Oral Çalışlar

20 Haziran 2025, Cuma 07:00

İran'da seçmen iradesini yok sayan mollalar

İran’da seçimlerle iktidar arasındaki ilişkiyi anlamak kolay değildir.

2003 yılında, bir grup yazar ve çizer “Doğu Konferansı” adını verdiğimiz bir inisiyatif oluşturmuştuk. “ABD’nin Irak’ı işgaline karşı bölge aydınları ne yapabilir?” sorusundan yola çıkarak harekete geçmiştik.

Gezilerimizden birini İran’a yaptık. Mehmet Bekaroğlu, Yıldız Ramazanoğlu, Nuray Mert, Yılmaz Ensaroğlu, İpek Çalışlar, Hrant Dink, Etyen Mahçupyan, Eşber Yağmurdereli, Ömer Laçiner, Nihat Genç, Mete Çubukçu, Hakan Albayrak gibi isimlerin yer aldığı Doğu Konferansı heyeti olarak, ülkenin önde gelen gazeteci ve akademisyenleriyle görüştük. Aydınların çoğu cezaevinden yeni çıkmıştı.

O yıllarda Meclis’te reformcular çoğunluktaydı. Toplumda bir değişim ihtiyacı hissediliyordu. Ancak gerçek iktidar, “Anayasayı Koruma Konseyi”nin (Şûrâ-yı Nigehbân) elindeydi. Üyelerinin çoğunluğunu kendi içinden seçen bu yapı, milletvekili adaylarını ve çıkarılan yasaları veto etme yetkisine sahipti. Bu yüzden reformcu Hatemi ve ekibi seçimleri kazanmalarına rağmen iktidara gelememişti. Çünkü seçimler sadece biçimsel bir nitelik taşıyor. Sistem öyle kurulmuş ki, ne yaparsanız yapın, iktidar küçük bir tutucu azınlığın elinde kalıyor.

Biz Türkiye’den gelen heyet olarak amacımızı şöyle tanımlamıştık: “ABD işgaline karşı bölge aydınları ne yapabilir?” Ancak hapisten yeni çıkmış İranlı aydınların tepkisi bizi şaşırttı. O yıllarda ülkenin tanınmış gazetecilerinden Şemsülvaizîn şöyle demişti:

“Ülkenin iç sorunları, ABD’nin müdahalelerine zemin hazırlıyor.”

Bir başka muhalif gazeteci İsa Seherkız ise şunu vurgulamıştı:

“Demokrasi ve özgürlük mücadelesi olmadan yürütülen bir anti-emperyalist mücadelenin başarıya ulaşacağına inanmıyoruz. Özgürlük ve demokrasi olmadan barışı koruyamayız. Demokrasi olmadan ABD ile mücadelenin bir anlamı olmaz.”

18 Haziran 2025, Çarşamba 07:00

İsrail medyasında kaygılar

İsrail’in İran’a saldırısı, dünyada geniş tepkilere yol açtı. İsrail kamuoyunda da endişeler artıyor. İsrail’in içinde, kısmen de olsa, demokratik bir tartışma alanı var. Medyada “karşıt görüş”ler de yer alabiliyor; televizyon programlarına hükümet politikalarını eleştiren isimler çağrılabiliyor. Tabii şu gerçeği de unutmamak gerekiyor: İsrail nüfusunun yüzde 20’sini Araplar oluşturuyor.

Şu anki süreç bazı köşe yazarları tarafından “Netanyahu’nun tarihi liderliğinin kanıtı” olarak resmediliyor; kimilerince ise “tehlikeli bir kumar ve Washington’a bağımlı bir manevra” olarak niteleniyor. Operasyonun lehinde tavır alanlar “Yıkalım molla rejimini, fırsat bu fırsat” diyor.

İsrail’de hareketli bir medya dünyası ve renkli bir basın var. İsrail gazetelerinin web sitelerindeki okur yorumları bölümleri de oldukça aktif; orada da yoğun tartışmalar yaşanıyor.

