Donald Trump’ın 2024’teki seçim zaferi, dünyada sağın yükselişinin zirvesiydi. Solcu partiler, işçi sendikaları, sivil toplum örgütleri, insan hakları savunucuları, çevreciler, LGBT yanlıları, Müslümanlar… Bu kesimler neredeyse bir lanetliler kervanına bindirilmişti. Trump, bütün Amerikalıları zengin edecekmiş gibi bir hava esiyordu. Ancak bu kez New York’ta yeni bir dönem başladı. Kent önce işçi gösterilerine sahne oldu. Ardından gelen yerel seçim, sağcıların ve zenginlerin temsilcisi olarak görülen Cumhuriyetçi adaylara darbe vurdu.
Mamdani yeni bir sayfa açtı. Trump, denge ve denetim mekanizmalarını yok sayan bir çizgi tutturmuştu. Geleneksel dengeler içinde bir anlam taşıyan ‘başkanlık sistemi’ni, ‘başkan sistemi’ne dönüştürmeye yatkın bir ruh halindeydi. Sokaktaki vatandaşın cebini değil borsanın yükselmesini öncelik olarak görüyor, bunun için para arzını genişletiyordu. Kapitalizm çılgınlığına, başta New York olmak üzere birkaç önemli şehir başkaldırdı. Demokratların yerel seçim zaferinin içerdiği mesajlardan biri de yargıya dair. Yürütmenin yetkileri şimdi yeniden yargıçlar arasında tartışma konusu. Yüksek Mahkeme’de görülen bir duruşmada yargıçların yürütmenin yetkilerine ilişkin şüphelerini ifade etmeleri, Beyaz Saray’a bir uyarı. Federal düzeyde iktidar hala Cumhuriyetçilerin elinde olsa da hava değişti. 2026 ara seçimleri öncesinde demokrasi enerji kazandı.
New York’ta Zohran Mamdani’nin zaferi, gençleri ve şehrin marjinal kesimlerini harekete geçirdi. Öte yandan iktidar yanlıları Mamdani’nin vatandaşlığının incelenmesini istedi. Trump çevresi Mamdani’yi “İslamcı” ve “komünist” olarak görüyor. Mamdani’nin yarattığı coşku, 2008’de Obama ve 2016’da Sanders etrafında görülen heyecanı hatırlatıyor. Frankfurter Allgemine, Mamdani hakkında şunları yazmış: “Elon Musk bu sefer yanlış ata oynadı. Geçen yılki başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın en önemli destekçisi olan Musk, hafta başında X platformunda Andrew Cuomo’nun New York belediye başkanı seçilmesi çağrısında bulundu. (…) Mamdani’nin başarısının Demokratlar arasında bir iç tartışmayı alevlendirmesi bekleniyor…
Başkan Trump’a karşı çok daha solcu bir yaklaşımı savunanlar ile daha ılımlı bir yol izleyenler arasında bir iç tartışma gelişebilir... Mamdani, Senatör Bernie Sanders ve Kongre Üyesi Alexandria Ocasio-Cortez’in de dahil olduğu geniş bir cephe, New York’taki seçim sonucunu, solcu politikaların Amerika Birleşik Devletleri’nde çoğunluğu sağlayabileceğinin kanıtı olarak görüyor.” İspanyol El Pais gazetesinden Isabel Coixet: “Gençler Mamdani’ye sanki bir panzehirmiş gibi bakıyor. Mamdani’nin neye karşı panzehir olduğuna gelince, bunu henüz tam olarak bilmiyorlar. Belki de sinizme ve alaycılığa karşı. Oy vermenin, su sesini asla duymadığınız çok derin bir kuyuya taş atmak gibi olduğu hissine karşı.” Benim yorumum da şu: Mamdani, Gazze’deki soykırımın faturasını Trump’a kesti.
