Şirin Sever

16 Mart 2025, Pazar 07:00

Bir kavuşma ancak bu kadar güzel olabilir...

Şu hayatta çok az şey var Yaren Leylek kadar beklediğimiz... Her bahar, onun gelip Adem Amca’nın kayığına konması kadar bizi mutlu eden, umutlandıran çok az şey... Onlarınki çok başka bir hikaye. Adem Amca şöyle anlatıyor: “Yaren ile 2011 yılında tanıştık. Mart ayında balığa çıkmıştım, bir leylek kayığıma kondu. Daha önce hiç kayığa binen leylek görmemiştim.

Tuttuğum balıklardan ikram ettim, yedi, doyurdu karnını, uçtu gitti. Marttan ağustos ayına kadar 6 ay, her sabah kayığa gelip kondu. O karnını doyurdu, ben de rızkımın peşine düştüm. Bütün yazı böyle geçirdik. Her sene mart oldu mu heyecanım başlıyor gelecek mi diye. Uzun yoldan geldiği için gelebilecek mi merak ediyorum. Yaren gelince, bahar geliyor, bütün güzellikler ortaya çıkıyor...” Yaren dün sabah geldi yine ve beklendiği yere kondu. 14’üncü kez kavuştu iki dost! Sosyal medyayı görseniz, bir coşku, bir coşku. Sanki uzak diyarlardan sevdiğimiz biri gelmiş gibi bir sevinç. Bu ikilinin buluşmasına bizi bu kadar bağlayan şey ne acaba diye düşündüm açıkçası. Gezindim, bakındım yazılanlara, paylaşımlara. İlginç gerçekten insanların hissettikleri. “Siz kavuştunuz biz ısındık” diyen, “Yaren gibi yâri olmalı insanın” diyerek olayı malum yerlere bağlayanlar, “Leylek bile çoğu insandan daha vefalı” diye göndermeler yapanlar, ne ararsanız var. Bir fenomen şöyle yazmıştı; “Bu hayvan benim için bir ümit sembolü. Sanki kuruyan dallarım yeşerecek gibi, gelişiyle çiçek açacağım...” Anlayacağınız herkesin bu buluşmaya yüklediği anlam başka. Değer vermenin, sevginin, vefanın, hatırlı olmanın iyice unutulduğu günümüze bir mesaj en çok da. Herkesin duygulanması, aslında bu duygunun ölmediğini görmekten belki de. Leylek bile bunu yapıyorsa umut var demektir hâlâ. O yüzden bu kavuşma bu kadar özel, bu kadar güzel.

50 YAŞINDA GHOSTING NEDİR?!

kavuşamayanlara gelelim mi biraz da? Madem geldi bahar ayları, titrer gönül yayları (evet bu kötü espriyi de yaptım maalesef) Demek ki ilişki konuşmanın tam zamanı. Çünkü bahar aylarında kalp daha açık, daha müsait hoşlanmaya, beğenmeye, elektrik almaya vermeye. Herkesin içi kıpır kıpır. Bu aynı zamanda kanmalara, göz boyamalara, tehlikelere de açık olmak demek. Niye? Çünkü doğru düzgün ilişki yaşamak, az rastlanır doğa olayı gibi bir şey artık! Büyük ikramiye, altılı tutturmak gibi. Yakın bir arkadaşım, daha çok yeni ghosting kurbanı oldu mesela. Konuya biraz da o yüzden girdim açıkçası. Ghosting ya da ghost’lamak, herhangi bir gerekçe olmaksızın bir partner ile tüm iletişimi ve teması beklenmedik şekilde kesmek demek. Erkeklerde bu olay moda şimdilerde. Tanışmak için ölüp biten erkek, kızla 1.5 ay dolu dolu, güzel bir ilişki yaşadıktan sonra telefonlara dönmemeye ne oluyor da karar veriyor acaba? Söz konusu kişi ergen falan da değil; 50 yaşını geçmiş biri. 50 yaşında biri neden ‘ben şu şu nedenlerden bunu devam ettirmek istemiyorum’ diyemez mesela! Ya da ‘sen şöyle bir hata yaptın, bu bana göre değil’ demek bu kadar mı zor? Bu nasıl büyük bir özgüven eksikliğidir, nasıl bir korkaklıktır? İlişkiye yeni başlamışsın zaten, birbirini tanıma dönemindesin, ‘bana uymadı’ demek ve medenice bitirmek varken, kaçmak nedir? Ben anlamıyorum bunları. Gerçekten erkeklerin Yaren Leylek’ten öğreneceği çok şey var.

