Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

16 Temmuz 2025, Çarşamba 07:00

Batan her gemiden kurtulan kedi!

Kediler için ‘dokuz canlı’ ifadesi kullanılır ancak bu ifade gerçeği yansıtmaz, onlar da her canlı gibi tek bir cana sahiptir. Bu inanışın nasıl ortaya çıktığı tam olarak bilinmiyor. Belki de kedilerin olağanüstü anatomileri, her koşulda dört ayaklarının üstüne düşmeleri, son derece esnek yapıları, hızlı tepki verme kabiliyetleri, güçlü kasları ve çeviklikleri bu inanışın temelini oluşturuyordur.

Kediler evcilleştirildiği andan itibaren çok sayıda askeri, ticaret ve keşif gemilerinde mürettebatla birlikte bulundu. Kedilerin gemideki en önemli görevi, gemideki kemirgenlere karşı kullanılmalarıydı. Başta elektrik kabloları olmak üzere ahşap aksam, halat ve gıda stoklarına zarar veren kemirgenlere karşı gemi bünyesinde kedi bulundurulması zorunlu hale gelmişti. Her türlü koşula kolay uyum sağlayabilen kedilerin, ayrıca denizcilerin psikolojisi üzerinde de olumlu etkileri oluyordu.

“Batırılamayan Sam”, dokuz canlı kedi inanışına verilecek en güzel örneklerden biri olsa gerek… Kedi Oscar, II. Dünya Savaşı’nın en yoğun döneminde, Nazi Almanyası’nın Bismarck isimli savaş gemisinde görev yapıyordu. Bismarck, ilk ve tek görevi Rheinübung Operasyonu’na 18 Mayıs 1941’de çıktığında, Oscar gemide bulunuyordu. Cossack ve Ark Royal adlı İngiliz Kraliyet gemileriyle çetin bir deniz savaşına giren Bismarck, 27 Mayıs günü batırıldı. 2 bin 100 kişilik mürettebattan sadece 115’i kurtuldu. Oscar, hayatta kalanlar arasındaydı. Oscar, birkaç saat sonra Cossack mürettebatı tarafından kurtarıldı.

24 Ekim 1941’de Cebelitarık’tan Büyük Britanya’ya giden bir konvoya eşlik eden Cossack, Alman denizaltısı U-563’ün torpidosuyla ciddi hasar aldı. Patlamada 159 denizci öldü. Kalan mürettebat Legion gemisine aktarıldı. Batmakta olan Cossack’ın Cebelitarık’a çekilmesine karar verildi fakat hava şartları kötüleşince bundan vazgeçildi. 27 Ekim günü Cossack, Cebelitarık’ın batısında battı.

Oscar, bu faciadan da sağ kurtuldu ve Cebelitarık’ta askeri bir tesise getirildi. Kedinin hikayesini öğrenen çalışanlar, ona yeni bir isim verdi. Oscar’ın yeni ismi “Batırılamayan Sam” oldu. Sam, daha sonra uçak gemisi Ark Royal’a transfer edildi.

Ark Royal, Bismarck’ın batırılmasında başrol oynayan gemiydi. 14 Kasım 1941’de Malta seferinden dönerken Alman denizaltısı U-82 tarafından Cebelitarık’ın 30 mil ötesinde batırıldı. Geminin yavaş batması nedeniyle birkaç denizci hariç tüm mürettebat kurtarıldı. Saatler sonra Sam, bir gemi parçasının üzerinde yüzer halde bulundu ve Legion gemisine alındı. Sam’i kurtaran savaş gemisi Legion’un kaderi de diğer gemilerden farklı olmadı, 1942’de batırıldı.

Ark Royal’in batırılışı ile Sam’in denizlerdeki kariyeri sona erdi. Sam, yeterince macera yaşadığı gerekçesiyle deniz görevlerinden affedildi. Önce Cebelitarık’a daha sonra Belfast’a gönderildi. Son günlerini Belfast’ta geçiren Sam, 1955 yılında 14 yaşındayken öldü. Sam’in portresi şu anda Greenwich’teki Ulusal Denizcilik Müzesi’nde sergileniyor.

14 Temmuz 2025, Pazartesi 07:00

Bal toplayan karıncalar

Arı, dediğimiz an aklımıza hemen ‘bal’ gelir fakat bal yapan tek böcek arı değildir. Bazı karıncalar da tatlı servisi yaparlar! Birçok karınca türü, yaprak bitlerinin sindirim artıklarıyla beslenir. Bitki özsularıyla beslenen yaprak bitinin sindirim artıkları yüksek oranda şekerli madde içerir. Bal karıncaları adıyla tanınan bu türün işçileri, yaprak bitlerinden, kabuklu bitlerden ve çiçeklerden bal alır.