İsrail’in eski Washington Büyükelçisi Michael Oren, Netanyahu’nun saldırısını destekliyor ve onu, 1973 Yom Kippur Savaşı’nda ateşkes baskısına direnen eski Başbakan Golda Meir’e benzetiyor. Oren’e göre İsrail, uluslararası destek hâlâ sürerken, İran’ın nükleer tehdidini kökten ortadan kaldırma fırsatını değerlendirmeli. “Golda nasıl masaya kazanan taraf olarak oturduysa, Netanyahu da aynısını yapmalı” diyerek keskin bir kararlılık talep ediyor Oren.

Jerusalem Post yazarı David Brinn de tabloyu şöyle yorumluyor: İran’daki nükleer programı durdurarak “hayatının eseri”ni tamamlayan Başbakan Netanyahu, şimdi kenara çekilerek hem suçlamalardan kurtulabilir hem de “büyük koruyucu” unvanını sürdürebilir. Makale, “Netanyahu’nun istifasının toplumsal bölünmeyi yatıştıracağı” tezini yüksek sesle dillendiriyor.

Keren Setton’un Ynetnews’teki analizinde, İsrail hükümetinin, İran’daki rejimin değişmesine dair beklentisi masaya yatırılıyor. Haaretz yorumcusu Zvi Bar’el ise asıl karar vericinin Beyaz Saray olduğu görüşünde. Ona göre ABD gözetimindeki “durdur-devam et” ritmi değişmedikçe, İsrail zafer ilan edemeyecek.

Kitap

17 Haziran 2025, Salı 07:00

Bir delege seçimi hatırası

27 Mayıs darbesinin ardından ilk seçim… Başbakan Adnan Menderes ve iki bakan idam edilmişti… Darbe sonrasındaki ilk seçim ortamındaydık… Babam, Tarsus CHP İlçe Yönetim Kurulu üyesiydi. O zamanlar Tarsus’un yaklaşık 140 köyü vardı. Milli Emlak Memuru olan babam, bu köylerin ve köylülerin tamamını adeta ezbere bilirdi. CHP ilçe örgütünün bir cipi ve bir de şoförü vardı:

İzzet Amca. Bu külüstür ciple babamla birlikte Tarsus’un dağ köylerine çıkar, köylülerle sohbet ederdik. Bu gezileri çok severdim. Hikâyeler, atasözleri, siyasi fıkralar havada uçuşurdu. Yollar berbattı, cip sık sık bozulurdu. Saatlerce yolda mahsur kalırdık. Ama sonunda İzzet Amca bir yolunu bulur, aracı çalıştırırdı.

Yoksulluk yıllarıydı. Özellikle dağ köyleri perişan durumdaydı. Babamın köyü olan Dedeler’in suyu bile yoktu. Bir buçuk - iki saat uzaklıktaki kuyulardan eşekle, fıçı içinde su taşırdık. Bu yüzden eşek, evin en kıymetli varlıklarından biriydi. Şehre alışverişe eşekle giderdik. Köyümüzün şehre çok yakın olmasına rağmen ulaşım pek kolay değildi. O dönemde iki parti vardı. CHP’lilere “Halkçılar”, Demokrat Partililere ise “Kıratçılar” denirdi. Kahvehaneleri ayrıydı.“Kırat”ın ilginç bir hikâyesi vardı:

Demokrat kelimesi köylülerin diline “Demir Kırat” olarak yerleşmişti. Babamla çıktığımız gezilerden birinde CHP’ye delege seçimi yapılacaktı. Küçük köyün sadece bir kahvesi vardı. Babam içeri girdi, selam verdi. Yarı ağızla bir “Aleykümselam” yankılandı. Babam, iyi tanıdığı köylülere isimleriyle seslenerek, “Hasan Efendi”, “Hüseyin Ağa” diyerek, delege olmak isteyip istemediklerini sordu. Bir süre sessizlik oldu. Ardından köylülerden biri fırladı, kahvenin ortasında göbek atmaya başladı. Biz onu şaşkınlıkla izlerken, adam yüksek sesle babama cevabını verdi: “Murtaza Efendi, sen de bilirsin; Mareşal öbür dünyaya göçtüğünde, o Sağır radyoda göbek havası çaldırıyordu.” Sözünü ettiği “Mareşal”, Fevzi Çakmak’tı.