İlişkiyi tatil gibi yaşamak

Olayı duyan bütün kızlar toplandık tabii... Bütün sinirimizle adama saydırırken, kankamızı teselli edip, ilişkileri masaya yatırırken; kızlardan biri dedi ki, “İlişkiler bizde pazartesi gibi yaşanıyor, çok yanlış!” “Ne gibi, ne gibi?” dedik hep bir ağızdan. Ciddiye de aldık çünkü kitap falan yazıyor bunu söyleyen. “Bizim ülkemizde pazartesi gibi yaşanıyor ilişkiler” diye tekrar etti ve anlatmaya başladı: “Yani endişeli, yorgun, kaygılı, önümüzde neler var, bu hafta neler olacak bir bakalım diyerek, üzerimizde bir ağırlıkla giriyoruz ilişkiye. Oysa tatil gibi yaşanmalı ilişki. Bir ilişkiyi tatil gibi yaşarsak ve yaşatırsak, hiçbir zaman bitmesini istemediğimiz bir şeye dönüşmeyecek mi? Tatillerde rahatız, keyifliyiz, daha hafifiz ya, ilişki de böyle keyifli olmalı...” Derin bir sessizlik tabii. İlk başta kulağa ne kadar iyi geliyor, ne kadar doğru. Derin derin düşünmeden, bu hafta nasıl geçecek/ bitecek mutsuzluğuyla değil; tatil keyfiyle yaşamalı ilişkiyi. Kasmadan, en hafif kıyafetlerimiz üstümüzdeymiş gibi, kendimizi rüzgara bırakmış gibi, yüklerimizi atmış, tadını çıkarmaya odaklanmış... Biraz durup düşününce, ghosting kurbanına döndü bütün kafalar bir anda. “İyi de yıl 365 gün. Bir yılda kaç gün tatil yapabiliriz ki?” dedi gözleri sulu sulu. E şimdi bu kız da haklı. Zaten daha 1.5 ayda kaybolan adamla tatil mi yapılır? Tatilde kaybolup gitse daha büyük travma! Epey bir tartıştık, bir sonuca varamadık. Sonuçta karpuz değil ki adam dediğin; tanımıyorsun, anlamıyorsun... Sen tatil kafasında takılırken, bir bakmışsın atı alan Üsküdar’ı geçmiş. Hiçbir şeyin garantisi yok. Hele bu dönemde erkeklerin, ilişkinin, tatil kafasının hiçbir garantisi yok! Ne var biliyor musunuz? İnsanın ahlaklısı, erdemlisi, terbiyelisi, vicdanlısı var sadece. Düzgün insan, düzgün davranıyor. Bu nettir ve değişmezdir. Ghosting yapan erkek de terbiyesizin önde gidenidir. Nokta! Bak yazdıkça, yine kuruldum o adama!

13 Mart 2025, Perşembe 07:00

Bu çağda cadılık eğitimi!

