Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

24 Temmuz 2024, Çarşamba 07:00

'Her boyaya boyandık anlayacağın...'

Edebiyat dünyasından Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek gibi önemli isimlerin bir arada ağırlandığı bir aile ortamında büyüdü. Daha sonraki yıllarda ağabeyleri Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Sabahattin Eyüboğlu vasıtasıyla bu entelektüel ortam ile ilişkilerini sürdürdü. Cevat Şakir, Azra Erhat, Orhan Veli, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal, Âşık Veysel, Ruhi Su, Mîna Urgan gibi dönemin sanat ve edebiyat çevresinden kişileri yakından tanıma imkanı buldu. Üniversite eğitimini Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nin mimarlık bölümünde tamamladı ve 1942 yılında mezun oldu. O yıl mezun olan dört kadın mimardan biridir.

Eşi Alman Türkolog Dr. Robert Anhegger’dir. Köy Enstitüleri programında mimar, öğretmen olarak çalıştı. 1942- 1947 yılları arasında toplamda 21 Köy Enstitüsü’nün kuruluşuna katıldı. Topkapı Sarayı Harem Dairesi başta olmak üzere çok sayıda tarihi eserin restorasyonunu yaptı.

Köy Enstitüleri’nde göreve başlama öyküsünü şöyle anlatıyor: “Akademi’den yüksek mimar olarak yeni mezun olmuşum. Annemden izin alıp bir haftalığına Sabahattin ağabeyimi ziyarete Ankara’ya gidiyorum. Hiç unutmam bir cumartesi günüydü. Ağabeyim daha Ankara’ya varır varmaz, o gün İsmail Hakkı Tonguç’la tanıştırıyor beni. O da o an tayinimi yapıyor Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’ne. Yapı Kolu Başkanı olarak. Ailem şaşırdı bu duruma, böyle apar topar ama izin verdiler işte. Sonradan çok tenkit edilmişler akrabalar tarafından, ‘Nasıl yollarsınız bu gencecik kızı oralara!’ falan diye. Babam çok memnundu, köylerde çalışacağım, memlekete hizmet edeceğim diye. Eh annem de her zaman ‘aman uşaklarım elinizden geldiği kadar köylücükleri okutun!’ diyerek büyütmüş bizleri. Sabahattin ağabeyim de Ankara’da bu projeye gönül vermişlerin başlarında geliyor. Babam da peki deyiveriyor işte…”

Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü’nde eğitmenlik görevi de yaptı. Mimarlık bilgisi, zirai yapıcılık, teknik resim, iç süslemeciliği, sanat ve uygarlık tarihi, işlik ve seminer çalışmaları derslerini verdi. Bu derslerin bir kısmı teorik iken bir kısmı uygulamalı olarak gerçekleştiriliyordu. Öğrencilerin burada öğrendikleri bilgileri köylerine döndüklerinde uygulayabilmeleri hedefleniyordu.

Enstitüde öğretmenlik yaparken kendisinin de pek çok şey öğrendiğini şöyle dile getirir: “Şimdi ben mimarlıktan mezun olduğumda kerpiç nedir, çimento nasıl karılır görmemiştim ki hiç. Orada uygulama sırasında öğrendim her şeyi. Yanımda iki Macar usta çalışırdı, gerisi öğrenciydi. Bir yandan öğrencilere proje okuma ve uygulama dersi verirken, bir yandan da öğrencilerle kendi köylerinde içinde yaşadıkları binaların atölyelerini yaptırmaya çalışıyordum. Onlar benden çizim ve okuma teknikleri öğrenirken, ben de onlardan Anadolu’nun değişik yörelerindeki yaşam koşullarının belirlediği mimari hacimleri, malzemeleri öğreniyordum.”

Köy Enstitüleri’ndeki görevi sadece Hasanoğlan’dan ibaret değildi. Diğer köy enstitülerindeki faaliyetlerini de şöyle anlatır: “Kurulu olanların eksik binalarının projelerini çizer, çocuklara verip ayrılırdım oradan. Planların tatbikatında güçlük çekiliyorsa, o zaman biraz daha uzun kalıp nasıl tatbik edileceğini gösterirdim. Birkaç gece bu enstitülerin misafirhanesinde kaldıktan sonra, yine Hasanoğlan’a dönerdim.”