Bal karıncaları, dünya genelinde sıcak ve kuru bölgelerde (Afrika, Kuzey Amerika, Avustralya) yaşar. Bu bölgelerde yiyecek ve su kaynakları kısıtlıdır. Yılın zor dönemlerinde, koloninin gıda ihtiyacı, canlı bal depolarına istiflenen baldan karşılanır. Bu bal depoları, koloninin diğer bireyleri ağızlarından balı çekerlerken yaşamlarını yitirir. Karıncaların yaprak bitlerinden bal alma biçimleri oldukça ilginçtir; karınca, yaprak bitine yaklaşarak onun karnını dürtüklemeye başlar. Yaprak biti de sindirim artığını karıncaya verir. Karıncalar, yaprak bitlerinin karınlarını dürtükleyerek bal almaya çalışır ve çıkan sıvıyı emerler.

Bal karıncalarında bu aşamada eşsiz bir görev paylaşımı vardır. İşçi karıncalar tarafından toplanan bal özünü saklamak için bazı karıncalar “kavanoz” görevi görür. Karınca kolonileri genellikle işçilerin nektar topladıkları cüce meşe ağaçları yakınında bulunur. İşçiler nektarı yutup yuvalarına taşıdıktan sonra, burada ağızlarından çıkararak, balı saklayacak olan karıncaların ağızlarına boşaltırlar. Bal taşıyıcı karıncalar, vücutlarının alt kısmını şişirerek bal kesesi olarak kullanır. Bal karıncaları, işçiler tarafından toplanan bal özüyle beslenir ve adeta bir “fıçı” görevi görürler. Bazen büyüklükleri, küçük bir üzüm tanesi kadar olur.

Balın sabit kalabilmesi için, her odada 25-30 kadarı, ayaklarıyla tavana yapışır ve sabit durur. Şayet bu karıncalardan herhangi biri düşecek olursa, işçiler tarafından hemen eski pozisyonuna döndürülür. Bal fıçısındaki bal, karıncanın yaklaşık sekiz katı ağırlığındadır. Dişi karıncalardan seçilen canlı bal depoları, saklama ünitesi olarak kullanılır. İşçi karıncalar dışarıdan yiyecek getirir.

Genellikle akasyalardan tedarik ettikleri nektarı, canlı bal deposu olarak seçtikleri bireylere tıka basa yedirirler. Kurak mevsimde, sıradan işçiler ‘bal kavanozları’nı ziyaret ederek günlük besin ihtiyaçlarını karşılar. İşçi karıncaların yiyecekleri bittiğinde, antenlerini balküpü karıncalara değdirerek depolanan balı kusmalarına neden olurlar. İşçi karıncalar, besin değeri yüksek olan balı, elverişsiz mevsimlerde yiyecek olarak tüketir. Bal karıncalarının vücutları depolama yapmaya müsaittir ancak işçilerin sadece gönüllü olanları depolama görevini yerine getirir. Fazladan besini bünyelerine almayı kabul eden işçi karıncalar, bir daha yuvadan çıkamaz. Karınları o kadar şişer ki hareket edemez hale gelirler.

Karınları aşırı şiştiği için vücutlarının toprağa değmesi acı verici hale gelir. Bu yüzden depolama görevini üstlenen karıncalar tavana asılır ve vücutları toprağa değmez. Vücutları besinle dolduktan sonra yanlışlıkla yere düşerlerse hareket edemezler. Ayrıca salgıladıkları antibiyotik içeren bir sıvıyı tüm vücutlarına sürerek toprağın altındaki bakteri ve mantarlardan da korunurlar. Bal karıncalarının depoladığı bal, bal arısının ürettiği bala göre daha az şekerli, daha akıcı ve antioksidanlar açısından zengindir. Bu balların su içeriği, arı balına göre daha yüksektir. Aslında kurak bölgede su içeriği yüksek olan bu besin, bal karıncaları için oldukça kıymetlidir.

09 Temmuz 2025, Çarşamba 07:00

Hitler’in Almanya'yı yok etme emri!

Hitler’in Batı Avrupa’daki son ve umutsuz karşı saldırısı Ardenler Taarruzu, müttefikler tarafından sonuçsuz bırakıldı. Bu süreçte Rusya, Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında fethettiği Doğu Avrupa ülkelerine doğru topraklarını hızla genişletiyordu. Hitler, savaşı kaybettiğinin farkındaydı. Ancak kayıtsız şartsız teslim olmayı da düşünmüyordu. Bu yüzden başka bir çözüm bulmak zorundaydı. 19 Mart 1945’te meşhur “Neron Kararnamesi”ni yayınladı. Kararnamenin resmi adı “Reich’ın İmha Edilmesi Fermanı”dır. Hitler, müttefiklerin ilerlemesini ve kullanımını engellemek için Almanya’nın altyapısını ortadan kaldırmayı planladı.