Yıl 2025 ama cadılıktan, cadılık eğitiminden falan bahsediyoruz. Neyiz biz, orta çağda falan mı yaşıyoruz? Hobbit’leri de görecek miyiz mesela! Hayır, olan bitenle dalga geçmiyorum, sadece şaşkınım... Belgrad ormanında kaybolan ve maalesef yaşamını yitiren Ece Gürel vakası ile öğrendik ki, Türkiye’de cadılık eğitimi veriliyormuş! Ne diye veriliyor bu eğitim peki? Astroloji (burçlar, gezegenler, horoskop), tarot, simya (tütsü, mum, iksir yapımı), frekans çalışmaları (taşlar, bitkiler, sesler) ile insanları ruhsal olarak tedavi etmek için. Günümüzde ‘Witchcraft’ ya da ‘modern cadılık’ olarak bilinen bir öğreti sistemiymiş bu. Doğa temelli inançlarla kişisel gelişimi birleştiriyormuş. Anlayacağınız eskiden şifa arayanlar için üfürükçüler, hacılar, hocalar vardı, şimdi bunlar! Günümüz modern insanı da, bunların tuzağına düşüyor işte. Bakın Prof. Dr. Arif Verimli tanımı ne güzel yapmış: “Bunlar yeni nesil tarikatlar...” Hepsi bilim dışı ve saçma. Enerji diyor, kuantum diyor, şifalanmak diyorlar ama işin özeti; nitelikli dolandırıcılık! Ne yazık ki, arayış içindeki insanlar sosyal medyadan bu tür yanlış ve yanıltıcı insanlara kolaylıkla ulaşıyor, ne olduğu/kim olduğu belirsiz bu insanlara kendini teslim ediyor ve daha da yara bere içinde kayboluyor. Ece Gürel gibi. Prof. Verimli diyor ki; “Patronunun ya da eşinin yüzüne söyleyemediğin şeyleri ağaçlara söylemenin kime ne faydası olabilir? Bazıları da üç metrelik odada, aç susuz, karanlığa kilitliyor kendini! Bunlar bilimsel olmaktan çok uzak! Bunlar bir hezeyan! Bir hastalık! Tedavi şart!” Her şeyden öte, bunlar birer para tuzağı. Özellikle ünlüler vasıtasıyla bu işleri tanıtanları çok okuduk malum. Siz siz olun, her ‘hıyarım var’ diyene tuzlukla koşmayın. Çünkü bu işin sonu; kopuş. Nasıl öldüğün bile anlaşılamıyor. Acil denetleme şart ama siz de uzak durun bu şarlatanlardan.

Sanatla dolu bir kütüphane

Atatürk Kültür Merkezi’nin içinde eşsiz bir kütüphane var: Sanatın tüm başlıklarıyla ilgili yayınlarla dolu bir vaha: Vitali Hakko Kreatif Endüstriler Kütüphanesi. 8 Mart Kadınlar Günü vesile oldu ve basın dünyasından kadınlarla orada buluştuk. Ne iyi oldu; hem sürekli önünden geçtiğim bu eşsiz kütüphaneyi gezip inceledim, hem de üreten, yaratan, çalışan kadınlarla bir araya geldim. Bu anlamlı buluşmaya Vakko CEO’su Jaklin Güner ev sahipliği yaptı. Kadınların iş dünyasında karşılaştıkları engellere rağmen, azimleri ve liderlik yetenekleriyle birçok sektörde önemli farklar yarattıklarını söyleyen Güner, bazı rakamlardan bahsetti: “Küresel cinsiyet eşitliği oranında Türkiye, 146 ülke arasında 127. sırada yer alıyor. Avrupa’nın da sonuncusu konumunda. Ayrıca, Fortune 500 şirketlerinin yalnızca yüzde 11,6’sı kadınlar tarafından yönetiliyor. Türkiye’de kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 35,8 iken, erkeklerin oranı ise yüzde 71,2.” Maalesef rakamlar iç açıcı değil ama Vakko gibi kadın istihdamına ve cinsiyet eşitliğine önem veren şirketler de yok değil. Güner diyor ki, “Vakko olarak, kadın istihdamına, kapsayıcılığa ve çeşitliliğe önem veren bir kurumuz. Tüm çalışanlarımızın yüzde 52’si, yöneticilerin yüzde 51’i kadınlardan oluşuyor. 2022’den itibaren 42 kadın çalışan müdür ve üzeri yönetim pozisyonlarına terfi etti. Ayrıca, Vakko’nun yaratıcı ekiplerinin yüzde 70’i kadın.” İşte bunlar güzel haberler, hayatın her alanında artması dileğiyle. Vitali Hakko Kreatif Endüstriler Kütüphanesi’ne gelirsek... Moda, mimari, fotoğraf, resim, heykel, sinema gibi sanatın tüm başlıklarındaki en güncel ve kapsamlı koleksiyonları içeriyor ve kütüphanenin haftalık ortalama ziyaretçi sayısı 5 bin. Bunun yüzde 40’ı da yabancı ziyaretçilerden oluşuyor. Sessiz, modern ve huzurlu bir ortamda çalışmak isteyenlere, bu kapıdan içeri girmelerini tavsiye ediyorum. Türkiye’nin en kapsamlı sanat kütüphanesi olarak herkese açık.