Ortaklar Köy Ensitüsü’nde görevli iken geçirdiği zehirli sıtma dolayısıyla köy enstitülerindeki görevini bıraktı ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde asistan olarak çalışmaya başladı. Mualla Eyüboğlu Anhegger, köy enstitüleri kapatıldığında duygularını şu şekilde anlatıyor: “10 yılda 50 bin köye ilkokul yapıldı. Devlete hiç yük olmadan hakiki bir eğitim seferberliği yaşadı. Eşraf malzeme verdi, öğrenci ve öğretmen emeğini koydu. Çok yazık oldu, çok kötülükler yaptılar bu memlekete. İnsan hakikatleri bilince kırılıyor ister istemez. Köy enstitüleri yüzünden adımızı komüniste çıkardılar. Mevlevi şeyhleriyle dostluğumuzdan dolayı gericiye. Her boyaya boyandık anlayacağın. Hepsine de gülüp geçtik…”

17 Temmuz 2024, Çarşamba 07:00

Battı balık yan gider...

II. Dünya Savaşı’ndan sonra sesten hızlı uçan bir yolcu uçağı yapma fikri ortaya atıldı. Başta İngiltere olmak üzere birçok ülke bu konuda iş birliği yaptı ve süpersonik bir jet tasarlama çalışmaları başladı. Ancak prototip raporlarında olumsuz görüşler ağır bastı, projenin başarısız olacağı ön görüldü. Concorde uçağının yakıt maliyeti çok yüksekti ve yolcu kapasitesi azdı. Ayrıca güvenilirliği yeterli bulunmadı. Buna rağmen uçağın üretimine devam edildi. Çünkü projeye çok miktarda para ve zaman ayrılmıştı. Bu nedenle kimse pes etmek istemedi. 1976 yılında uçak kullanıma sunuldu. 5 Temmuz 2000’de 113 kişinin ölümüne sebep olan Concorde uçak kazası gerçekleşti... Bazen insanlar, yatırım yaptıkları bir kaynağın kaybedileceği gerçeğinden kaçınmak için daha fazla yatırım yapılması gerektiğini düşünür. Örneğin bahis oyunlarında parasının çoğunu önceki oyunlarda kaybeden bir bahisçinin son oyunda yitirdiklerini geri almak umuduyla tüm parasını ortaya koyması, açık büfe restoranlarda ‘verdiğim para kadar yemeliyim’ mantığı ile tabağını tıka basa dolduran insanlar, başladığı kitabı okumaktan hoşlanmadığı halde yarım bırakmayıp tamamlayanlar, yazıldığı kursu verimli bulmadığı halde terk edemeyip sonuna kadar devam edenler, belirli bir süre izlediği filmi beğenmediği halde izlemeye devam eden seyirci vb. bu durum için verilecek en güzel örneklerdir. İnsanları kazançlarından çok yitirdikleri şeyler harekete geçirir. Bazen yitirdiklerimizi kurtarmak için daha riskli davranışlar sergileriz. Borsaya para yatıranlar, bu yanlışının tuzağına sıklıkla düşer. Bir hisse senedi ne kadar çok değer kaybederse, insanlar o hisse senedine o derece sıkı bağlanır ve bu hatalı davranıştan vazgeçemez. Bu davranışlara, yani geçmişte verilen emeklere kıyılamadığı için geleceği tehlikeye atma durumuna “Concorde Yanılgısı” denilir. Concorde Yanılgısı, bireylerin geçmişte harcadıkları zaman, emek veya yatırdıkları para sebebiyle, yanlış bir yatırımı veya davranışı sürdürmekte ısrarcı olmaları durumudur. Aslında burada gerçekçi olmayan bir umut beklentisi vardır. Concorde Yanılgısı parasal, zamansal, fiziksel tüm yatırımları kapsayan durumlar için geçerlidir. Ne kadar çok yatırım yapmışsak, ne kadar çok zaman, para, enerji harcamışsak, batık maliyetimiz ne kadar büyükse planımızı sürdürme arzumuz da o kadar güçlü olur. Başarısız bir plana yatırım yapmaya devam etmek, insanların herhangi bir karar verirken yapmaya meyilli oldukları en yaygın hatadır. Kimse kaynak israfını sevmez. Bir projeyi durdurma kararı verdiğimizde, o görev için harcadığımız zaman, para ve çabanın “boşa” harcandığını düşünürüz. Bu da istemediğimiz bir durumdur. Oysa bu hatayı ortadan kaldırmanın en basit yöntemi, sonuç üretmediğinde yatırım yapmayı bırakmaktır. Ancak bu hiç de kolay bir karar değildir. Örneğin bir işletme ağır kayıplar yaşıyorsa, şirketi kapatma ya da devam ettirme kararı verilir. Bu durumda genellikle devam ettirme kararı verilir çünkü kapatmak para, zaman ve emek kaybı anlamına gelir. İnsanlar kesin bir kayıpla karşı karşıya kaldıklarında risk arayışına girer. Olumlu bir sonuç elde etmek için daha fazla para harcamayı göze alırlar. “Emek verdim, karşılığını almalıyım” ya da “battı balık yan gider” yargılarından kurtulup “zararın neresinden dönersem kârdır” anlayışı ile hareket etmek gerekir.