4 Kasım 1983 tarihli bir fotoğraf. Büyükada’nın merkezindeki tarihi iskelenin önünde, omuzlarda taşınan bir tabut. Tabutu taşıyanlar bir döneme damgasını vurmuş, Türkiye’nin önde gelen isimleri. Önde Yaşar Kemal, Mümtaz Soysal ve Lefter… Yan tarafta Cemal Madanoğlu, Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Hasan Cemal ve Ümit Gürtuna görünüyor. Bu isimleri bir araya getiren kişi Doğan Avcıoğlu. Fotoğraftan anlaşıldığına göre soğuk bir kış günü. O tarihlerde Büyükada’da cenaze arabası yoktu. Belli ki iskeleden Hamidiye Camisi’ne tabut omuzlarda taşınıyor, oradan da yine omuzlarda Tepeköy Mezarlığı’na…
Doğan Avcıoğlu yaşamının son üç yılını (1980-83) Büyükada’da geçirdi. Eşi Gülseli’ye Büyükada’ya gömülmek istediğini söylemişti. Cenaze küçük bir törenle adaya getirildi. Avcıoğlu bugünkü nesil tarafından da kısmen ilgi gören bir isim. O, yazılarıyla bir döneme damgasını vuran bir aksiyon insanıydı. Devrim isimli bir gazete çıkarmış ve Türkiye’de Kemalist devrimin gereğine inanmıştı. Bu amaçla eylemler planlamış, gençleri ve bürokrasiyi devrimin hedefleri arasında görmüştü. Avcıoğlu o yıllarda dünyada etkili olan bir devrim modelini savunuyordu. “Kapitalist Olmayan Kalkınma Yolu” adı verilen bu modele göre; önce askerler, ardından sivil aydın zümre demokratik devrimi gerçekleştirecek, daha sonra da sosyalizme geçilecekti.
Arap ülkelerinde o sırada iktidarda bulunan Baas partileri bir örnek olarak inceleniyordu. Avcıoğlu zamanla bu stratejiyi ordu, aydınlar ve gençlik üçlemesi şeklinde uyarlamış ve bunu “zinde kuvvetler” olarak formüle etmişti. Parlamenter mücadeleyi gereksiz ve sonuca götürmeyecek bir yol olarak görüyordu. 1961, 1965 ve 1969 seçimlerinde sol başarısız olmuştu. Suçlu olarak parlamenter rejimi görüyordu. Ona göre iktidar zorla ele geçirilmeliydi. Avcıoğlu’nun silahı, yayınladığı Devrim gazetesiydi. Eylem ve aksiyon odaklı düşünce dünyasına, bu gazete yön veriyordu. 1969 seçimlerini Adalet Partisi (AP) tek başına kazandı.
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile Türkiye İşçi Partisi (TİP) başarısız olmuştu. Bu tablo, Avcıoğlu’nu cesaretlendirdi. Devrim gerekliydi. Devrim gazetesinin başlığının hemen altında, kırmızı ve büyük harflerle Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “İdare-i maslahatçılar esaslı devrim yapamaz” sözü yer alıyordu. “Reformcular devrim yapamazlar; Türkiye’nin devrimcilere gereksinimi vardır” düşüncesi, onun felsefesine egemen olmuştu. 12 Mart 1971 darbesiyle, devrim yenildi.
Faşist bir askeri diktatörlük ülkeye egemen oldu. Avcıoğlu darbenin ardından görüşlerini gözden geçirdi, Türkiye’nin yapısı üzerine araştırmalarını sürdürdü. Bir küçük anı: 9 Mart 1971 akşamı, ben 24 yaşındayken, bir ön darbe girişimi olmuştu ve Avcıoğlu taraftarları o süreçte “yenilecek”ti. Tam o akşam, biz de, Sovyetler Komünist Partisi tarihini basmıştık ve kitapları paketler halinde derginin merkezine taşıyorduk. Ankara’da, Avcıoğlu’nun Devrim gazetesiyle kapı komşusuyduk. Tesadüfen karşımıza çıktı. Biz de ona yeni bastığımız kitapları gösterdik. Gülümsedi, “Türkiye nereye gidiyor, siz ne işler yapıyorsunuz“ dedi. Galiba yenilgiyi henüz hissetmemişti.
Pervin Buldan ve Mithat Sancar bu yazıyı yazdığım sırada İmralı’daydı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşen DEM Parti İmralı heyetinin iki temsilcisi, Öcalan’a Cumhurbaşkanı’nın mesajını ilettiler. Öcalan’ın sürecin ilerlemesine ilişkin önerilerini öğrendiler. Çözüme yapıcı bir şekilde yaklaştıkları biliniyor. Yine de Sırrı Süreyya Önder’i arıyoruz tabii.
