıkları var... Takvimler, İstanbul’a sadece 250 km uzaklıktaki İğneada ve özellikle bahar uyanışına geçen doğayı fotoğraflamak isteyecek amatör fotoğrafçılar için ‘yılın en doğru’ zamanını gösteriyor. Kısa bir soluk, hayattan ufak bir mola almak, doğanın tomurcuklanmasına tanıklık etmek için, en güzel destinasyonlardan biri İğneada. Ben orada olacağım, en kısa zamanda sizi de beklerim.

80’ler... 90’lar... Hani 2000’ler?

Az okuyan ülkenin, az satılan kitapları arasında 4. baskısını yapmış iki kitap var elimde. Yitik Ülke Yayınları’nın ‘80’lerde Çocuk Olmak’ ve ‘90’lar Kitabı’. İki kitap da ‘çok yazarlı’... Yazıların hepsi, yazanın dünyasından, o zaman dilimini algısından, anılarından, sevdalarından, korkularından, memleket olaylarının yazan üzerindeki etkisinden ipuçları veriyor bize. Projenin fikir babası ve kitapların hazırlayıcısı olan Kadir Aydemir ile sohbetlerimizde, kitapların doğuşundaki amatör ruhun, profesyonel bir çalışmaya nasıl dönüştüğünü ve okur tarafından nasıl kucaklanarak sahiplenildiğini konuştuk.

Haklı bir gururla ve büyük bir şevkle anlattı bana kitapları. Ben de 1970 doğumlu, ‘80 darbesini gayet iyi hatırlayan, 90’ları öğrencilikle geçiren bir Türk kadını olarak, okurken her satırda, her yazıda biraz kendimden izler buldum. Kimi zaman kahkaha attım, kimi zaman hüngür hüngür ağladım... Bitirdiğimde elimde, kimselere ödünç vermeye kıyamayacağım, dönüp dönüp okuyacağım, ‘gerçek’ insanlar tarafından yazılmış, ‘gerçekleri anlatan’ kitaplar tutuyordum. Öyle keyifli ve kolay okunan iki kitap ki, seyahatte, uykudan önce, vapurda, metroda yanınızda bulunsun diye can-ı gönülden sizlere de öneriyorum.

( 25.02.2012 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır. )

Sıradaki haber yükleniyor...
holder