15 Temmuz 2024, Pazartesi 07:00

Başka bir dünyanın insanı

Peyami Safa anlatıyor: Sürekli parasız pulsuz geziyordu. Para vermeyi teklif edince de basıyordu küfürü. Bir gün parayı arkasından atıp “paran düştü” dedim. Dönüp şöyle dedi: “Para bende ne gezer, o düşen benim param değil, senin altın kalbindir.”

Bir gün Dresden Operası müdürü gelmiş İstanbul’a. Şöhretini duymuş dinlemek istemiş. Dede Efendi’den Sultani Yegah bestesini çalmış. Alman, notaları kağıda yazmış. Bitirince bir daha çalmasını istemiş. Alman yine notaya almış parçayı. En sonunda, “Bu adam yalnız çalmıyor, aynı zamanda besteliyor!” demiş.

Hayatı yoksullukla geçmiş ancak yüreği insan sevgisiyle dolu biriydi. Dünya malına hiç değer vermezdi. 1952 yılında Şehir Komedi Tiyatrosu’nda jübilesinin yapılacağı gün bir arkadaşına telefon açar, kendisine bir takım elbise göndermesini ister. Arkadaşı elbiseyi gönderir. Jübile bitince sahnenin arkasında o elbiseyi çıkartıp oradaki garsonlara verir, sonra kendi eski elbiselerini giyer. Bana vereceğiniz parayı da yoksullara dağıtın der.

II. Meşrutiyet döneminde nazırlığa getirilen bir zat, çok geçmeden yeğeninin vali olarak atanmasını sağlar. Karşılaştıklarında “Maşallah kardeşinizin oğlu tıpkı fasulyeye benziyor” deyince, adam “Genç yaşta vali oldu neden fasulyeye benzesin?” diye sorar. Hemen cevabı yapıştırır, “İşte ben de onun için benzetiyorum ya fasulye de sırığa sarılarak büyür.”

Kardeşi anlatıyor: “Bir gün Atatürk sohbet etmek için köşke davet etti. Ağabeyimin üstünü başını iyice temizleyip, Atatürk’ün huzuruna yolcu ettik. Atatürk, iltifat ederek masasına oturtmuş, birlikte yemişler, içmişler, konuşmuşlar. Atatürk, ‘Bize müstesna bir gece geçirttiniz. Biz de size yardım etmek isteriz. Dilediğiniz bir şey varsa, size yardımcı olalım’ deyince, ‘Anneme, kardeşlerime söyleyin, benim nüfus kağıdımı bana versinler Paşam’ cevabını vermiş. Atatürk şaşırmış, sonra katıla katıla dakikalarca gülmüş ve ‘O kolay, onu hallederiz. Başka bir dileğiniz varsa onu yapalım’ diye ısrar etmesine karşın başka hiçbir şey istemeden çıkıp gelmiş. Sabahleyin ağabeyim olayı bize anlatınca annem, ‘Be oğlum, görüyorsun oturduğumuz ev bir harabe. Ata’dan güzel bir ev isteseydin de orada otursaydık olmaz mıydı, başına bir devlet kuşu konmuştu, onu da mı kaçırdın!’ diye kızıp bağırdı. Hakikaten ağabeyim, içip sağda solda düşer kalır, cebinde duran nüfus kağıdını da düşürür, üstüne kayıtlı evi kandırır elinden alırlar diye nüfus kağıdını kendisine vermezdik. Bu olay onun çok gururuna dokunur ve aklına geldikçe nüfus kağıdını ister ve bizlere kızardı. Ata’dan da bu nedenle nüfus kağıdından başka bir şey istememişti.” 

