Sadık Gültekin’le Doğru Tercih

05 Kasım 2025, Çarşamba 07:00

Yapay zekanın su tükettiği ‘su götürmez’ bir gerçek!

Dünya genelinde 350 binden fazla firma, yapay zeka kullanıyor. 2024 yılı verilerine göre şu anda dünyada yaklaşık 70 bin firma yapay zeka geliştiriyor. Herkes yapay zekanın büyüsüne odaklanıyor ama kimse, bu teknolojinin harcadığı enerji ve su kaynaklarını hesaba katmıyor. Yapay zeka, suya aç bir teknoloji. Hem soğutma hem de kullandığı elektrik için suya ihtiyacı var. ChatGPT ve benzeri veri merkezlerinin bu kadar fazla miktarda su tüketmesindeki temel neden, sunucularda oluşan ısı problemi. Çok fazla miktarda elektriğe ihtiyaç duyulması ve bu elektriğin sürekli olarak ısı üretmesi, veri merkezlerindeki yüz binlerce sunucunun ısınmasına neden oluyor. Sunucuları soğuk tutmak için kullanılan soğutma sistemleri ise su ile çalışıyor. Google’ın veri merkezleri, Türkiye’nin tüketiminin üçte biri kadar su harcıyor. Ayrıca kullanılan suların hemen hemen tamamı içilebilir sudan oluşuyor. Yapay zeka uygulamalarında durum daha da vahim! Yapay zeka sorguları, internetteki normal aramalardan çok daha fazla bilgi işleme gücü gerektiriyor.

Örneğin ChatGPT sorgulamaları, Google’daki bir aramanın yaklaşık 10 katı daha fazla elektrik kullanıyor. Yapay zekaya olan talebin yükselmesiyle birlikte, su kullanımının 2030 itibarıyla ikiye katlanacağı düşünülüyor. Sadece ChatGPT’nin günlük 13 milyon aktif kullanıcısı bulunuyor. Bu kullanıcılar günde ortalama 15 arama yapıyor. Yani ChatGPT üzerinden günde 200 milyona yakın çıkarım yapılıyor. Google, 2022’de 21 milyar litre, 2023’te 21 milyar litre, 2024’te ise 22.7 milyar litre su tüketimi yaptı. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın “Çevresel Göstergeler” başlıklı internet sitesindeki verilere göre, Türkiye’nin 2022’deki su tüketimi 63 milyar litre. Buna göre sadece Google, yıllık bazda Türkiye’nin üçte biri kadar su tüketiyor.

Yapay zeka modellerinin ‘su ayak izi’ görmezden gelinemez. Su ayak izi, küresel su sorunlarıyla mücadeleye yönelik kolektif çabaların bir parçası olarak öncelikli ele alınmalıdır. Yükselen yapay zeka uygulamalarıyla su kullanımının daha da artacağı şimdiden söylenebilir. ChatGPT ve benzeri büyük dil modellerinin yanıtladıkları her 20 ila 50 soru için yaklaşık yarım litre su harcadıkları tespit edildi. Dünya genelinde ChatGPT ve benzeri büyük dil modellerinin kullanıcı sayısının gittikçe arttığı düşünüldüğünde yarım litre suyun toplamda ulaşabileceği miktarı ve çevre için oluşturabileceği tehlikeyi tahmin etmek hiç de zor değil. Birçok farklı görev için kullanılan yapay zekanın, günlük 148.2 milyon litre su harcadığı tahmin ediliyor. Yapay zeka uygulamalarının su tüketiminin yanı sıra doğaya karbon salımı da ciddi boyutlarda.

Küresel nüfusun yaklaşık yüzde 60’ı yani 4.66 milyar aktif kullanıcısı ile internet, yılda 1.6 milyar ton sera gazı emisyonundan sorumlu. ChatGPT, yılda 8.5 ton karbondioksit salıyor. ChatGPT, sayfa görüntüleme başına yalnızca 1.6 gram karbondioksit üretiyor. Bireysel etkileşimler mütevazı gibi görünmesine rağmen, aylık 165 milyon kullanıcısı düşünüldüğünde, bu durum önemli bir etkiye neden oluyor. Yapay zekanın karbon emisyonlarının arkasında, giderek artan miktarda enerjiye ihtiyaç duyan veri merkezi altyapısı bulunuyor. Güç kullanımındaki artış, sürekli olarak düzenli işletme koşullarını sağlama ihtiyacından kaynaklanıyor. Yapay zeka uygulamalarının karbondioksit emisyonlarını yükseltmesiyle küresel ısınmanın etkileri daha ciddi bir şekilde hissedilecek. Dolayısıyla karbon salımı, aşırı enerji ve su tüketimi yapay zekanın çevresel sürdürülebilirliği konusunda ciddi endişelere yol açıyor!