Neron Kararnamesi, II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın içlerine kadar giren müttefiklerin ülke kaynaklarını kullanmasının engellenmesi amacıyla Hitler’in 19 Mart 1945’te Almanya’nın tüm altyapısının kullanılamaz hale getirilmesi için yayımladığı bir emirdir. Bu ferman, M.S. 64 yılında Büyük Roma Yangını’nı çıkarttığı iddia edilen Roma İmparatoru Neron’dan esinlenilerek “Neron Kararnamesi” adıyla da anılır.

Hitler, Silahlanma Bakanı aynı zamanda bir mimarı olan Albert Speer’in yıkımların durdurulması önerisini reddetti. Hitler’in bu konudaki düşüncesi kesin ve netti: “Yok edilmemiş ya da sadece geçici olarak devre dışı bırakılmış ulaşım ve iletişim tesislerinin, sanayi kuruluşlarının ve ikmal depolarının, kaybedilen topraklar geri alındığında tekrar kendi amaçlarımız için kullanılabileceğini düşünmek bir hatadır. Düşman geri çekilirken bize yakılmış topraktan başka bir şey bırakmayacak ve nüfusa en ufak bir saygı göstermeyecektir. Bu nedenle emrediyorum, tüm askeri ulaşım ve iletişim tesisleri, sanayi kuruluşları ve ikmal depolarının yanı sıra Reich topraklarında bulunan ve düşman tarafından savaşın sürdürülmesi için hemen ya da öngörülebilir bir gelecekte herhangi bir şekilde kullanılabilecek değerli her şey imha edilecektir.”

Hitler, 19 Mart’ta ordu geri çekilirken tüm altyapının yıkılmasını öngören “Neron Kararnamesi”ni devreye soktu. Alman Silahlanma ve Savaş Üretimi Bakanı Albert Speer, kararnameyi uygulamakla görevlendirildi. Speer, verilen bu emre itaatsizlik etti. Speer, bu emir karşısında dehşete düştü ve birçok önemli askeri ve siyasi lideri emri görmezden gelmeye ikna etti. Hitler, Speer’in öldürülmesi emrini vermediyse de onun bu kararından hiç hoşlanmadı. 28 Mart’ta Speer ile yaptığı görüşmede kararnameyi iptal etti ve yıkımlar konusunda kararı ona bıraktı. Ordu köprüleri havaya uçurmaya devam etse de Speer bu durumu kontrol altına almayı başardı.

Hitler’in Almanya’nın altyapısını yok etmek istemesindeki amacı, düşmanın ülkeye girişini ve ilerlemesini engellemekti. Ancak bu kararnamenin bir amacı daha vardı: Almanya’nın savaşı kaybetmesine izin verdikleri için her bir Alman vatandaşının cezalandırılmasını sağlamaktı. Hitler, Almanların kendisine, ülkeye ve atalarına karşı yeterince saygılı olmadıklarını ve yeterince savaşmadıklarını düşünüyordu. Hitler, müttefiklere yenilmenin maliyetini bir bakıma sivillere yüklemeyi planlıyordu.

Bu kararname, gücünü kaybetmiş bir diktatörün son çırpınışları olarak değerlendirilebilir. Ancak diğer devletlerde de buna benzer kararlarla karşılaşıldı. Altyapı ve tesislerin bu şekilde yok edilmesi, Rusya’da daha önce de yaşandı. Napolyon’un 1812’deki Rusya Seferi ve 1941’deki Hitler’in Barbarossa Operasyonu bu yüzden başarısız oldu. Bu iki operasyonun başarısız olmasındaki en önemli etken, Rusya’nın altyapısının, ekili topraklarının ve düşman için yararlı olabilecek diğer tüm tesislerin sistematik bir şekilde yok edilmesidir.

1 Şubat 1933’te yayınlanan hükümet bildirisinde Hitler, “Bana dört yıl verin, Almanya’yı tanıyamayacaksınız” dedi. Gerçekten de dört yıl süren savaştan sonra ne Almanya ne de harabeye dönen Avrupa’nın tanınacak hali kaldı!