Bu iki ismin, Cumhurbaşkanı’yla görüşmenin hemen ardından İmralı’ya gitmesi, bazı yeni adımların atılma ihtimaline işaret ediyor. Bu adımların nasıl atılacağına ilişkin değişik beklentiler olduğu görülüyor. İlk beklenti, hasta tutukluların bırakılması. Bunun için kanun çıkarmaya da gerek yok. İktidar isterse bu mekanizmayı çalıştırabilir. Kanun çıkarmak ihtiyacı olursa da Meclis’te fazlasıyla destek bulacaktır.
Bir genel af beklentisiyse, yok. Ancak geçenlerde Yargıtay Başkanı kamuoyu önünde bir açıklama yaptı ve AYM kararlarının kesin olduğunu ve uygulanmalarının gerektiğini belirtti.
BİLGE INSAN AHMET TÜRK
TBMM Kardeşlik Komisyonu’nun çalışmaları önümüzdeki günlerde sona eriyor. Artık somut adım atma zamanının geldiği görülüyor. Çözüm için onca adım atılırken, bazı insanların özel rolleri de oluyor. Örneğin Ahmet Türk. Yaşadığı onca haksızlığa ve baskıya karşı sitem etmeyen, çözüme destek vermek için her türlü uzlaşmaya açık davranan Ahmet Türk, sürecin bilge insanlarından biri. İmralı ziyaretini bir de onun gözünden değerlendirmek mümkün. Ahmet Türk’ün Bahçeli’ye yönelik övgü dolu sözleri, iki zıt siyaseti birbirine yaklaştırıyor.
Belediyesine kayyum atanmış Ahmet Türk, artık bir kişi bile ölmesin gayreti içinde. “Devlet Beyin sürece yönelik kararlı bir tavrı var. Çok saygı duyduğum bir lider. Bu süreçte dimdik duran ve sürece sahip çıkan bir insan. Bu bir devlet aklıdır. Yakında kendisini ziyaret etmeyi düşünüyorum” diyor. Tabloya yeniden bakarsak: Cumhurbaşkanı, son günlerde, bu konuda, daha fazla mesai yapıyor. İmralı’yla yürütülen trafik, belli ki, çözüme odaklı.
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanı Mehmet Uçum son açıklamasında gelinen noktayı belirtti: “Süreçte yeni bir aşmaya geçildi. Öcalan Komisyonda dinlenebilir.” Sonuç olarak, ülkedeki yönetimi oluşturan Cumhur İttifakı’nın bir ayağı, yani AK Parti, hazır görünüyor. Devlet Bahçeli de hazır. Dem Parti de. Bu noktada, CHP’nin tutumu önem kazanıyor. CHP, süreci terk etmeye niyetli değil. Bu da çözüme giden yolda önemli bir artı.
Afrika’nın yoksul fakat etkili ülkelerinden Tanzanya’da seçimler yapıldı. “Sonuç ne oldu?” diye soruyorum, “Baştan belli…” diyorlar. İktidardaki Devrimci Devlet Partisi (CCM) 1977 yılından beri yönetimi elinde tutuyor. CCM, İngiliz sömürgecilerine karşı bu ülkenin 1960’lardaki bağımsızlık mücadelesinin öncüsü. Mevcut devlet başkanı Samia Suluhu Hassan’ın seçimi kazanmama ihtimali yok. Düşük katılımlı seçimlerin sonuçları üç gün içinde açıklanacak. Protestolardan ötürü sokaklar savaş alanı gibi. Ölenler var. Muhalifler, benzin istasyonlarını yakıyor. Seçim günü, ülke çapında bir internet kesintisi yaşandı. Seçim akşamı 18.00’den itibaren sokağa çıkma yasağı ilan edildi. Görevi ofiste olanlar dışında herkes evinde çalışacak.
SAMIA PARLAK GÖRÜNÜMÜNE RAĞMEN
65 yaşındaki Başkan Samia, havalı ve karizmatik bir kadın. Dört yıldır ülkenin başında. Ancak kendisinin sıcak ve sevimli görünümüne, parlak ve şık kıyafetlerine, partisinin renklerini yansıtan yeşil ve sarı giysilerine kanmamak gerekiyor. Samia, en büyük rakibini hapse atmış ve diğer önemli rakibinin seçime girmesini engellemiş. Samia, iktidardaki partinin yani CCM’nin lideri. Partinin iktidardaki kökleri 48 yıldan da eskilere uzanıyor.