03 Kasım 2025, Pazartesi 07:00

Kötü alışkanlık işte böyle başladı

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sıkıntılı süreçleri şüphesiz darbelerin cereyan ettiği dönemlerdir. Cumhuriyet tarihimizde gerçekleşen ilk askeri darbe olan 27 Mayıs 1960 darbesinden 56 yıl sonra Türk devleti yeni bir darbe tehdidi ile karşılaştı, halkın büyük kahramanlığı ve fedakarlığı sayesinde 15 Temmuz 2016 darbe kalkışması akamete uğratıldı. Peki, bu hastalıklı davranış bize nasıl musallat oldu, bu yazımızda buna değineceğiz…

36 Osmanlı padişahının 12’si askeri darbe ile tahttan indirildi. Bu vahim durumun Osmanlı tarih sahnesine çıkışı Fatih Sultan Mehmed’in hükümdarlığının ilk dönemindeki Buçuktepe Vak’ası’dır. Fatih Sultan Mehmed’den sonra, isyanlarla karşılaşmayan Osmanlı padişahı hemen hemen yoktur. Buçuktepe Vak’ası olarak anılan ilk ayaklanma Edirne’de meydana geldi. İmparatorluk tarihine ilk Yeniçeri ayaklanması olarak geçen bu olayın gerçek nedeni, Osmanlı para birimi akçenin değerinin II. Mehmed tarafından düşürülmesidir. Para üzerindeki bu düzenleme askeri ve piyasayı zarara soktuğundan, Yeniçeriler isyan çıkardı. İsyan sırasında Rumeli Beylerbeyi Hadım Şehabeddin Paşa’nın evini yağmaladılar.

Hadım Şehabeddin Paşa, II. Mehmed’in sarayına sığınarak kurtuldu. Buçuktepe Vak’ası, II. Murad’ın küçük yaştaki oğlu II. Mehmed’i tahta geçirmesine karşı çıkan Yeniçerilerin, akçenin değerinin düşürülmesini bahane ederek çıkardıkları bir isyandır. II. Murad’ın tahta tekrar çıkıp Yeniçerilerin ulufelerine yarım (buçuk) akçe oranında zam yapmasıyla isyan son buldu. Ayrıca bu isyan, Osmanlı tarihinde çıkan ilk Yeniçeri isyanıdır. O günden sonra Edirne’de isyanın gerçekleştiği tepenin ismi “Buçuktepe”, vakanın ismi ise Buçuktepe Vak’ası olarak adlandırıldı. II. Murad, 1444’te Macarlar ve Karamanoğulları ile barış antlaşması imzaladı, böylece devleti batıda ve doğuda emniyete aldıktan sonra hayatta kalan tek oğlu Şehzade Mehmed lehine tahttan feragat etti.

II. Mehmed o sırada henüz on iki yaşında idi. Fakat II. Murad’ın bu inziva hayatı çok sürmedi. Macarlar, Osmanlı tahtına çocuk denecek yaşta birinin geçmesini fırsat bilerek, Karamanoğlu’nun da tahrikiyle, on yıllığına imzalanmış antlaşmayı bozarak Osmanlı Devleti’ne savaş açtı. Avrupa’da büyük bir Haçlı kuvveti toplandı. Haçlılar’ın Bulgar topraklarını yağmalayarak Varna’ya kadar gelmeleri üzerine Osmanlı vezirleri II. Murad’ı tekrar iş başına getirmeye karar verdiler. O sıralarda II. Murad ile oğlu II. Mehmed’i tutan devlet adamları arasında büyük bir anlaşmazlık vardı. Veziriazam Çandarlı Halil Paşa ve Yeniçeriler Osmanlı tahtında Sultan II. Murad’ı görmek isterken diğer vezirler II. Mehmed’i tutuyordu.

Çandarlı’nın barışçı politikasına karşılık rakipleri genç padişahı fetihlere, özellikle İstanbul’un fethine teşvik ediyorlardı. Bu arada Çandarlı Halil Paşa II. Murad’ı tekrar Osmanlı tahtına geçirmek için planlar yapıyordu. Öte yandan Buçuktepe Vak‘ası’nın II. Mehmed’i tahttan uzaklaştırmak için Çandarlı Halil Paşa tarafından tertiplenmiş olduğu yolunda kuvvetli deliller vardır. Çünkü bu olayda doğrudan Çandarlı’nın baş rakibi ve genç padişahın birinci adamı Hadım Şehabeddin Paşa hedef alındı. Sultan II. Mehmed’in tahtı tehlikeye düştü ve Edirne’de iktidar boşluğu doğdu. Edirne’ye geri gelen II. Murad yeniden Osmanlı tahtına çıktı, II. Mehmed Manisa’ya döndü. Osmanlı tarihinde Buçuktepe Vak’ası ile asker ilk defa politikaya alet edildi ve bundan böyle Yeniçerilerin nüfuzu sürekli arttı. 29 Mayıs’ta İstanbul’un fethedilmesinden hemen sonra II. Mehmed, Çandarlı Halil Paşa’yı görevden aldı. Çandarlı Halil Paşa ve çocukları tutuklandı. Çocukları daha sonra serbest bırakıldı. Çandarlı Halil Paşa Yedikule’de 40 gün hapis kaldı. 10 Temmuz 1453 tarihinde gözlerine mil çekildi ve idam edildi. Çandarlı Halil Paşa, Osmanlı tarihinde idam edilen ilk sadrazamdır.