07 Temmuz 2025, Pazartesi 07:00

Geleceği öngören yazar: Edgar Allan Poe

Edgar Allan Poe’nun yazdığı tek roman “Nantucketlı Arthur Gordon Pym’in Öyküsü”dür. 1838’de yayımlanan bu romanda, açlıktan gemi mürettebatı tarafından yenen Parker isimli bir gencin öyküsü anlatılıyor. Ne tesadüftür ki 1884’te bu olay aynen yaşandı! Erzakları biten ve batmak üzere olan bir geminin mürettebatı, 17 yaşındaki Richard Parker isimli genci yedi. Poe’nun romanı ile benzerlik gösteren bu olay, Arthur Koestler isimli bir gazeteci tarafından The Sunday Times’ta ele alındı.

Poe’nun 1840’ta yazdığı “The Businessman” isimli hikayesinde ise beyninin ön lobunda ortaya çıkan bir hasardan ötürü sosyopatlaşan bir genç anlatılıyor. Bu olay, hikayenin basılmasından sekiz yıl sonra, Phineas Gage isimli adamın başına geldi. Kafasına giren demir çubuktan sonra davranışları değişen ve şiddete meyillenen Gage, beynin ön lobunun sosyal biliş üzerindeki etkisinin anlaşılmasına ön ayak oldu.

Yıllar sonra Nörolog Eric Altshuler, Poe için “bir düzine semptom var ve Poe bunların hepsini önceden biliyordu. O öyküde her şey var, biz daha fazlasını ancak ondan öğrenebildik. Çok acayip, sanki Poe’nun zaman makinesi var” sözlerini sarf etti. Poe, “Büyük Patlama Teorisi” ortaya atılmadan 80 yıl kadar önce kaleme aldığı “Euroka” isimli düzyazı şiirinde, genişleyen evrenin bir parçacıktan ortaya çıkan ani bir ışıkla meydana geldiğini söylüyor.

Hatta genişleyen evrendeki ışığın henüz bizim güneş sistemimize ulaşmadığını öne sürüyor. Eureka’ya kadar açıkça ifade etmese de “Metzengergerstein” adlı öyküsünden başlayarak evrenin ve tanrının bir ve aynı olduğuna, başlangıçta çok küçük bir nokta olan maddenin genleşerek evreni oluşturduğunu ileri sürüyor.

Poe’nun bu sezgisi, “Büyük Patlama Teorisi”nden neredeyse bir yüz yıl öncedir. Yıllar sonra İtalyan astronom Alberto Cappi, ünlü yazarın zamanında henüz böyle bir teoriye ulaşılacak gözlem tekniğinin ya da herhangi bir kanıtın var olmadığını, o dönemdeki hiçbir astronomun sabit olmayan bir evreni hayal dahi edemediğini söylüyor. Eureka’yı yayınladıktan kısa bir süre sonra Poe, kayınvalidesine yazdığı bir mektupta şöyle diyor: “Eeureka’yı yazdığımdan beri yaşama arzum yok oldu. Daha fazla bir şey başaramazdım.

Kafamın içinde çok fazla vakit geçirdim ve sonunda aklımı kaybettim.” Poe, bu eseri yazdıktan kısa bir süre sonra Baltimore’da vefat etti. Poe hakkında çok bilinmeyen bir gerçek daha vardır: Gazetecilik yaptığı dönemlerde, asparagas haberler üretiyordu ve okurlar bu haberleri gerçek sanıyordu.

1844’te Poe, “Victoria” adlı balonla Atlantik Okyanusu’nun üç günde geçildiği ile ilgili bir haber yazdı. Halk bu olaya inandı ve çok sevindi çünkü normalde üç hafta süren yolculuk, bu sayede üç güne inmiş oluyordu. Haberi okuyan Jules Verne, bu olaydan ilham alarak “80 Günde Devri Alem” adlı kitabını yazdı. Haberin bu kadar inandırıcı olmasının nedeni, kurgunun sağlam bilimsel detaylarla süslü olmasıdır.

Jules Verne’e ün kazandıran bu kitabın temelinde, Poe’nun asparagas haberi yatıyor. Poe, aynı zamanda kriptografi (kodlama tekniği) ile de ilgileniyordu. Poe, 1841’de “Alexander’s Weekly Messenger” adlı bir dergide, okurların gönderdikleri şifreli mesajları çözdüğü bir köşe başlattı. Bu köşe, büyük ilgi gördü ve Poe gerçekten de kendisine gönderilen pek çok karmaşık şifreyi çözmeyi başardı. Poe’nun kriptografi konusundaki bu yeteneği, onun ileri düzeydeki zekasını ortaya koyuyor.

02 Temmuz 2025, Çarşamba 07:00

Bir bedende iki kişi olur mu?

Ana rahminde iki döllenmiş yumurtanın, gebeliğin ilerleyen zamanlarında birleşmesiyle ikiz yerine tek canlı üretmesine tıpta “kimerizm” adı verilir. Kimerizm dünyada son derece nadir görülen bir vakadır. Bugüne kadar sadece 40 kişide görüldü.