Milli Şef dönemi... Fikret Mualla ile birlikte demlenirken ne sistem bırakıyorlar, ne İnönü, veryansın ediyorlar. O dönemde meyhanelerde sivil polis bulunurdu, ihbar ediliyorlar. Ona bir şey olmuyor ama Mualla zor günler geçiriyor. Abidin Dino’nun girişimiyle “cezai ehliyeti yoktur” raporu alarak kurtuluyor. Tekrar bir araya geldiklerinde, Mualla, “sana bir şey olmadı, kabak benim başıma patladı, nasıl iş bu?” diyor. Yanıtı “benim ‘daram’ alınmıştı” oluyor. “Dara” hikayesi şöyle: Bir yağ tüccarının köpeği yağ tartısının gramaj konan kefesine sıçrarmış, bir gün yağ alan vatandaşlardan biri “eksik tartıyorsun, köpeğin bu tarafta” diye itiraz edince, dükkanın sahibi “hayvana bu alışkanlığı bıraktıramadık, ama merak etmeyin biz onun darasını aldık, bu taraf eksiksiz tartıyor” demiş. O, darası alınmış bir insandı. “Uzun derbederlik hayatımda; o kaldırımdan bu kaldırıma, o kapıdan bu kapıya, o diyardan bu diyara, ney’im ve mey’imle bir kuru yaprak gibi savruldum” diye özetliyor hayatını, Neyzen Tevfik…

10 Temmuz 2024, Çarşamba 07:00

Siz önce kendi ayıbınızı temizleyin

Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser, 2024 Avrupa Şampiyonası’nda Merih Demiral’ın bozkurt işaretli gol sevincini hedef alarak sosyal medya platformu üzerinden yaptığı açıklamada, UEFA’dan futbolcu hakkında yaptırım istedi. Faeser’in çağrısının ardından UEFA uygunsuz davranışlarda bulunduğu iddiasıyla Merih Demiral’a soruşturma açtı ve iki maç men cezası verdi. Almanya ve UEFA, bozkurt işaretli sevinci siyasal mesaj olarak yorumladı!

Almanya, yaklaşık 100 yıl önce Namibya’da 20. yüzyılın en kanlı soykırımlarından birini yapan ülkedir. Almanya, Yahudilere yönelik Holokost’u kabul edip telafi etmeye çalışırken, 100 yıl önce yapılan Namibya soykırımını tanıması ve kabul etmesi bir asırdan fazla sürdü. Almanya, futbola siyaseti karıştırmama duyarlılığını (!) ne yazık ki tarih sahnesinde yaptığı soykırımlarda göstermiyor!

I. Dünya Savaşı sonrasında tüm sömürge topraklarını kaybeden Almanya, İngiltere ve Fransa’dan sonra üçüncü büyük sömürgeci güçtü. Namibya soykırımı, sömürgeci Alman güçleri tarafından 1904-1908 yılları arasında yerli Herero ve Nama halklarına karşı gerçekleştirildi. Sömürgecilere karşı direnen halkların hedef alındığı soykırımda, en az 65 bin Heroro ve 10 bin Nama hayatını kaybetti. Soykırım neticesinde, Herorolar nüfuslarının en az yüzde 70’ini, Namalar ise nüfuslarının en az yüzde 50’sini yitirdi.

Almanya, 2021’de Namibya’da işlenen suçları soykırım olarak kabul etse de tazminat ödemeyi kabul etmedi. Almanya, kurbanların torunlarını desteklemek için 1.1 milyar Euro’luk bir kalkınma fonu oluşturulacağını açıkladı. Almanya ile varılan 1 milyar Euro’luk ‘soykırım anlaşması’nı reddeden Namibyalılar meclisi bastı. Herero ve Nama halklarının temsilcileri, Namibya hükümetine çağrı yaparak, Almanya’ya karşı Uluslararası Adalet Divanı’nda dava açılmasını istedi.