Devletin kurucusu ile partinin kurucusu aynı kişi: Julius Nyerere… Samia, Hıristiyanların çoğunlukta olduğu Tanzanya’da Müslüman ve başörtülü bir devlet başkanı. Önceki başkan Magufuli’nin 2021’de ölümünün ardından, ilk kadın cumhurbaşkanı oldu. İktidar partisinin şehirleri sarı-yeşil renklerle donatması, her köşedeki dev posterler, Samia’nın yüzünün bulunduğu afişle tur atan askeri helikopter, “seçim”in pratikte tek adaylı bir gösteriden ibaret olduğunun sinyaliydi. Samia, 2021’de iktidarı devraldığında daha kapsayıcı ve yumuşak bir yönetim beklentisi yaratmıştı. Muhalefet mitingleri serbestleşmiş, medyaya alan açılmış, Dünya Bankası ve IMF ile ilişkiler kurulmuştu.
Tarım, madencilik ve altyapı yatırımlarıyla 69 milyon nüfuslu ülkenin ekonomisi büyürken, bir anda işler değişiverdi. İktidara reformcu görünümünde gelen Samia, strateji değiştirdi ve otoriterleşti. Güvenlik aygıtının gölgesi, siyasetin üzerine düştü. İddialara göre, Samia’nın oğlu Abdul, otoriter rejimin kilit isimlerinden biri. Abdul, resmi olmayan bir mekanizma üzerinden seçim sürecini yönlendiriyor. Tanzanya ana muhalefet lideri Tundu Lissu, “vatana ihanet” iddiasıyla, 10 Nisan’dan beri hapiste. Ülkedeki ikinci büyük parti ACT Wazalendo da çeşitli idari-hukuki manevralarla sistem dışına itilmiş durumda. Hükümeti eleştirenlerin bazıları kaçırıldı, bazıları tutuklandı.
Nisanda bir katolik din adamının dövülerek hastanelik edilmesi ve bazı tanınmış isimlerin “kaybolması” gibi olaylar kamuoyunda tedirginlik yarattı. Ülke, 2020’de “kısmen özgür” olarak tanımlanırken, 2025 raporunda Freedom House tarafından “özgür değil” kategorisine indirildi. Freedom House, biraz da seçmenlerin kayıtlarındaki oynama nedeniyle ülkenin statüsünü düşürmüş durumda. Birçok Tanzanyalı 29 Ekim seçimlerini iktidarın “taç giyme töreni” olarak görüyor. Chatham House, siyasi tekelleşmenin, Tanzanya’nın yatırım ve büyüme hedeflerini zayıflatacağı uyarısını yapıyor.
Mustafa Kemal, 28 Ekim 1923 gününün tamamını Meclis’te geçirmişti. Çankaya’ya gitmeye hazırlanırken, kapıda milletvekillerinden Sami ve Halit Paşa’nın kendisini beklediğini görünce onları yemeğe davet etti. Ayrıca, Kazım Özalp, İsmet Paşa ve Fethi Bey’in de akşam yemeğine gelmelerini istedi. Ruşen Eşref ve Rize milletvekili Fuat Bey de davetliler arasındaydı. Cumhuriyet’i, Çankaya Köşkü’ndeki küçük evde ilan etmeye karar vermişti. Nutukta o geceyi şöyle anlattı: “Yemek esnasında, yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz dedim. Orada bulunan arkadaşlar, derhal fikrime katıldılar. Yemeği bıraktık. O dakikadan itibaren nasıl hareket edileceği hakkında kısa bir program yaptım. Arkadaşları vazifelendirdim. Yaptığım programın ve verdiğim talimatın uygulanışını göreceksiniz. O gece birlikte olduğumuz arkadaşlar erkenden benden ayrıldılar. Yalnız İsmet Paşa Çankaya’da kalacaktı. Latife Hanım, İsmet Paşa’nın odasını hazırlamıştı.”