Antik Yunan mitolojisinde kimera, aslan başlı, keçi gövdeli ve yılan kuyruklu, ağzından ateş saçan korkunç bir yaratıktır. Adını Yunan mitolojisinde farklı hayvanların bedenlerinin ve özelliklerinin birleştiği Chimera isimli bir canavardan alan kimerizm, aynı bedendeki farklı doku ve organlarda birbirinden tamamen farklı DNA profillerinin bulunmasını ifade ediyor.

İnsanlarda kimerizm, çoğunlukla aynı bedende döllenen iki ayrı yumurtanın birleşmesiyle oluşuyor. Anne karnında gelişen iki embriyodan birinin, gebeliğin çok erken evresinde ölmesiyle birlikte, ölen embriyonun bazı hücreleri diğer canlı embriyo ile birleşebiliyor. Bunun sonucunda kendi DNA’sının yanı sıra doğmayan ikizinin DNA’sını da taşıyan bir canlı meydana geliyor.

İnsanlarda kimerizm, anne ikiz gebeliği taşıyorsa ortaya çıkabilir. Eğer embriyolardan biri gelişimin erken bir aşamasında ölürse, hayatta kalan embriyo ölen ikizin bazı hücrelerini emebilir. Embriyo, kendine ait olmayan hücreleri bünyesine alır ve bu hücreler ömür boyu vücutta kalır. Genellikle bu durum, “kaybolan ikiz sendromu” sırasında yaşanır. İkizlerden biri genetik bozukluklar nedeniyle gelişemez ve hayatta kalan embriyo onu emerek hücrelerini sahiplenir. Bu bozukluklar döllenme sırasında ortaya çıkar ve engellenemez.

Kimerizm yalnızca anne karnında ortaya çıkmaz. Kimerizm, nadiren de olsa canlının vücuduna organ nakli yapılması sonucu ile de gerçekleşebilir. Organ nakli yapılan kişinin genomuna sahip hücreler, kişinin vücudunda işlev görmeye devam edebiliyor. Hayat kurtaran bazı tıbbi müdahaleler de insanı kimeraya dönüştürür. Örneğin organ naklinde, doktorlar bağışçıdan alınan organı hastaya yerleştirir. Bu organ, kendi DNA’sını korur ve böylece hastanın bedeninde iki farklı genetik yapı bir arada yaşar.

Aynı durum kemik iliği nakillerinde de görülür. Doktorlar hastalıklı iliği çıkarır, yerine bağışçının sağlıklı iliğini koyar. Yeni ilik, bağışçının DNA’sını taşıyan kan hücreleri üretir. Hasta, artık kendi kanını değil, başka birine ait genetik yapıdan üretilmiş kanı dolaştırır. Hatta kan grubu bile değişir.

Kimerizm ile ilgili en garip vakalardan biri 2005’te Washington’da meydana geldi. İki çocuk sahibi olan ebeveynler, çocuklarını bakamadıkları gerekçesiyle devlet yardımına başvurdular. Çocuklardan ve anne babadan alınan kan örnekleri sonucu babanın çocukların babası olmasına rağmen annenin çocukların annesi olmadığı belirlendi.

Ailenin avukatı, mahkemeye benzer bir vakayı örnek olarak sundu. Karen Keegan adlı bir kadın, böbrek nakli için DNA testi yaptırdı. Test sonucuna göre, Keegan’ın üç oğluyla da genetik bağı yoktu!

30 Haziran 2025, Pazartesi 07:00

Devrim otomobili ile aynı kaderi paylaştı…

İsrail-İran Savaşı sırasında gündeme gelen ABD yapımı B-2 Spirit, yoğun uçaksavar savunmalarını delmek için tasarlanan, düşük gözlemlenebilir teknolojisine sahip bir bombardıman uçağıdır. B-2 Spirit, kritik sızma görevlerini yerine getirmek üzere geliştirildi. Uçak, nükleer silahlar da dahil olmak üzere çeşitli mühimmatları hedeflere ulaştırmak amacıyla düşman topraklarının derinliklerine sızma kabiliyetine sahiptir. B-2 Spirit, “uçan kanat” tasarımına sahiptir. Uçakta geleneksel gövde veya kuyruk bölümleri bulunmuyor. Bu tasarım, yüksek aerodinamik verimlilikle birlikte büyük miktarda mühimmat taşıma kapasitesi ve düşük radar izi gibi önemli avantajlar sunuyor. Türk kamuoyu “uçan kanat” projesini, ilk kez 10 Nisan 1948 Cumartesi günü Ankara merkezli Ulus gazetesinde yayımlanan “Uçan kanat modelinin tecrübeleri dün yapıldı” başlığıyla öğrendi. Türk tipi uçan kanat THK-13’ün ilk uçuş denemesi, 20 Ağustos 1948’de yapıldı. THK Etimesgut Uçak Fabrikası’nda bir arazi aracının arkasına bağlanan THK-13, yerden 10 metrelik kısa sıçramalar yaparak havalandı.