Namibya, 1990’da bağımsızlığını kazanmasının ardından, Almanya’nın ülkede gerçekleştirdiği soykırımın tanınması için girişim başlattı. 2011 yılına kadar devam eden görüşmelerden sonra Almanya, yerli halka ait 20 kafatasını iade etti. Tazminat ödemeyi reddeden Almanya maddi yardım yapma sözü verdi. Berlin hükümeti, 2021’de Namibya’da işlenen suçları soykırım olarak kabul etse de tazminat ödemeyi kabul etmedi. Yerel temsilciler, hükümet ile Almanya arasında yapılan anlaşmayı ihanet olarak niteleyerek, haklarının savunulmadığını ifade etti. Herero ve Nama halklarının temsilcileri ayrıca hükümete Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) Almanya’ya dava açma çağrısında bulundu.

20. yüzyılın ilk soykırımı olarak nitelendirilen olay, Afrika’nın güneybatısında bulunan Namibya’da gerçekleşti. Bölgedeki elmas yataklarının kontrolünü alan Almanya, II. Kaiser Wilhelm’in emriyle bölgenin güvenliğini sağlamak için ülkenin en iyi birliklerini Namibya’ya gönderdi. Birliklerin komutanı olan Lothar von Trotha, Ekim 1904’te soykırım emri verdi ve topraklarının gasbedilmesine direnen halkın çoğunluğunu katletti. Toprakları ve hayvanları gasbedilen yerli halk ya vurularak ya da asılarak öldürüldü. Yüzlerce yerli halk da kamplarda ölüme terk edildi.

Soykırımda Namibyalılar, Kalahari Çölü’nde mahsur kaldı. Almanların su kuyularını kapatması ve zehirlemesi sonucu yüzlerce kişi açlıktan ve susuzluktan öldü. Soykırımın tanıklarından birinin, “Almanlar beni adaya gönderdi. Bir yıl orada kaldım. Yaklaşık 3 bin 500 kişiydik; sadece 193 kişi geri dönebildi, 3 bin 307’si adada öldü” ifadesi, katliamın boyutlarını gösteriyor. Ölenlerin kemikleri ve kafatasları gemilerle Almanya’ya götürüldü. Almanya’ya taşınan kafatasları ve kemikler “üstün ırk” araştırmaları için yapılan deneylerde kullanıldı. Aryan ırkının üstünlüğünü kanıtlamaya çalışan Alman Antropolog ve Nazi Partisi üyesi Eugen Fischer, kafatasları üzerine yaptığı deneyleri daha sonra kitaplarında değerlendirdi.

08 Temmuz 2024, Pazartesi 07:00

Yetimlerin babası 'Kazım Karabekir Paşa'

I. Dünya Savaşı ve akabinde işgaller neticesinde Anadolu’nun uzun süre savaş altında kalması, beraberinde ülkenin ekonomik ve sosyal anlamda krize girmesine neden oldu. Bu kriz ortamından etkilenen gruplardan biri de yetim kalan çocuklardır. Özellikle uzun yıllar Rus işgali altında kalan Doğu bölgesi, bu krizden en çok etkilenen yerlerden birisi oldu.

Kazım Karabekir, Doğu Cephesi’ne geldiği ilk günden itibaren sosyal, kültürel ve eğitim anlamında çalışmalar yapmaya başladı. En çok üzerinde durduğu konu ise savaşlarda ailelerini kaybeden yetim ve öksüz çocukların tekrar hayata kazandırılmasıydı. Karabekir, bu çocukların derhal Erzurum’a nakledilmesini emretti. Bu çocuklar tıpkı bir asker gibi yetiştirilmeye başlandı, bunun yanı sıra okuma yazma ve çıraklık eğitimi de verildi. Karabekir, Doğu’nun tamamında ve özellikle alay garnizonlarında çocuk toplama yuvaları açtırdı. Bu yuvalarda kimsesiz çocukların beslenme ve bakımı sağlandı.

Toplanan bu çocukların kimlikleri de tespit edildi. Şayet çocuğun ailesi ya da akrabaları bulunmuş ve hali vakti yerindeyse, sağlığını kazanmış ve eğitim almış alan bu çocuklar ailelerine geri verildi. Bazı yaşı büyük ve olgunluğa erişmiş çıraklar ise hükümet aracılığıyla sanat erbabının yanında gönüllü olarak işe başlatıldı. 4 bini erkek 2 bini kız olmak üzere 6 bin yetim ve öksüz çocuk Kazım Karabekir tarafından sokaklardan ya da bakamayacak durumda olan akrabalarının yanından toplatıldı. Bu çocuklara temsili olarak “Gürbüz Çocuklar Ordusu” ismi verildi. Bu çocuklara askeri eğitimlerin yanı sıra birçok alanda zanaat eğitimi verildi.

Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’in desteğini alabilmek için çocukların bir kısmını Ankara’ya götürdü. Atatürk, Kırklareli Milletvekili Dr. Fuat Umay’ı bizzat bu çocukların eğitimi ve sağlığıyla ilgilenmesi için görevlendirdi. Latife Hanım da bu çocukların bakımıyla bizzat ilgilendi. Karabekir, bu çocukları Paşa’nın huzuruna getirirken amacı, tüm ülkedeki yetimlere ve kimsesiz çocuklara dikkat çekerek onların eğitimini sağlayacak okullar açmaktı. Koruma altına alınan 6 bin çocuğun arasında sadece Türk çocukları yoktu, kimsesiz kalmış Ermeni çocukları da vardı. Karabekir, din ve milliyet farkı gözetmeden tüm yetimleri topladı ve Türk üniforması giydirdi.

Kızlı erkekli tüm yetimleri aydın, bilgili, ülkesini seven birer vatan evladı olarak yetiştirdi. Onlar sadece orduda yer almadı, müspet meslek sahibi olmaları için meslek okulları açtı. Karabekir, sayıları bine yaklaşan, kimsesiz çocukların içlerindeki zeki olanlara daha iyi bir eğitim için, İstanbul Hükümeti’nden yatılı askeri okul açmak için izin istedi. İstanbul’dan olumlu yanıt geldi ve 1 Ekim 1919 tarihinde yeni bir askeri okul açıldı. Karabekir için bu çocukların hangi ırktan olduğu değil ‘evlat’ olmaları önemliydi. Çocukları toplayan askerler, “Paşam bazı çocukların Türk mü Ermeni mi olduğunu anlayamıyoruz.

Bazıları Ermeni çocuklar, onları ne yapalım?” diye sordu. Paşa, “Hepsini alın” dedi ve bu nedenle daha sonra Ermeni çocukları Türkleştirdi şeklinde eleştirildi. Trabzon’da bakılan yaklaşık 5 bin Ermeni çocuk da Karabekir’i bir baba olarak gördü. Açılan okulların potansiyeli fark edilince, bu okullara yönelik ilgi de arttı ve okullara küçük çocuklar da gelmeye başladı. Bu çocuklar için 8 Ocak 1920’de bir ana mektebi açıldı. 8 Ocak 1920 tarihine gelindiğinde Yatılı Askeri İlk Mektebi, Sanayi Gürbüzleri Mektebi ve Ana Mektebi olmak üzere üç okul türü açıldı. Gürbüz Çocuklar Ordusu, 1 Mayıs 1920’de teşkilat kimliği kazandı. Karabekir, bu küçük ordu için “Türk Yılmaz” adlı bir marş besteledi. Karabekir, sokak çocukları ile ilgili kanunu meclisten geçirmeye çalışırken kalp krizi geçirerek yaşama veda etti…