İsmet Paşa ile sabaha kadar çalışıp kanun tasarısını hazırladılar
29 Ekim sabahı, saat 10’a doğru, üyeler oturuma çağrıldılar. Parti grup toplantısını Ali Fethi (Okyar), açtı. Oturum başladı. Söz alan çıkıp konuşuyordu. Mırıltılar artıyordu: “Mustafa Kemal neden Meclis’e gelmiyor? Bu konuyu ondan dinlemek istiyoruz” diyorlardı. O, diş ağrısı ve nezleyle baş etmeye çalışıyordu. Kalktı, giyindi. İstiklal madalyasını taktı. Öğleden sonra Meclis’e geldi ve kürsüye çıktı. Sorulan sorulara cevap vermek üzere meseleyi bir saat kadar gözden geçirdi, hazırlık uzayınca kızdı. “Canım arkadaşlar niçin bu kadar uzatıyorlar?“ Sonunda teklif Meclis’e sunuldu. Akşam 18.00’de açık oturuma geçildi. Meclis’in yarıdan fazlası tatildeydi. Oturumu, İsmail Eker yönetiyordu. Reis teklifi okudu. Değişiklik önergeleri okundu. 1 numaralı madde, “Türkiye devletinin şekli cumhuriyettir”, 2. madde “Türkiye devletinin dini İslam’dır, resmi dili Türkçedir” biçiminde sunulmuştu. Anayasa encümeni adına Yunus Nadi söz istedi. TBMM’ye vücut veren gücün Türk Milleti olduğunu vurguladı. Hükümet şekli cumhuriyet olunca bu ünvana layık bir zat seçilecek, o da Reisicumhur olacaktı. Şair Mehmet Emin Yurdakul, konuşmasıyla, Meclis’i coşturdu. Anayasa değişikliği oylandı. Saat 20.30’da, Cumhuriyet ilan edildi. Mustafa Kemal, 158 oyla Cumhurbaşkanı seçildi. 42 yaşındaydı. İsmet Paşa’yı ilk başvekil olarak görevlendirdi. Muhafız taburu öbek öbek şenlik ateşleri yakmışlar, neşe ile silah atıyorlardı. Mustafa Kemal çok kısa bir teşekkür konuşması yaptı. Sorun, dişleriydi. Hepsi iltihap yapmış, onu acıdan kıvrandırıyordu. Yıllar sonra, neden kısa konuştuğunu anlatırken, “dişlerim çok ağrıyordu” diyecekti. Cumhuriyet’in ilanı Ankaralılara Meclis Muhafız Bölüğü’nden bir manga askerin Meclis’in yanındaki bahçeden havaya ateş açmasıyla duyuruldu. Daha sonra bütün illere yıldırım telgrafları gönderildi. Ve coşkulu bir kutlama için harekete geçildi.
Not: Bu yazıyı, İpek Çalışlar’ın “Mustafa Kemal Atatürk, Mücadelesi ve Özel Hayatı” (Yapı Kredi Yayınları) kitabından yararlanarak kaleme aldım.
TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, PKK’nın Türkiye’yi terk ettiğini açıklamasını, “yeni bir dönemin başlangıcı” olarak değerlendirdi: “Bugün geldiğimiz noktada çok şükür artık Türkiye bu yeni dönemin şartlarına uygun yeni bir karar vermiş, terör örgütünün kendisini fesih etmesini ilan etmesiyle birlikte terörü tamamen Türkiye’nin gündeminden çıkaracak yeni bir döneme girmiştir.”
Bir noktaya daha vurgu yaptı: “Dünyadaki bütün çatışma çözümlerini çalıştık, çalışıyoruz. Dünyada bazı ülkelerde 5-6 yılda gelinen noktaya Türkiye geçen sene ekim ayından bu seneye kadar bir yıl içerisinde gelmiştir. Örgüt kendisini fesih edeceğini açıklamış, silahlarını bırakacağı süreci başlatmıştır. Dün itibarıyla da Türkiye’nin Terörsüz Türkiye oluşumunu sağlamak için tarihi bir eşik geride bırakılmıştır. Örgüt tamamen Türkiye’nin sınırlarından çekileceğini ve bir daha Türkiye’de terör eylemi olmayacağını ilan etmiştir.”
TBMM Başkanı’nın, umut verici, heyecanlı saptamaları, ülkemizin bir gerçeğini, yani barışçı döneme girmekte olduğumuz gerçeğini ifade ediyor. Numan Kurtulmuş’un sözlerini önemsememek mümkün mü? Silah ve çatışma döneminin sona ermesine sevinmemek mümkün mü? “Ankara’da hava nasıl?” diye, barış konusunda en çok çaba sarf eden DEM Parti milletvekillerine sordum. CHP’lilere sordum. CHP’liler, belediye operasyonlarının, onların seçmenlerinde öfkeye yol açtığını dile getirdiler.