“Sağır” diye andığı kişi ise İsmet Paşa. Fevzi Çakmak, 10 Nisan 1950’de, seçimlerden hemen önce vefat etmişti. Demokrat Parti’nin propaganda araçlarından biri de, radyonun “Mareşal”in yasını tutmayıp müzik yayınına devam etmesi olmuştu. Yukarıda anlattığım sahne, ülkemizdeki değişken seçmen davranışı açısından tipik bir örnek. Bu köy, çevredeki birçok köy gibi, CHP’den DP’ye kaymıştı. Babam da 1960’ların başında CHP ilçe yöneticisiyken, 1968 belediye seçimlerinde, Türkiye İşçi Partisi’nin Tarsus belediye başkan adayıydı. Çok partili rejime geçildiğinden bu yana, seçmen, dönüm noktalarında, mağdur olanı, altta kalanı, adalet arayanı dikkate alıyor. Güçlü olanı da zaman zaman uyarıyor.

Demokrasinin balans ayarını yapıyor. Faruk Gürler ve Turgut Sunalp, 12 Mart ve 12 Eylül gibi iki askeri darbe sonrasında, darbecilerin adayıydı. Ancak seçmen bu iki generale yönelim göstermedi, darbecilere yeşil ışık yakmadı. Onların yerine Ecevit (12 Mart) ve Turgut Özal (12 Eylül) gibi iki lider doğdu. Seçmen bazen bir partiye fırsat veriyor, onu iktidara taşıyor; ancak bu fırsatı kalıcı kılmayabiliyor. “Partiye” ya da “iktidara” bağlı görünen kitlelerin, zamanla karar değiştirebildiği bir gerçek. Elbette bu değişim süreçleri çoğu zaman yavaş, adım adım ilerliyor. Ben buna “Türk seçmen davranışı” diyorum. Dilerseniz, “Türkiye’nin sigortası” da diyebilirsiniz.

13 Haziran 2025, Cuma 07:00

İsrail siyasetinin yeni yıldızı: Hadar Muchtar

Sosyal medyada kendini “seküler milliyetçi” olarak tanımlayan gençlerin değişken siyasi çizgileri ve tercihleri tartışılıyor. “Z kuşağı” olarak bilinen bu gençler, dönem dönem farklı parti ve liderlere destek olabiliyor.

Bu gençler, “Devlet ayrı, hükümet ayrı; hükümeti eleştirsem de devletimle asla ters düşmem.” yaklaşımını benimsiyor. Hayat pahalılığı, iş bulma zorluğu, ev bulma güçlüğü, gıda fiyatları gibi konularda eleştiriler yöneltiyorlar. Ön plandaki siyasetçilerin yaşlılığından şikâyet ediyorlar. Laikliğin ve Atatürk’ün önemine vurgu yapıyorlar. Güvenlikçi politikalara “devlet politikası” adını vererek bu politikaları dokunulmaz hâle getirmeyi tercih edebiliyorlar. Türkiye’de bu gençlerin internette ünlü olanları genellikle erkek.

İsrail’deyse, 23 yaşındaki Hadar Muchtar adlı, güzel ve eğlenceli bulunan bir kadın siyaset sahnesine çıktı. Bizdeki seküler milliyetçilerin bir anlamda “İsrail versiyonu” gibi. Hadar, İsrail’in yönetilme şeklini eleştirse de İsrail Devleti’ni dokunulmaz ve kutsal görüyor.