Yüksek Mühendisi Yavuz Kansu tarafından projelendirilen THK-13, 1948’de THK Etimesgut Uçak Fabrikası’nda üretildi. THK-13 sadece kanat şeklinde ve diğer elemanların kanada birleşik olarak tasarlandığı deneysel bir planördü. Kansu, THK-13’ü tasarlarken ABD Northrop ve Alman Horten kardeşlerin uçan kanat projelerinden yararlandı. THK-13’ün gövdesiz ve kuyruksuz formu, o şeklin ilk örneklerinden biridir. THK-13, aslında bir mühendislik öngörüsüydü. THK-13, bir hayalet uçak değildi ancak döneminin ilerisinde, deneysel tasarımlı bir planördü. Hafif olması için ağırlıklı olarak kumaş kaplamalı ahşaptan üretilen THK-13, 20 metre kanat boyunda, yaklaşık 5 metre uzunluğunda, 2 metre yüksekliğinde, 40 metrekare sathında, 5 metre kanat uzunluğunda ve toplam 490 kilogram ağırlığındaydı. Tek pilotlu kokpitin üstü açıktı.

Planör deneme uçuşları sırasında iki kaza geçirdi. Dikey dümen kontrolü ve kanatçıklar beklenen performansı gösteremedi. THK-13’ün başlangıçta küçük bir piston motoruna veya turbojete sahip olması planlandı ancak daha sonra bir planör olarak tamamlandı. İlk uçuş, 1948’in ortalarında, Kadri Kavukçu komutasında yaklaşık 30 dakika sürdü. Ağustos 1948’de planör bu kez Cemal Uygun tarafından uçuldu. Bu uçuşta havalanmasının ardından 150-200 metre irtifada kontrol kilitlenmesi nedeniyle uçak sağ kanadı aşağı yönlenecek şekilde döndü. Pilot Uygun, başından yaralanarak kazayı atlatırken, THK-13 paramparça oldu. İncelemeler sonucunda, kazanın nedeninin kalkıştan önce sağ kanatta unutulan bir mengene olduğu ve bu parçanın yer değiştirerek ani bir ağırlık dengesizliğine yol açtığı anlaşıldı. Kısacası, THK-13 projesi yabancı cisim hasarı nedeniyle sona erdi! Daha sonra THK’nın önceliklerinin değişmesi nedeniyle THK-13’ün geliştirilmesi terk edildi.

Yaşanan kazalar, dönemin basınında tarafsız bir şekilde yer alsa da 5 Eylül 1948 tarihli Yeni Sabah gazetesindeki bir haber, projenin sonunu hazırlayan etkenlerden biri oldu. Gazetedeki haberde, ülkenin askeri ve yolcu uçaklarına ihtiyacı varken uçan kanatla uğraşmanın israf olduğu, testler için gerekli altyapının bulunmadığı ve her türlü uyarıya rağmen teknik hataların giderilmediği iddia edildi. Projenin en büyük savunucusu olan THK Başkanı Orgeneral Seyfi Düzgören’in vefatıyla birlikte proje üst komuta kademesinde sahipsiz kaldı. THK-13 projesi, ne yazık ki dönemin ekonomik zorlukları, teknik yetersizlikler, talihsiz kazalar ve olumsuz kamuoyu baskısının bir araya gelmesiyle devam edemedi ve tarih sayfalarındaki yerini aldı.

25 Haziran 2025, Çarşamba 07:00

Merakla başlayan fotoğraf aşkı

19. yüzyılda Fransa’da ortaya çıkan fotoğraf sanatı, kısa bir süre sonra Osmanlı coğrafyasında da yaygınlaşmaya başladı. Osmanlı sultanları bu alandaki gelişmeleri yakından takip etti, fotoğraf ve fotoğrafçılığı desteklediler. Fotoğrafın keşfi, tüm dünyada duyurulmasından kısa bir süre sonra, Osmanlı Devleti’nin resmi yayını olan Takvim-i Vekayi gazetesinde haber olarak yer aldı. Osmanlı’da fotoğrafçılıkla ilk ilgilenen Müslümanlar, asker kökenliydi. Mühendishane-i Bahr-i Hümayun gibi okullarda 1860’lı yıllarda verilmeye başlanan fotoğraf dersleri sayesinde, Osmanlı’da pek çok fotoğrafçı yetişti.