03 Temmuz 2024, Çarşamba 07:00

Terliklerle konuşan çocuk

Çocukken uzun süre konuşamaz. Bir gün annesi, oğlunu terliklerle konuşurken görür. Tüm terlikleri sıralar halinde, düzgün bir şekilde arka arkaya getiren çocuk, onlarla konuşmaya ve bir şeyler anlatmaya başlar. Annesi karşısında şaşkınlık içinde kalır ve “Eyvah! Bizim oğlanın dili açıldı açılmasına ama bu sefer terliklerle konuşmaya başladı” der. Bu garip olay sonunda çözüme ulaştı. Dayısına ders vermek için gelen öğretmenleri dinleyen çocuk, öğrendiklerini terliklere anlatıyordu. Bu “öğretmencilik” oyunu, aslında çocuğun geleceğinin habercisiydi. Atatürk’ün üç ay süren yurt gezisine katılmak üzere Maarif Vekaleti tarafından görevlendirildi. Atatürk, kıvrak zekasını ve genç yaşına rağmen sahip olduğu birikimi keşfetti. Atatürk’ün, çevresindekilere yönelttiği “Türk milleti ne zaman kendini kurtulmuş sayar?” biçimindeki soruya verilen yanıtlar arasında en çok onun yanıtından etkilendi: “Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacı duymayacak hale gelirse, o zaman kurtulmuş olur!” dedi. Atatürk, “Hepiniz enteresan fikirler söylediniz. Fakat bu çocuğun söylediği, üstünde bizi derin derin düşündürmeye değer bir fikirdir” dedi. Atatürk, yazmış olduğu ders kitabını değerlendirirken “Ben ilk defa müspet bilimlerin usullerini, büyük filozofların hayatlarını yazan böyle bir mantık kitabı gördüm” diyerek beğenisini ifade etti. 1932 yılında Türk Dili Tetkik Cemiyeti Komisyonu’nda (Türk Dil Kurumu) görevlendirilmesi, Atatürk’ün yurt gezisi sırasında ona duyduğu güvenin ifadesidir. 1933 yılında ortaöğretim genel müdürlüğüne atadı. Her zamanki gibi çalışıyor, sürekli üretiyordu. Bir gün bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanı Yusuf Hikmet Bayur, bir arkadaşı için bizzat ondan torpil istedi. Bunu yapmadı onun yerine istifa etmeyi yeğledi. Fakat istifası kabul görmedi ve bakan özür dilemek zorunda kaldı. İsmet Paşa’nın vefat eden annesi için Kur’an okumuş, ‘bakan olmak için yaptı’ dediler. O da “Bir Kur’an okumakla bakan olunsaydı, hatim indirir başbakan olurdum” demiş. Ona göre siyaset adamları gelecek seçimleri, devlet adamları gelecek nesilleri düşünerek politika yapardı. Oğlu, anılarında “Babam eve kırk yılda bir gelirdi. Onda da kapı çalar, polis ‘Dolmabahçe’den çağrılıyorsunuz’ derdi. Dil Kurumu’nun üyesiydi, Atatürk çağırıyormuş, kalkar gider; saat dörtte beşte Atatürk’ün sofrasından gelir; bizi öper ve yatardı. Çağın en güzel gözlü maarif müfettişiydi. Babamı her zaman bir koku olarak düşündüm, babamın kendine göre bir kokusu vardı. Ben babamın kokusunu sevdim aslında. Çok cin gibiydi, aynı zamanda masum bir adamdı. Bazı zaman bağırırdı sertti, bazı zaman da çok mülayimdi. Aynı zamanda matrak bir adamdı. Bir keresinde Afyon’u geçmiştik; birdenbire bir patırtı oldu, tren durdu. Onun geleceğini duyanlar treni durdurdu. Mecbur kalktı, gömleğini giydi; ceketini, kravatını bağladı. Üstü tamam ama tren penceresinden konuşacağım diye altını giymedi; şortuyla çıktı. Onlara bir nutuk attı. Tam o sırada bir grup, el sıkalım diye vagonun öbür kapısından içeri girdi. Hemen kompartımana kaçtık” diyor. 1946 seçimleri yaklaştığında bir grup milletvekili CHP’den ayrılarak DP’yi kurdu. Yükselen muhalefet doğrudan onu hedef aldı. “Köy Enstitüleri’nin bütün günahını omuzlarıma alıyorum. Sevabı başkalarının olsun. O kurumların günahı bile bana yeter dedi”, 5 Ağustos 1946’da Milli Eğitim Bakanlığı görevinden istifa etti. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra yazmaya başladığı Ulus gazetesinde yazıları yayımlanmaz olunca 1950 yılında CHP’den de ayrıldı ve siyasi yaşamını sonlandırdı. Terlikleri öğrenci gibi karşısına dizip onlarla bir öğretmenmiş gibi oynayan bu çocuk, Türk eğitim sisteminin en önemli mimarı Hasan Ali Yücel’dir…

01 Temmuz 2024, Pazartesi 07:00

Dekoratif ürün deyip geçmeyin

“Lava lambası” olarak bilinen lambalar, renkli balmumu karışımının cam bir kap içindeki berrak sıvıya yerleştirilmesiyle oluşan dekoratif lambalardır. İlk olarak 1963’te İngiliz girişimci Edward Craven Walker tarafından icat edildi ve 60’lı yıllarda oldukça popülerdi.