İsrail’de çok ciddi bir hayat pahalılığı var. Hadar Muchtar, TikTok’ta market fişlerini göstererek öfkesini dile getirdiği videolarıyla ün kazandı. Ardından kendi partisini kurmayı denedi. “Gençlik Ateşi” adlı bu girişim, gençlerin yaşadığı özellikle ekonomik sıkıntıları dile getirmeyi hedefliyordu. Ancak seçim barajını geçmeyi başaramadı. Hadar daha sonra, geçmişte sert biçimde eleştirdiği Likud Partisi’ne, yani Netanyahu’nun partisine üye oldu. Tabii İsrail siyaseti, özellikle de Likud Partisi, gençlere biraz kapalı. Bu yüzden Hadar, sosyal medyadaki popülerliğine rağmen Likud Partisi’nde bir kariyer inşa etmekte zorluk yaşayabilir.

Hadar, İsrail’deki konut ve gıda fiyatlarını “felaket” olarak niteliyor. İsrail Arazi İdaresi’nin arazi arzını artırarak konut yapımını kolaylaştırmasını savunuyor. Gıda tekellerini kıracak bir ithalat rekabeti talep ediyor. İsrail Parlamentosu’nda, yani Knesset’teki yaşlı ve erkek egemenliğine dikkat çekiyor. Z kuşağına, komisyonlarda ve kabinede kota açılmasını istiyor. Hadar, Gazze operasyonlarını destekliyor. İsrail Ordusu’nda askerlik görevini yeni tamamlamış genç bir kadın olsa da İsrail Ordusu’na yönelik bazı eleştirileri var. Emekli generallerin ve yüksek devlet kademelerindeki görevlilerin maaşlarının aşırı yüksek olduğunu savunuyor.

Hadar Muchtar’ın “muhtar” sözcüğünü andıran soyadı ve esmer görünümü, Arap coğrafyası kökenli bir Yahudi olabileceğini akla getiriyor.

11 Haziran 2025, Çarşamba 07:00

Oradaydım

Tarihimizin en büyük işçi ayaklanması 15-16 Haziran 1970 İşçi ayaklanmasının üzerinden 55 yıl geçmiş. 15 Haziran günü Ankara’daydık. İstanbul’daki arkadaşlarımız büyük bir işçi ayaklanması olduğunu haber verdiler. Polislerin göstericilerin üzerine ateş açtığını ölen işçiler olduğunu söylediler. Bunun üzerine işçiler Kadıköy Kaymakamlığı’nı ateşe vermişlerdi. Olayların ertesi gün de devam etmesini bekliyorlardı.

15 Haziran akşamı Ankara’dan bir grup işçi eylemine katılmak amacıyla İstanbul’a geldik.

Türk Solu bürosuna uğradık. Yazı işleri müdürü arkadaşımız Bora Gözen’den bilgi aldık.

*

Biz iki kişi Gün Zileli ve ben Eyüp tarafına gittik. Bölgedeki Gislaved Lastik Fabrikası işçileri direnişteydiler, önce orayı ziyaret ettik. Çevredeki fabrikalardan da çok sayıda işçi gelmişti. Demir Döküm Fabrikası’ndan haber geldi. Demir Döküm Fabrikası bölgenin en ünlü işyeriydi. Bu fabrikanın işçileri, polis ve patron baskısına göğüs gererek başarılar kazanmışlardı. Demir Döküm’ün az ilerisinde Sungurlar Kazan Fabrikası vardı. Sungurlar işçileri de uzun süredir direnişteydi.

Gislaved’den marşlar söyleyerek Alibeyköy’e doğru yürüdük. Demir Döküm Fabrikası çevresine toplanmış işçilerle birleşmek üzere harekete geçtik. İşçilerin çevre gecekondularda oturan aileleri de yol üzerinde toplanmış, destek veriyorlardı.

İşçileri ayaklandıran Demirel Hükümeti’nin 274-275 sayılı Sendikalar Kanunu’nu işçiler aleyhine değiştirmek istemesiydi. DİSK, bu kanun değişikliği aleyhinde bir kampanya başlattı.