Komisyon çalışmaları sırasında, Ankara’da konuştuğumuz DEM Parti’liler, seçmenlerinin operasyonlara tepki gösterdiğini, demokratikleşme umudunun kırılgan bir halde olduğunu üzülerek aktarıyorlardı. Benzer bir kaygının muhalefetin diğer partilerine de sıçradığı söylenebilir. Numan Kurtulmuş’un da vurguladığı gibi, barış döneminin eşiğine, bir büyük engeli aşmanın eşiğine geldik. Bütün bunların millet çapında bir seferberlikle yürütülmesi ve toplumsal mutabakatlarla ilerletilmesi gereken bu koşullarda, demokrasi adına yaşanan olumsuzluklar, bu engeli aşmak isteyen toplumsal iradeyi zayıflatıyor.
Numan Kurtulmuş’un şu değerlendirmesini de bugünkü siyasi atmosferi daha iyi anlamak bağlamında ele alabiliriz: “Bu milletin içerisinde bir asır evvel koskoca coğrafyayı bölüp parçaladılar, ülkeleri birbirinden ayırdılar, hatta aynı aşireti ortasından cetvelle bölerek bir kısmını başka bir ülkenin, bir kısmını başka bir ülkenin sınırlarında bıraktılar. Ama bir şeyi başaramadılar; bu ülkenin insanlarının arasına düşmanlığı sokmayı başaramadılar. Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın ve diğer halkların arasına asla düşmanlığı sokamadılar. Birliği, beraberliği yok edemediler.” Geçmişte, aramıza sokulan düşmanlıklardan ötürü, büyük bedeller ödemiştik. Numan Kurtulmuş ise artık bu geçmişi bitirmek isteyen bir taraftan konuşuyor. Tabii ancak bütün toplumun mutlu olacağı bir çözüm, birlik ve beraberliği garantiye alabilir. Bu beraberlik, işte o zaman, Türkiye’nin doğusuyla batısını, kuzeyiyle güneyini, yani bütün cephelerini kapsayabilir.
Kimler imza atmıştı? Tam 35 yıl geçmiş... 1990 yılında, bir grup Kürt ve Türk aydını, o dönemin radikal yayın organı Sokak Dergisi’nde, “Doğuda Savaşa Son” çağrısı yayımladı. Bildiri o dönemdeki siyasi havayı anlatması bakımından anlamlı doneler içeriyor.
Daha da anlamlı olan ise bildiriye imza atan isimler... Kürt ve Türk sosyalistlerinin tanınmış isimleri ortak bir metnin çevresinde ortak bir mesaj verdi... Türk solu için o zamanlar Kürt meselesi tabuydu. Bugün ise TBMM’nin komisyon kurarak çözüm aradığı bir dönemden geçiyoruz. TBMM’de kurulan “Kardeşlik Komisyonu”, çok değişik çevreleri bir araya getirdi. Milliyetçisi, dindarı, solcusu, sağcısı, demokratı, Alevisi, Sünnisi, silahların sustuğu, adaletin egemen olduğu bir Türkiye’de yaşamak istiyor.
Bu konu, ülkemizin önünün açılması bakımından hayati önem taşıyor. Hatırlayalım: Gün oldu, “Kürt” sözcüğü yasaklandı. Gün oldu, “Barış” sözcüğü suç sayıldı. Önümde tam 35 yıl önce imzaya açılmış olan o bildiri duruyor. Konu önemli, imzacıların listesi de dikkat çekici. “Doğuda savaşa son” çağrısı, derginin kapağı olmuş. Dergi, imzacıları, soyadlarına göre alfabetik sıraya koymuş. Ben dergideki sıralamayı biraz değiştirdim.