29 Ekim 2025, Çarşamba 07:00

Türkiye’nin ulusal eğitim karnesi: Abide

ABİDE, açılımı “Akademik Becerilerin İzlenmesi ve Değerlendirilmesi” olan, MEB tarafından iki yılda bir yürütülen ulusal düzeyde bir izleme araştırmasıdır. Araştırmanın temel ve en genel amacı, örgün eğitimdeki öğrencilerin Türkçe, matematik ve fen bilimleri gibi temel alanlarda kazandıkları bilgi ve becerileri ulusal düzeyde değerlendirerek, eğitim sisteminin geneline sistematik ve periyodik geri bildirimler sunmaktır. ABİDE araştırması, basit bir öğrenci başarı sınavının çok ötesinde, Türkiye’nin eğitim sisteminin bütüncül panoramasını sunması açısından stratejik bir öneme sahiptir.

ABİDE’yi bir bakıma “Yerli PISA Modeli” olarak da tanımlayabiliriz. PISA ve TIMSS gibi uluslararası değerlendirme programlarından farklı olarak ABİDE araştırmasında hem ulusal düzeyde hem de il düzeyinde izleme çalışmaları yürütülüyor. Araştırma, öğrencilerin okullarda edindikleri teorik bilgileri, gündelik yaşamda karşılaşabilecekleri gerçekçi senaryolar ve problem durumları aracılığıyla ne ölçüde kullanabildiklerini ölçmeyi hedefliyor. Bu yaklaşım, müfredat kazanımlarının salt hatırlanmasını veya tekrar edilmesini değil, bilginin içselleştirilerek yeni ve alışılmadık durumlara transfer edilmesini, yani bilginin fonksiyonel kullanımını önceliyor. MEB tarafından yürütülen bu kapsamlı çalışma, öğrencilerin sadece ne bildiğini değil, bildiklerini gündelik yaşam durumlarında ne ölçüde kullanabildiklerini, ezberden beceriye geçişi sorguluyor. ABİDE, anlık fotoğraf çeken bir araç olmanın ötesinde, eğitim politikalarının zaman içindeki seyrini ve etkilerini izleyen, gelecekteki tasarımlara bilimsel kanıt sunan dinamik ve stratejik bir enstrüman olarak düşünülebilir.

ABİDE’nin hedef kitlesi, zaman içinde eğitim sisteminin kritik geçiş noktalarını kapsayacak şekilde evrimleşti. İlk olarak 2016’da sadece 8. sınıf düzeyinde başlayan araştırma, 2018’de ilkokulun sonu olan 4. sınıfı da dahil ederek genişletildi. Pandemi nedeniyle 2020’de yapılması planlanan döngünün 2022’ye ertelenmesiyle birlikte, ortaöğretimin başı olan 10. sınıf düzeyi de kapsama alındı. ABİDE’nin Türkiye eğitim sistemine sunduğu en değerli katkılardan biri, öğrenci başarısını sadece bir test puanı olarak değil, karmaşık ve çok boyutlu bir olgu olarak ele almasıdır. Başarı testleriyle birlikte uygulanan öğrenci, öğretmen ve okul yöneticisi anketleri, akademik performansın arkasındaki sosyoekonomik, kültürel, bireysel, duyuşsal ve okul ortamına ilişkin dinamikleri aydınlatan zengin bir veri madeni sunuyor.

Araştırmada, öğrencilerin eğitim hedefleri yükseldikçe değerlendirme yapılan alanlardaki puanlarının arttığı görüldü. Evdeki kitap sayısı fazlalaştıkça öğrencilerin akademik beceri puanlarının da arttığı sonucuna ulaşıldı. Sosyoekonomik düzey, aile ilgisi, derslere verilen değer değişkenlerinin öğrencilerin akademik becerileri ile pozitif ilişki gösterdiği, aile baskısı değişkeninin ise akademik beceriler ile negatif yönde ilişki gösterdiği belirlendi. Destekleme yetiştirme kurslarına her iki dönemde katılan öğrencilerin akademik beceri puanlarının genel olarak daha yüksek olması, destekleme yetiştirme kurslarının etkili olduğunu ortaya koydu. ABİDE’deki en önemli bulgulardan biri, öğrencilerin kitap okumaya ayırdıkları süre ile ilgili verilerdir. Yapılan analiz sonuçları, öğrencilerin kitap okumaya ayırdıkları süre attıkça başarılarının da arttığını gösteriyor. Kitap okumaya ayrılan sürelere ait dağılıma bakıldığında, öğrencilerin yüzde 40’ının bir haftalık süre içinde kitap okumaya bir saatten az zaman ayırdıkları görülüyor. Zaten bunun olumsuz sonuçlarını sadece ABİDE de değil, ulusal sınavlarda da (LGS-YKS) görüyoruz.