Yürüyüşün ana gövdesini işçiler oluşturuyordu. Az sayıda devrimci öğrenci ve sendikacı da yürüyüşe katılanlar arasındaydı. DİSK’li sendikacıların önemli bir kesimi en yoğun işçi semti olan Eyüp civarına gelmişti. Demir Döküm’ün önünden başlayan gösterinin amacı, İstanbul Valiliği’nin bulunduğu Cağaloğlu’na yürümekti. Ancak DİSK’li sendikacılar Eyüp’e geldiğimizde yolu değiştirip işçileri Gaziosmanpaşa yönüne çevirdiler. Gün’le ikimizin payına işçilerin hazırladığı tahta bir panoyu taşımak düşmüştü. Çok sıcak bir yaz günüydü, ve onca uzun yolu elimizde ağır bir panoyla yürümek, kan ter içinde kalmamıza neden olmuştu. Panoyu bir yere yaslama imkânı bulduğumuzda hemen su içmeye koşuyorduk.

06 Haziran 2025, Cuma 07:00

27 Mayıs ve 12 Eylül Türk tipi iki darbe

12 Eylül 1980 Cuntası, 5 askerden oluşuyordu. 27 Mayıs 1960’ın kumanda merkezindeki Milli Birlik Komitesi’nde, başlangıçta, 38 subay vardı. Çeşitli tasfiyelerle 20 kişi kaldılar. İstedikleri kanunu anında çıkarıyorlardı. Uyguluyorlardı. Her iki darbe de yönetime el koyarken “en kısa sürede demokratik parlamenter rejime geçileceğini” vaat etmişti..

Bu vaadin anlamı, toplumsal meşruiyete günün birinde geri dönüştü. Ülkemizin siyaset geleneği, kim seçimleri kazanmışsa ülkeyi onun yönetmesi üzerine kuruludur. Zaten, askeri darbeye kalkışanlar, 200 yıllık Meclis geleneğini bildikleri için, önce “demokrasiye dönüş” sözü vermeyi gerekli görmüşlerdir.

27 Mayıs’çılar, “parlamenter rejime dönüp dönmemek” konusunda bölündüler. 38 üyenin 14’ü bu yüzden tasfiye edildi. Askeri müdahaleden 16 ay sonra, Ekim 1961’de, seçime gidildi. Darbeyle devrilen ve idam edilen Başbakan Adnan Menderes taraftarı partiler, baskı ortamına rağmen, yüzde 50’ye yakın oy aldı. Bu, darbecilere bir dersti.

27 Mayıs Darbesi’nden 20 sene sonra, bu defa da 12 Eylül’cüler ortaya çıktı. Kenan Evren ve ekibi, iktidarı sivillere vermemek amacıyla bir emekli generale siyasi parti kurdurdu. Turgut Sunalp’in Milliyetçi Demokrasi Partisi, askeri yönetimi kalıcılaştırmayı amaçlıyordu. Sosyal Demokrasi Partisi’nin adayları, Erdal İnönü başta olmak üzere Milli Güvenlik Kurulu tarafından veto yedi. Yeni kurulan partilerin çoğunluğu kapatıldı. Geriye üç parti kaldı: Turgut Özal’ın ANAP’ı, emekli bürokrat Necdet Calp’ın Halkçı Parti’si, Sunalp’in MDP’si.

Darbeciler, MDP’ye seçimi kazandırmak için her türlü imkanı kullandılar. Tehdit, şantaj, parti kapatma, siyaseten yasaklama gibi değişik metotlar uyguladılar. Sonuç onlar için hüsran oldu. Seçmenler bir kez daha meşru olanı korumak için, parlamenter rejimin devamı için irade ortaya koydu. Üç parti içinde sivilleşmeye en yatkın parti yani ANAP seçimleri kazandı.

Toplumdaki bu direnme kabiliyetini anlamak önemli. Eğer anlarsanız, siyaset yapabilirsiniz. Siyaset, siyaset dışı metotlarla şaibeli hale gelse bile bu fasit daireden çıkış yine seçmen iradesiyle olacak. Siyasetin yapılamaz hale geldiği zamanlarda bile sığınak yine halkın iradesidir.