II. Abdülhamid’in polisiye roman merakı vardı. Romanlardan birinde, başparmak boğumunun işaret parmağının boğumundan daha uzun olan kişinin katil olmaya meyilli olduğuna dair bir bilgi ediniyor. Cinayetten hapishaneye girenlerin fotoğraflarını elleri görünecek şekilde çekilip gönderilmesini istiyor. O fotoğraflara bakıp suçlular arasında ortak bir nokta olup olmadığını inceliyor, bir bakıma fotoğraflardan karakter analizi yapıyordu. Bir makama birini atayacağı zaman mutlaka fotoğraflarını inceliyordu. Askeri okullara alınacak talebelerden, affedilmesi öngörülen mahkumlara kadar çoğu kararını verirken yazılı raporların yanı sıra çektirdiği fotoğraflara da bakıyordu.

II. Abdülhamid, fotoğrafı dünyayı takip etmenin bir aracı olarak kullanıyordu. Albümlerinde Amerikan yerli kabilelerinin şeflerinin fotoğrafları bile vardı. Ayrıca II. Abdülhamid, fotoğrafları kamu diplomasisinin etkin bir aracı olarak da kullanıyordu. Ülkesinin modernleşen yüzünü göstermek adına okulları, hastaneleri, mimari yapıları, insan portrelerini, manzara fotoğraflarını çekip İngiltere ve Amerika’ya gönderiyordu.

II. Abdülhamid, 33 yıl tahtta kaldı. Kitap aşığıydı. Yeni çıkan yabancı eserleri Türkçe’ye çevirtip okumayı seviyordu. Kütüphanesinde 100 binden fazla kitap bulunuyordu. Yağlı ve suluboya resimler yaptığı, polisiye romanlara tutkun olduğu, piyano çaldığı, operadan hoşlandığı, keskin nişancı olduğu, marangozluktaki mahareti bilinen özelliklerindendir. II. Abdülhamid’in az bilinen bir diğer merakı da fotoğraf sanatıydı. II. Abdülhamid, dünya tarihinin o güne kadarki en büyük fotoğraf koleksiyonunu oluşturma işine soyundu.

II. Abdülhamid’in hobi olarak başlattığı uğraş, zamanla pek çok fotoğrafçının geçim kapısına dönüştü. Uzak vilayetlerden her yıl İstanbul’a gönderilen fotoğraflar üzerinden hükmettiği toprakların gelişimini gözlemliyor, problemlere müdahale ediyordu. Her geçen gün büyüyen albümler Yıldız Sarayı’nda tutulduğu için “Yıldız Albümleri” ismiyle tarihe geçti. Dünyanın en büyük koleksiyonuna dönüşen arşivin hacmi, 962 albüm ve 35 bin 535 fotoğrafa ulaştı.

II. Abdülhamid’in, devrin ünlü fotoğrafçılarına sipariş ettiği, kimi zaman da ünlü fotoğrafçılardan satın aldığı bu fotoğraflar sayesinde hem Osmanlı’daki hem de dünyadaki gelişmeleri takip ediyordu. II. Abdülhamid, özenle çektirdiği fotoğraflar sayesinde, dönemin güçlü devletleri İngiltere, Fransa ve ABD’ye yönelik tarihin ilk kamu diplomasisi hamlesini de başlattı. II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni güçlü gösteren yüzlerce fotoğraftan oluşturduğu albümleri dönemin ABD başkanına, İngiliz kraliçesine ve Fransız imparatoruna gönderdi.

Bu fotoğrafları çektirirken özellikle devleti kudretli gösteren yer, mekan ve araçların seçilmesine dikkat etti. Çekimler sırasında fotoğrafın gücünü artıracak yöntemlere başvuruldu. Fotoğrafları tek tek inceledi ve beğenmediği fotoğrafların tekrar çekilmesini istedi. II. Abdülhamid’in devlet adamlarına gönderdiği bu albümler zamanla bu ülkelerin milli kütüphanelerinde yer aldı. Orijinalleri İstanbul Üniversitesi’nde olan albümlerinin nüshaları British Museum, ABD Kongre Kütüphanesi ve Bibliotheque Nationale kütüphanesinde bulunuyor.