27 Ekim 2025, Pazartesi 07:00

Balonun içindeki yaşam!

David Phillip Vetter’in 21 Eylül 1971’de Houston’daki Teksas Çocuk Hastanesi’nde dünyaya gelişi, bir kutlamadan çok, titizlikle planlanan cerrahi bir operasyonu andırıyordu. Hazırlıklar eşi benzeri görülmemiş düzeydeydi. Doğum odası baştan sona dezenfekte edildi, hava akışını en aza indirmek için doğumdan hemen önce 15 dakika boyunca odadaki kimse hareket etmedi.

Cerrahi ekip, konuşmak yerine işaret diliyle iletişim kuruyordu. Sezaryenle annesinin rahminden alındıktan sonra, David dış dünyaya sadece 10 ila 20 saniye kadar kısa bir süre maruz kaldı ve hemen kendisi için özel olarak hazırlanan steril plastik izolatöre (balon) yerleştirildi. Bu an, onun fiziksel dünyayla ilk ve son filtresiz teması oldu. Annesinin kucağına verilmek yerine, saniyeler içinde bir makineye teslim edildi.

Doğumdan kısa bir süre sonra yapılan testler, ailenin ve doktorların en büyük korkusunu doğruladı: David SCID (Şiddetli Kombine İmmün Yetmezliği) hastasıydı. Bu teşhisle birlikte, geçici bir sığınak olması umut edilen izolatör, onun kalıcı evi haline geldi. İzolatörden içeri giren her şey (su, hava, yiyecek, giysiler, oyuncaklar) mikroplardan arındırılmak için karmaşık sterilizasyon süreçlerinden geçmek zorundaydı. İnsanlarla fiziksel teması, yalnızca izolatörün duvarlarına monte edilen, hantal plastik eldivenler aracılığıyla sağlanıyordu. David üç yaşındayken, ailesinin Teksas’taki evine de benzer bir sistem kuruldu. 1977’de, David’in altı yıllık izolasyon hayatında teknolojik bir mucize gerçekleşti.

NASA mühendisleri, uzay giysisi teknolojisindeki deneyimlerini kullanarak, David için özel bir “mobil izolasyon sistemi” geliştirdiler. Bu sistem, astronotların uzay görevleri sonrası karantinada giydikleri giysilerden esinlenildi. Giysi, David’i yaklaşık 2.5 metrelik bir kumaş tüp aracılığıyla izolatörüne bağlı tutuyor ve filtrelenmiş hava sağlıyordu. David, başlangıçta bu giysiden korktu ve onu kullanmayı defalarca reddetti. İkna olduğunda hayatının en unutulmaz anlarını yaşandı. 29 Temmuz 1977’de, annesi Carol Ann, altı yaşındaki oğlunu ilk kez kucağına alabildi. David, bu giysi sayesinde kısa bir süreliğine de olsa “normal” bir çocuk olmanın tadını çıkardı. Evlerinin arka bahçesindeki çimleri suladı, etrafındaki herkese neşeyle su sıktı, aile köpeğiyle oynadı ve yerden kopardığı çimleri havaya fırlattı. Ancak bu özgürlük anları sınırlı ve meşakkatliydi. Giysiyi giyme süreci, en az üç eğitimli kişinin yardımını gerektiren karmaşık bir prosedürdü. David, bu giysiyi sadece altı kez giydi, sonra giymeyi reddetti. David 12 yaşına geldiğinde, izolasyonun psikolojik yükü dayanılmaz bir hal aldı.

Geleceğe dair umutsuzluk, hem kendisi hem de ailesi için durumu sürdürülemez kılıyordu. Tam bu kritik dönemde, tıp dünyasından bir umut ışığı belirdi. Boston’daki araştırmacılar, tam doku uyumu olmayan donörlerden kemik iliği nakline olanak tanıyan yeni bir prosedür geliştirdiler. Bu, 12 yıldır beklenen, ablası Katherine’in donör olabilmesinin önünü açan bir gelişmeydi. Prosedürün riskleri ve potansiyel faydaları, David’e anlatıldı. Babasının ona ne yapmak istediğini sorduğunda verdiği yanıt, onun içinde bulunduğu çaresizliği özetliyordu: “Daha iyi hissetmek için her şeyi kabul edeceğim!” Kemik iliği naklinin ardından geçen ilk birkaç ay umut vericiydi. David’in vücudu, doktorların en büyük korkusu olan doku reddi belirtileri göstermedi. Ancak 1984 yılının ocak ayında, David hayatında ilk kez hastalandı.