Atatürk, Erzurum ve Sivas Kongreleri’ni toplarken, direnişi öncelikle meşrulaştırmayı amaçlamıştı. Milli Mücadele, bir toplumsal tabana dayanıyordu. Kongreler bunun kanıtıydı. Atatürk, bu kongrelerle, Anadolu’nun direnişe katılması için bir meşru zemin yarattı. Tabii mücadele ortamındaki çok sesliliğe, çoğulculuğa yapılan vurgular, zafer kazanıldıktan sonra, aynı duyarlıkla devam etmedi.

Türkiye seçmeni, iradesini sıklıkla mağdurdan yana koymuş, zor koşullarda tavrını belirtmekten geri durmamıştır. Askeri darbe dönemleri, bu açıdan incelenmeye değer derslerle dolu.

04 Haziran 2025, Çarşamba 07:00

74 affının çoktan unutulmuş hikayesi

12 Mart 1971 tarihli askeri müdahale, kısa sürede toplumun desteğini kaybetti. Darbeyle devrilen Adalet Partisi yönetimi solu bastıran uygulamalar (Deniz Gezmişlerin idamı, yasakların desteklenmesi, işkencecilere arka çıkmak vb.) konusunda darbecilerle işbirliği yaparken CHP, darbeye karşı tutum nedeniyle ikiye bölündü. İsmet İnönü’yü yenen darbe karşıtı Bülent Ecevit 1973 Genel Seçimlerinde, CHP’yi birinci parti haline getirdi.

CHP-MSP koalisyonu kuruldu. Koalisyonun temel ve acil hedeflerinden birisi Genel Af çıkarılmasıydı.

Askeri darbenin ağır cezalar vererek hapse attığı aydınlar ve solcular için bir barış ikliminin yaratılmasıydı. Çabalar bu noktada yoğunlaştı ve koalisyon hükümetinin hazırladığı af kanunu Meclis’te oylandı. Oylamanın sonucunda bir kısım MSP milletvekili koalisyon protokolüne uymadı, kanunun bazı maddeleri aleyhinde oy kullandı. Çok sayıda tutuklu ve hükümlü af kapsamı dışında bırakıldı.

Bu sonuçlar, CHP’yi birinci parti yapan seçmen kitlesini, demokratik kamuoyunu ayağa kaldırdı. Bu sonuçtan en olumsuz etkilenenler düşünceleri nedeniyle hüküm giymiş olanlardı. İçeride kalanların aileleri büyük bir mücadele başlattı.

 

Dünkü yazımda söz ettiğim 68’li annelerinden Perihan Kutlar’ın kızı Merih de içeride kalanlar asındaydı. Bülent ve Rahşan Ecevitlerin yakın dostu olan Perihan Kutlar siyaset üzerindeki rolü nedeniyle bu mücadelenin en etkili isimlerinden biri oldu. Aileler bir sivil kitle örgütüne dönüşmüşlerdi. Bir akşam Gönül Haksal’ın evinde 150’ye yakın ana baba toplanmış ne yapabileceklerini tartışıyorlardı. O dönemde cezaevi kapısında bekleyen, bizlerin özgürlüğüne kavuşması için çabalayan anne babalarımızın isimlerini hatırlamaya çalışıyorum. Avukat Aslan Haksal, Faik Celi Orhon, Sabahat Ant, Muzaffer Erkeller, Hamise Türkistanlı, Sevim- Cahit Tanör, Nihal Zileli, Fazilet Çalışlar, Zehra Yücel, Lebibe-Sadık Perinçek, Nevin Ertür, Nazan Kırkbir, Sezi Anar, Sevil Yurdakul, Mustafa Yalçın, Pınar Ovacık, Sadiye-Suphi Artunkal …

O günlerin rüzgarı özgürlük yönünde esiyordu. Koalisyon hükümeti büyük bir kamuoyu baskısı altında kaldı.

Aileler önemli bir militan güç olarak CHP üzerindeki baskıyı artırdılar. Medyayı etkilediler. Anayasa Mahkemesi konuyu kanun önünde eşitlik ilkesi açısından incelemeye aldı.