23 Haziran 2025, Pazartesi 07:00

Tarihte etkili olan on Türk’ten biri…

Lice ilçesine 1924’te kaymakam olarak atanan Asım Bey, çıkan Şeyh Said İsyanı’nda hamile eşi ve iki yaşındaki kızı ile birlikte takas amaçlı kaçırıldı. 100 gün tutsak kaldılar. 2 bin metre yükseklikteki dağlarda gezdirilirken, hamile olan Sehavet Hanım attan düştü ve ciddi şekilde yaralandı. Çok zor bir doğum yaptı ve o koşullarda sağlıklı erkek bir bebek dünyaya getirdi. Yaşadığı travmalardan 38 kiloya düşen annenin, doğumdan sonra sütü gelmedi. Konaklama için gidilen dağ köyleri ve mezralardaki kadınlar tarafından emzirilmek suretiyle bebeğin hayatta kalması sağlandı. Aylarca süren bu zorlu şartların ardından Kaymakam Asım Bey ve ailesi devlet tarafından kurtarıldı. Yaşananlardan dolayı bebeğe ‘Gazi’ adını verildi. Aile, doğumundan üç ay sonra Asım Bey’in görevi dolayısıyla Ankara’ya taşındı. Yaşamının ilk 18 yılını Ankara İçcebeci’de geçirdi.

İkisi kız ikisi erkek olmak üzere dört kardeşi vardı. Eğitim hayatına Ankara’da başladı. 1943’te Ankara Atatürk Lisesi’nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladı. Kendisinin ve iki erkek kardeşinin tıp tahsili almasında komşuları ve aile dostları olan nöroloji profesörü Yusuf Şükrü Sarıbaş etkili oldu. Lisede okurken dahi, eğitimini yurt dışında sürdürme düşüncesi vardı. Savaş döneminde cebinde sadece 200 frankla yola çıktı. Ne devletten ne de başka bir kurumdan burs almadı. Tıp eğitimine 1944’ten itibaren iki dönem Almanya’daki Friedrich Schiller Üniversitesi’nde, ardından Basel Üniversitesi’nde devam etti ve 1949’da mezun oldu. 1960’ta doçent, 1965’te profesör, 1973’te ordinaryus profesör oldu.

27 Mayıs darbesinden sonra askeri yönetimin ülke idaresine el koyması esnasında eğitimine yurt dışında devam ediyordu. Doçentlik sınavına gireceği günlerde Türkiye’den askerlik vaktinin geldiğine dair celp ulaştı ancak ülkeye dönemedi. Darbe yönetiminin oluşturduğu Bakanlar Kurulu kararı ile Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Vatansızların taşıdığı ‘Haymatlos’ pasaportuyla yaşamaya başladı. Turgut Özal döneminde yeniden vatandaşlığa alınması için işlemler başlatıldı. Türkiye’ye gelmekten hâlâ çekiniyordu. Pasaportunu dönemin Sanayi Bakanı Şükrü Yürür götürdü. 63 yaşında Ankara’ya döndüğünde, 1943’te 150 bin nüfuslu bir kent olarak bıraktığı şehri üç saat boyunca arabayla gezdi. Sonrasında İstanbul’a geçip eski dostu Can Yücel ile buluştu.

Can Yücel, onun için ‘Beynin Piri Reisi’ tanımını kullanırdı. Türkiye’de çeşitli hastanelerle klinik kurma girişimleri olsa da bunlar gerçekleşmedi. 2013’te Türkiye’ye kesin dönüş yaptı. 2022’de Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) için gerçekleştirdiği söyleşide “Benim içimde çocukluğumdan beri sonsuz bir merak var ve halen devam ediyor. Benim memleketime, milletime içten bir bağlılığım var. Biz de varız, bizden de bir şey çıkabilir olduğunu ispat etmek için hayatımı verip çalıştım. Bizim milletimizi korumamız lazım” diye konuştu.

Ameliyat edeceği hastayı ameliyathaneye kadar kucağında taşırdı. Böyle yapmasının nedenini, ‘hastasını hissetmek istemesi’ olduğunu söylerdi. Ameliyat öncesinde ve sonrasında yaşadığı duyguları şu sözlerle dile getirmişti: “Ameliyata girerken hep korkmuşumdur. Düşünün doğanın yarattığı en ilginç ve karmaşık yapısına müdahale ediyorsunuz. Hastalarımla yeni doğmuş çocuk gibi ilgilenirim. Hasta ayıldığı zaman elimi tutmasını sıkmasını istemem, doğrudan dilini çıkarmasını isterim. Hasta dilini çıkarmadan bir yutkunur, dilinin üzerini temizlemeye çalışır. Bu sırada düşüncesi, dilinin üzerinde tükürüğü göstermek istememesidir. Bu bir sosyal davranıştır. Eğer hasta bunu yapıyorsa, durumu iyi demektir ancak o zaman evime gidip huzur içerisinde uyurum.” ‘Yüzyılın Beyin Cerrahı’ olarak tanınan Ord. Prof. Dr. Mahmut Gazi Yaşargil, yaşamı boyunca sayısız başarılara imza atarak dünya çapında tanınan bir cerrah olarak hafızalara kazındı…