Başlangıçta hafif olan semptomlar hızla ağırlaştı. Ateşi yükseldi, şiddetli kusma, ishal ve iç bağırsak kanaması başladı. Durumu, balonun içinde tedavi edilemeyecek kadar kritik bir hal alınca, 12 yıl, 4 ay ve 17 gün süren izolasyona son verildi. David, steril bir odaya alındı. Durumu hızla kötüleşmeye devam etti. Ölümünden sonra yapılan otopside, felaketin nedeni anlaşıldı: Ablası Katherine’in kemik iliğinde, o dönemin tarama teknolojisiyle tespit edilmesi olanaksız olan bir virüs bulunuyordu. Bu virüs, yüzlerce agrasif kanserli tümörün oluşmasına yol açtı. 22 Şubat 1984’te, durumunun umutsuz olduğunu anlayan David, annesine, “Bu işe yaramıyor, yoruldum” dedi. Annesi maskesini çıkarıp onu ilk ve son kez öptü…

22 Ekim 2025, Çarşamba 07:00

Sessiz bir çöküş

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) tarafından yapılan 1230 okul ve 116 bin, dördüncü ve sekizinci sınıf öğrencilerini kapsayan “Akademik Becerilerin İzlenmesi ve Değerlendirmesi” (ABİDE) araştırmasının sonuçlarına göre öğrencilerin yüzde 66’sı okuduğunu anlamıyor. Okuduğunu anlamada üst düzey beceriye sahip öğrenci oranı ise sadece yüzde 3. Çocuklarımızın okuduğunu anlama becerileri oldukça düşük. Türkçe testinde öğrencilerin yüzde 66’sı orta ve altında, yüzde 34’ü ise orta ve üstünde yanıtlar verdi.

Bu sonuç, Türkiye’deki öğrencilerin okuma becerilerinin OECD ülkeleri ortalamasının oldukça altında olduğunu gösteriyor. Okuduğunu anlama becerisinin, diğer bütün derslerin de kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Çocuklarımıza bu beceriyi kazandıramazsak ne teknoloji üretebilir ne de herhangi bir alanda başarılı olabiliriz. Bu araştırmanın sonuçları, Türk eğitim sisteminin önemli bir sorununu ortaya koyuyor. Okuduğunu anlama becerisi, öğrencilerin akademik başarılarının yanı sıra eleştirel düşünme, problem çözme ve iletişim gibi temel becerileri geliştirmeleri için de önemlidir. Bu becerileri geliştirmemiş öğrenciler, eğitim hayatlarında ve iş yaşamında zorluklar yaşayabilir. Okuduğunu anlayamayan birey, düşünen birey de olamaz. Böyle bir birey, sadece okulda değil, hayatta da kaybolur!

Öğrencilerin yüzde 66’sının okuduğunu anlamadığı bilgisi, yalnızca eğitim sisteminin değil, aynı zamanda toplumun genel yapısının da bir yansımasıdır. OECD’nin yaptığı son araştırmaya göre, Türkiye’de okuduğunu anlama ve basit problemleri çözme yeteneğine sahip olmayan bireylerin nüfus içindeki payı yaklaşık yüzde 40 olarak belirlendi. Bu oran Japonya’da yüzde 4, Finlandiya’da yüzde 7, Almanya’da yüzde 11, İngiltere’de yüzde 12, Yunanistan’da yüzde 16, Singapur’da 21 ve bizde ise yüzde 40! Bu veri, PISA 2022 sonuçlarıyla da örtüşüyor.

OECD’nin yayımladığı bir başka rapor, 15 yaşındaki Türk öğrencilerin yaklaşık yüzde 29’luk bir kesiminin, okuduğunu anlama becerisi açısından asgari yeterliliğin altında kaldığını gösteriyor. Türkiye’nin PISA-2022 raporunda okuma becerisi ortalaması 456 puan iken, OECD ortalaması 476 puanda bulunuyor ve Türkiye bu alanda OECD ülkeleri arasında 37 ülke içinde 30. sıraya yerleşmiş durumda. Bu puan farkı, metinleri anlama ve yorumlama becerilerinde uluslararası ortalamadan belirgin bir gerilik olduğunu gösteriyor.

Günümüzde kitap okuma alışkanlığı giderek zayıflıyor. ABD’de yapılan bir araştırmada, 2003-2023 yılları arasında 236 binden fazla kişinin katılımıyla yürütülen ankette, günlük kitap okumaların son 20 yılda yüzde 40’tan fazla azaldığını ortaya koydu. Verilere göre okuma süresi, kişi başına yılda ortalama yüzde 3 oranında bir gerileme gösteriyor. Araştırmacılar bu düşüşün, sosyal medya ve dijital platformlara ayrılan zamanın artmasıyla bağlantılı olduğunu söylüyor. Özellikle gençler arasındaki düşüş dikkati çeken ana unsur oluyor. ABD ve İngiltere’de yapılan bir çalışmaya göre, 4. sınıf öğrencilerinin günlük kitap okuma oranı 1984’te yüzde 53 iken 2022’de yüzde 39’a geriledi. Öğrencilerin kitap okumak yerine özet araçlarına yönelmeleri, okuma motivasyonunu oldukça zayıflatıyor.