Lava lambası, ısı taşınımı prensibine göre çalışıyor. Lamba, üç unsurdan oluşuyor: Isı kaynağı (ampul), şeffaf sıvı ve bir balmumu damlası. Lava lambasının tabanında ısıtma işlevi gören bir ampul bulunuyor. Ampul kabın altını ısıtıyor ve altındaki sıvının genleşmesini, üstteki sıvıdan daha az yoğun olmasını sağlıyor. Hafif olan sıvı, balmumu kütlesini beraberinde taşıyarak tepeye çıkarıyor. Balmumu damlası tepeye ulaşınca soğuyor ve sıvıdan daha yoğun hale gelerek, tekrar kabın dibine batıyor.

Isı kaynağı kabın altını ısıtmaya devam ettikçe, döngü kendini sürekli tekrarlıyor. ABD merkezli Cloudflare adlı güvenlik şirketi, İnternet sunucularını şifrelemek için tamamen doğal şekiller oluşturan Lava lambalarını kullanıyor. Cloudflare, web üzerinde milyonlarca site için güvenlik hizmeti sağlayan bir şirket. Cloudflare, özellikle şifreleme konusunda sağlam bir üne sahip. Bilgisayar korsanlarını durdurmanın neredeyse imkansız olduğu bu günlerde, Cloudflare adlı şirket, verileri şifrelemek için 100 adet Lava lambasından güç alıyor. Şirket, dünyadaki İnternetin yaklaşık yüzde 10’unu Lava lambalarıyla şifreliyor.

Lava lambalarının yaptığı rastgele şekiller, özel bir kamerayla bilgisayar diline çevrilerek kodlanıyor. İnsan eliyle yapılan kodlama, Lava lambalarının doğal yolla yaptığı kodlama kadar güvenli olmuyor. Yazılımcılar, kodlama için rastgele sayı taklit edecek sistemler gerçekleştiriyor. Bu sayı taklit eden sistem çözüldüğünde, şifre de çözülmüş oluyor. Cloudflare’in bulduğu yöntemde, işin içine insan girmeden sadece Lava lambaları ile her biri benzersiz ve tahmin edilemez rastgele veriler üretiliyor.

Bu veriler, şifreleme anahtarlarının oluşturulmasına yardımcı olmak için kullanılıyor. Şayet bir Lava lambasını izlediyseniz, onun içinde oluşan şekillerin tamamen rastgele olduğunu fark etmişsinizdir. Lava lambalarının oluşturduğu renkli duvar, milyonlarca insanın verilerinin korunmasına yardımcı oluyor. Güvenli şifrelemenin temelinde rastgelelik yatar. Bir cihazın, verileri şifrelemek için kullandığı her bir yeni anahtarın rastgele olması gerekir. Böylelikle saldırgan, şifreyi bulup çözemez.

Rastgele sayı üretmek için çoğunlukla bilgisayar yazılımları ve algoritmalar kullanılır. Ancak bunları yaratan bir insandır, insanın yarattığını bir başka insan rahatlıkla kırabilir. Bilgisayarlar rasgele sayı üretmede başarısız oluyor. Çünkü rastgelelik yaratmak için, bilgisayarların dış dünyadan bir girdi alması gerekiyor. Lava lambalarında ortaya çıkan şekiller ise rastgeledir, yani dışarıdan bir müdahale söz konusu değildir. Bir Lava lambasında aynı şekil iki defa oluşmaz.

Bir grup Lava lambasını gözlemlemek, rastgele veriler oluşturmak için harika bir seçenektir. Bir kamera düzenli aralıklarla lambaların yarattığı görsellerin fotoğrafını çekiyor. Sonrasında bu görüntülerden rastgele sayılar üretiliyor. Lava lambaları açık bir ortamda bulundukları için nem, ısı vb. farklı hava parametrelerine maruz kalıyor. Ayrıca lambaların bulunduğu yerden sürekli insanlar geçiyor. Bu insanlar duvarda dizili lambalara çeşitli titreşimler gönderiyor. Böylelikle rastgelelik daha da artmış oluyor! Sıradan dekoratif bir ürün olarak görülen lambalar, bir anda internet güvenliği ile ilgili en önemli unsura dönüşebiliyor. Bilgisayar korsanlarının yöntemleri geliştikçe, güvenlik teknolojilerinin çözümleri de gelişmeye devam ediyor...