İşte isimler: Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Mehmet Ali Aybar, Musa Anter, Tarık Ziya Ekinci, İsmail Beşikçi, Sadun Aren, Atıf Yılmaz, Şaban Erik, Mehmet Ali Aslan, Selahattin Hilav, A.Hikmet Fırat, Arif Sağ, Bedia İleri, Rasih Nuri İleri, Tektaş Ağaoğlu, Muzaffer Erdost, Serhat Bucak, Ahmet Türk. Ümit Fırat, Gençay Gürsoy, Ömer Ağın, Ahmet Aka, İbrahim Aksoy, Yazgülü Aldoğan, Çağatay Anadol, Selma Atabek, Ataol Behramoğlu, Umur Coşkun, Oral Çalışlar, Zülfü Dicleli, Kemal Işıktaş, Canan Küçükbüce, Ertuğrul Kürkçü, Ahmet Zeki Okçuoğlu, Muhteşem Özdamar, Barış Pirhasan, Emil Galip Sandalcı,Yüksel Selek, Medet Serhat, Kenan Somer, Elif Gönül Tolon, Nurten Tuç, Hale Soygazi.
Bildiri şöyle: “Demokrasiye giden yolun açılması, bu savaşın bitmesine ve Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümüne bağlıdır. Bu çözüm, insan haklarına, eşitlik, adalet gibi hukukun temel ilkelerine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Helsinki Son Senedi gibi Türkiye’nin imzaladığı ve bu nedenle uymak ve uygulamak zorunda bulunduğu uluslararası sözleşmelerin hükümlerine uygun olmak zorundadır.”
Diyarbakır, 20 Ekim 2025’de, tarihi günlerinden birini yaşadı. Yargıtay Başkanı Ömer Kerkez, Diyarbakır’da toplanan bölge yargıç ve savcılarına birkaç önemli uyarıda bulundu. Kerkez, “Anayasa Mahkememiz bir ihlal kararı verdiği zaman tüm kurumların, tüm yargı organlarının, hepimizin buna uyması ve gereğini yerine getirmesi gerekir” dedi. Yani yargının kendi içinden çok ciddi bir özeleştiri gelmiş oldu. “AYM kararlarına uyalım” çağrısı yapılan şehrin Diyarbakır olması da ayrıca anlamlı. Toplantıda dikkat çeken en ilginç noktalardan biri de Yargıtay Başkanı’nın bu uyarıyı AYM Başkanı Kadir Özkaya’nın da bulunduğu, Anayasa Mahkemesi’nin düzenlediği bir ortamda yapmış olması. Yargıtay Başkanı, yargı camiasına, evrensel hukukun en temel ilkesini şöyle açıkladı: “İhlâlin sonuçlarının giderilmesi de vatandaşımızın bir temel hakkıdır.” Yargı kurumlarımızın en önemli temsilcilerinden birisi, savcılara, hakimlere, avukatlara hukukun temel ilkesini hatırlatma ihtiyacını hissetti: “AYM kararlarına uyunuz.” Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından düzenlenen, Avrupa Birliği tarafından da desteklenen toplantının amacı, AYM kararları konusunda bir anlayış oluşturmak. İşte, “AYM kararları uygulanmıyor” noktasından hareketle kamuoyunda oluşan güvensizliği ortada kaldırmayı amaçlayan bu yaklaşıma, Yargıtay Başkanı’ndan destek geldi.
‘EMPATİ YAPMALIYIZ’
Başkan Kerkez, konuşmasında, “Halkın yerine kendimizi koyalım” dedi. Karar verirken en önemli hususlardan birinin “empati” olduğuna dikkati çekti. Kerkez, “Hakkı ihlal edilen veya hakkının ihlal edildiğini iddia eden, söyleyen kişinin yerine kendimizi koymayı bilmemiz lazım. Biz aynı durumla karşılaşırsak, ne yapılmasını istiyorsak onu yapmamız lazım. Umarım ki Anayasa Mahkememiz hak ihlali nedeniyle baktığı bireysel başvuru dosyalarında inşallah bir gün işsiz kalır. Yani inşallah ülkemizde bireysel başvuruya konu olacak hak ihlali hiçbir zaman olmasın” dedi. Başkan Kerkez’in tarihi çağrısı, yargıç ve hukukçuların ortak duruşuna dönüşürse, Türkiye demokratikleşme konusunda ciddi bir ilerleme adımı atabilir. Eğer şu anda AYM kararları uygulanırsa, Can Atalay, Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, Figen Yüksekdağ, Çiğdem Mater, Mine Özerden’in ve birçok tutuklunun hemen tahliye edilmeleri gerekir. Bu, Türkiye’nin prangalarından kurtulması için, yeni bir fırsat kapısı açar. “Yavaş işleyen bir adalet sistemi, suçtan bile daha zararlıdır.” Pino Caruso, 1934-2019. İtalyan aktör.