Yetişkinlerde de tablo bundan farklı değil, 2023 itibarıyla yetişkinlerin yalnızca yüzde 54’ünün kitap okuduğu görülüyor. OECD verilerine göre evlerimizin yüzde 81’inde 20 den az kitap bulunuyor. Türkiye’de her yıl 1 milyon 200 bin çocuk dünyaya geliyor. Bu çocuklardan yalnızca 200 bininin evinde kitap bulunuyor. Geriye kalan 1 milyon çocuk ancak ilkokul birinci sınıfa başladığında kitapla tanışıyor. Hal böyle olunca, ne yazık ki bizim çocuklarımız ve yetişkinlerimiz okuduğunu anlama güçlüğü çekiyor..

20 Ekim 2025, Pazartesi 07:00

Sartre’ın Nobel Ödülü’nü Trump’a verin!

ABD Başkanı Donald Trump, göreve geldiğinden bu yana sekiz savaşı sona erdirdiğini iddia ederek Nobel Barış Ödülü’nün kendisine verilmesi gerektiğini savundu. Trump, ABD askerlerine hitaben yaptığı bir konuşmada, bu ödülü hak ettiğini ama kendisine verilmeyeceğini söyledi, “Kesinlikle vermeyecekler, hiçbir iş yapmayan birine verecekler” dedi.

Nobel Komitesi, 2025 Nobel Barış Ödülü’nün “demokratik değerlerin cesur savaşçısı” olarak nitelendirdiği Venezuelalı muhalif siyasetçi Maria Corina Machado’ya verildiğini açıkladı. Ödülün Trump’a verilmesi için yoğun lobi faaliyetleri yürüten ABD yönetiminin karara tepkisi gecikmedi. Beyaz Saray, Trump’a ödül vermeyen komiteyi “barıştan çok siyaseti düşünmekle” suçladı.

Ödülü kazanan Maria Corina Machado ise Trump’ın desteğine güvendiklerini açıkladı. Nobel Barış Ödülü’nü alamayan Trump, ödüle layık görülen Venezuela muhalefet lideri Maria Corina Machado ile telefonda görüştüğünü ve Machado’nun ödülü kendisine ithaf ettiğini belirtti! Nobel Ödülü’nü almak için can atanlar olduğu gibi bu ödülü kazandığı halde kabul etmeyenler de var.

Adolf Hitler yönetimindeki Nazi Almanyası, Richard Kuhn (Kimya-1938), Adolf Butenandt (Kimya-1939) ve Gerhard Domagk’ın (Tıp-1939) ödüllerini almalarına izin vermedi. 1958’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Boris Pasternak, Sovyetler Birliği’nin baskısıyla ödülü reddetti. Hayatı boyunca tüm resmi ödülleri almayı reddeden Fransız filozof, yazar Jean-Paul Sartre, 1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü de geri çevirdi. Satre, bu ödülü geri çeviren tarihteki tek kişidir! Bu konuyla ilgili gazetecilerin bir gün Sartre’in yayıncısına sordukları soru üzerine, yayıncının verdiği yanıt şöyle oldu:

“Sartre için Nobel Ödülü ile bir kilo patates aynı değerdedir!” Sartre ise ödülün veriliş biçimine şu cümlelerle karşı çıktı: “Nobel Ödülü’nün, ödülü alacak kişinin fikrine danışılmadan verildiğinden haberim yoktu. Şayet sorsalardı, o zaman bunun gerçekleşmesini engelleyecek zamanım olurdu. Ancak şimdi anlıyorum ki İsveç Akademisi bir karar verdiğinde sonradan bu kararı bozamıyor.” Sartre, ödülü reddetme sebeplerini, “Akademi’ye yazdığım mektupta da açıkladığım gibi ne İsveç Akademisi ile ne de Nobel Ödülü’nün kendisi ile ilgili değil. Mektupta, iki tür sebep zikrettim; kişisel ve nesnel. Kişisel sebepler şunlar:

Reddim fevri bir hareket değil, zira resmi ödülleri hep reddetmişimdir. 1945’te, savaştan sonra, bana Şeref Nişanı takdim edildiğinde, devlete yakınlık duyduğum halde nişanı reddettim. Benzer şekilde, birkaç arkadaşım teklif ettiği halde, Collège de France’a girmek için de uğraşmadım. Objektif sebeplerimi de şöyle sıralayabilirim: Kültür alanında bugün yapılabilecek tek şey, doğu ve batı kültürlerinin bir arada ve barış içinde yaşamaları için mücadele etmektir. Hemen sarmaş dolaş olsunlar demek istemiyorum.

Bu iki kültür arasındaki karşılaşmanın zorunlu olarak bir anlaşmazlık şekline bürüneceğini bilmiyor değilim ama bu karşılaşma; işe müesseseleri karıştırmaksızın, insanlar arasında, kültürler arasında olmalıdır diyorum. Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Nobel Ödülü bana bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Bu ödül, tanınma peşinde olanlar içindir. Ben yaptığım her şeyi severek yaptım, en güzel ödül buydu.

Bu ödül beni olduğumdan büyük gösterir ama söylediklerimin önüne geçer!” 1976’da Sartre, kendi belgeselinde bu ödülü reddetme nedeni ile ilgili daha ayrıntılı bilgi verdi:

15 Ekim 2025, Çarşamba 07:00

Almanya, İsrail’e karşı günah çıkardı!

Filistin’de işlediği suçlara rağmen İsrail’i savunan Almanya, yaklaşık 121 yıl önce Namibya’da tarihin en kanlı soykırımlarından birini yaptı. “Herero ve Nama Soykırımı”, 1904-1907 yılları arasında, bugünkü Namibya topraklarında, o dönemde Alman Güneybatı Afrikası olarak bilinen Alman sömürgesi topraklarında yaşandı.

Bu soykırım, 20. yüzyılın ilk soykırımlarından biri olarak kabul ediliyor. Hererolar ve Namalar, Namibya’da yaşayan yerli halklardı. Almanya, 1884’te bugünkü Namibya’daki elmas yatakları gibi doğal kaynakları kontrol altına almak amacıyla bölgeye askeri birlikler gönderdi.

Yerli Herero ve Nama halklarının toprakları ellerinden alındı, hayvanlarına el konuldu ve zorla çalıştırıldılar. Sosyal ve ekonomik yapıları bozuldu. Bu baskılar, isyanlara yol açtı. 1903’te ilk isyan Namalar’dan geldi. Hendrik Witbooi idaresindeki isyanda 60 Alman yerleşimci öldürüldü. Bir yıl sonra Hererolar ayaklandı. 12 Ocak 1904’te Hererolar, Samuel Maharero önderliğinde 120 Alman’ı öldürdü.

Öldürülenler arasında kadın ve çocuklar da vardı. Merkezi yönetim olaylara müdahale etti ve Alman General Lothar von Trotha, 19 bin askerle birlikte isyanı bastırmak için bölgeye gönderildi. General Lothar von Trotha komutasındaki Alman ordusu, ayaklanmaya sert bir karşılık verdi. Ağustos 1904’teki Waterberg Savaşı’nda Hererolar yenildi ve Omaheke Çölü’ne sürüldüler.

General Trotha, Hereroların Alman sınırları içinde görülmeleri halinde öldürülmeleri emrini verdi. Bu emir, kadın ve çocukları da kapsıyordu. 65 bin Herero (nüfuslarının yüzde 80’i) ve 10 bin Nama (nüfuslarının yarısı) öldürüldü. İnsanlar çölde susuzluktan öldü, geri kalanlar zehirlenen su kaynaklarıyla yok edildi. Bu sürece, tam 19 bin Alman askeri doğrudan dahil oldu! Hayatta kalanlar, ağır koşullardaki toplama kamplarına gönderildi. Bu kamplarda çalıştırılanlar çoğunlukla hastalık, açlık ve kötü muamele nedeniyle hayatlarını kaybetti. Kadınlar ve genç kızlar, Alman askerler tarafından seks kölesi olmaya zorlandı.

Bu durumdan doğan çocuklar için özel kamplar kuruldu. Erkeklerin neredeyse tamamı öldürülmüş olduğundan, geriye kalan kadınlar ve genç kızlar Alman askerlerine teslim edildi. Kadınların ve genç kızların kimisi kamplarda, kimisi asker barakalarında toplu tecavüze uğradı. Medeniyet götürme bahanesiyle gidenler, geride hem fiziksel hem de nesiller boyu sürecek travmalar bıraktılar.

Shark Island (Köpekbalığı Adası), en acımasız toplama kamplarından biriydi. Tanıklara göre bu adadaki 3 bin 500 kişiden sadece 193’ü hayatta kalabildi. Ölenlerin kafatasları, “ırk araştırmaları” için Almanya’ya gönderildi. Kafataslarının temizleme işi bile hayatta kalanlara yaptırıldı. Bu çalışmalar, daha sonra Nazi ideolojisinin temelini oluşturdu. 1985’te BM’nin Whitaker Raporu, bu olayı 20. yüzyılın ilk soykırımı olarak tanımladı. Almanya, uzun yıllar bu soykırımı tanımaktan kaçındı. 2004’te ilk özür geldi ancak “soykırım” ifadesi kullanılmadı. 2021’de Almanya, bu katliamları resmen “soykırım” olarak tanıdı.

Ancak hukuki tazminat ödemeyeceğini, bunun yerine Namibya’daki kalkınma projelerine 1.1 milyar Euro destek sağlayacağını açıkladı. Yale Üniversitesi’nden tarihçi Benjamin Madley’e göre bu soykırım, Amerika’daki Yuki ve Avustralya’daki Tasmanya soykırımları ile aynı zihniyetin ürünü. Beyaz yerleşimciler kendilerini “insan”, yerlileri ise “insan-altı” olarak görüyorlardı. Bu soykırım, sadece Afrika’daki sömürgecilik tarihinin değil, aynı zamanda modern soykırım kavramının gelişiminde de önemli bir dönüm noktasıdır. Bazı tarihçiler, bu olayın Nazi Almanyası’nın ileride gerçekleştireceği Holokost gibi katliamların öncülü olduğunu savunuyor.

13 Ekim 2025, Pazartesi 07:00

Tarihten ders almayan millet!

Babi Yar, Kiev yakınlarında, 1937’ye kadar mezarlık olarak kullanılan, daha sonrasında ise kapalı tutulan bir bölgeydi. Bu bölgede gerçekleştirilen ‘Babi Yar Katliamı’, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası tarafından gerçekleştirilen en büyük toplu infazlardan biridir.

29-30 Eylül 1941’de, Babi Yar adlı dere yatağında, iki gün içinde yaklaşık 34 bin Yahudi öldürüldü. Olay, sadece bu katliam ile bitmedi. Nazi işgali boyunca Babi Yar’da toplamda 150 bin kişi öldürüldü. Kurbanlar arasında Yahudiler dışında Sovyet savaş esirleri, Romanlar ve direnişçiler de vardı. Bu olay, Holokost tarihindeki ‘tek seferdeki en büyük katliam’ olarak anılıyor. Naziler, 19 Eylül 1941’de Kiev’i işgal etti.

Bundan bir hafta sonra yapılan toplantıda, Kiev’de bulunan Alman üst düzey askeri yetkilileri, Yahudilerin gerilla taktikleri ile Alman birliklerine saldırı hazırlığında olduğunu öne sürerek yok edilmelerine karar verdiler. El ilanları dağıtılarak Kiev bölgesinde bulunan Yahudilerin yerlerinin değiştirileceği ve başka bölgelere nakledilecekleri duyuruldu. Bütün Yahudilerin 29 Eylül sabahı saat 06.00’da meydanda toplanmaları; yanlarına değerli eşyalarını, paralarını ve kalın kıyafetlerini almaları söylendi.

Güneşli bir sonbahar günü el ve at arabalarına varını yoğunu yükleyen Yahudiler yola koyuldu. Naziler, meydanda toplanacak kişi sayısını 3 bin ila 5 bin arasında olacağını tahmin ediyordu. Ancak o gün meydanda 30 binden fazla kişi toplandı. Yahudiler çeşitli istasyonlardan geçirildi ve her bir noktada eşyalarını ve kıyafetlerini bırakmak zorunda bırakıldılar. Her çeşit kıyafet için ayrı bir bölüm oluşturuldu. Her şey çok hızlı ilerledi, meydana toplananlar trene binmeyi bekliyordu. Kalabalık çok büyüktü ve bu nedenle hiçbiri ne olup bittiğini anlayamadı. Makineli tüfeklerin sesini duyduklarında artık çok geçti.

Kaçmak için hiç şansları yoktu. Kurbanlar, önceden kazılan 150 metre uzunluğunda, 30 metre genişliğinde ve 15 metre derinliğinde bir çukurun önüne getirilerek makineli tüfeklerle tarandı. Katliamı Einstazgruppe adındaki Alman ölüm mangaları gerçekleştirdi. Katliamdan sadece 29 kişi ölü taklidi yaparak kurtuldu. Wassili Michailowski, o gün yaşadıklarını hiç unutamıyor. Michailowski, olayın gerçekleştiği yıl 4 yaşındaydı. Dadısı ile birlikte yaşıyordu, annesi doğumdan kısa süre sonra öldü.

Kızıl Ordu’da askerlik yapan babası Almanlar tarafından esir alındıktan sonra kaçtı fakat Kiev’e varamadan öldürüldü. Oturdukları evin yöneticisi, dadısının onu Babi Yar’a götürmesini istedi. Ertesi sabah binlerce insanla birlikte 7 kilometre uzaklıktaki Babi Yar’a doğru yola çıktılar. Michailowski, “Heyecanlıydım çünkü devrim kutlamalarındaki gibi bir törene gittiğimizi sanıyordum” diyor. Nazilerin insanları inek sürüsü gibi güttüklerini hatırlıyor. Dadısının polislere pasaportunu gösterip “Ben Ukraynalıyım” dediğini unutmuyor. Bir polis onu kolundan tuttuğu gibi bariyerin arkasına çekmiş ve çocuğu arka tarafa götürmesini söylemiş.

Geçidin sonuna varanlara neler yapıldığını duymuşlar. Michailowski, “Herkes ağlayıp, hıçkırıyordu. Feryatları bastırmak için üzerimizde uçaklar uçuyordu. Yukarılardan müzik sesi geliyordu” diyor. Bu zulmü gören, bu felaketleri yaşayan Yahudilerin, bu katliamın bir benzerini Filistinlilere yaşatması, akılla mantıkla açıklanacak bir olay değil. Demek ki insanoğlu tarihten ders falan almıyor!