1 oyun, 1 film; 2 öneri

* SALINCAK... Ocak ayında prömiyer yapan bu oyunda; orta yaşlı iki kardeşin bir evin odasında geçmiş travmaları ve takıntılarıyla baş başa kalışını izliyoruz. Psikolojik bir oyun ama oyunculuklar izlemeye değer. Bireysel ve toplumsal travmaların, obsesyonların ve bastırılan gerçeklerin insan üzerindeki etkilerini Hazal Türesan ve Yiğit Sertdemir olağanüstü sergiliyor. kumbaracı50 ve Vigor Sanat’ın yapımcılığını üstlendiği oyunu Gülhan Kadim yazıp yönetmiş.

* ANORA... Bu yılın En İyi Film, En İyi Yönetmen ve En İyi Kadın Oyuncu dahil beş dalda Oscar kazanan filmi. 2024’te de Altın Palmiye alan film, oldukça etkileyici. Brooklyn’li genç bir seks işçisi olan Anora, bir oligarkın oğluyla tanışır, bir haftalık çılgın partilemenin ardından evlenirler. Bu modern Sindrella hikayesi, Rus aile evliliği iptal etmek için gelince, biter. Anora zor da olsa gerçeklerle yüzleşir, hayalini kurduğu aşkı sorgular. Yönetmen Sean Baker marjinal insanların hikayesini hem gerçekçi, hem de mizahi bir bakışla ama çok başarılı şekilde anlatmış. ‘Masalların bu dünyada karşılığı var mı, izleyin ve sorgulayın’ diyor özetle. 25 yaşında ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü alan Mikey Madison, fiziksel ve duygusal açıdan çok zor olan bir rolün hakkını vermiş ve ödülü hak etmiş diyebilirim.

09 Mart 2025, Pazar 07:00

Nasıl geçti 8 Mart?!!

Dün, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ydü. Yine gündemde kadınlar vardı, kadınlar konuşuldu. Kadınlar yerlere göklere sığdırılamadı. Kadınların değerinden, yüceliğinden, erkeklerle eşitliğinden, haklarının verilmesinden bahsedildi bir günlüğüne de olsa. Birer de karanfil verildi kimi kadınlara, oldu da bitti maşallah. Sonraki 8 Mart’a kadar görev tamam. Herkes birbirine ‘Vallahi görevimizi şahane yaptık’ diyecek, sonra aynı tas aynı hamam devam edecek, kesin bilgi, yayalım. Peki ne yapsaydık, kutlamasa mıydık? Yok mu saysaydık bu günü? Tam tersine, kutlamaktan asla vazgeçmeyelim ama farkına varalım, değişelim ve şunu öğretelim herkese: Bu gün her gördüğünüz kadının eline gül sıkıştırma, kuru kuru kutlayıp geçme günü değil. Hediye alma günü hiç değil. Pırlanta yüzük ya da tencere tava fark etmez ‘bi’şey aldım görevimi yaptım’ zannetme günü de değil. Hamaset veya goygoy yapma günü hiç değil. Kadınların dertlerini, sorunlarını erkek erkeğe toplaşıp konuşma günü zinhar değil. Anlamaya çalışma günü. Dinleme günü. Sorunu varsa kadının; çözme günü. Onu eşit görme günü. Onu üzmeme, kırmama günü. Hırpalamama, yükünü hafifletme günü. Elini tutma, sevme günü. Değer verme günü. Yanında olma günü. Çalışan kadına eşit haklar verme günü. Bütün bunların filizlerini atma günü. Bunu hayata yayma ve kafalara yerleştirme günü. Kadından, kadın gücünden korkmama günü. Bu işi önce anneler yapacak, sonra babalar. Çocuklara bunları öğretme günü. Sonra görev okulların, öğretmenlerin. Nasıl adam olunur, nasıl erkek olunur anlatma günü. Kızlara da ‘hakkınızı gerekirse söke söke alacaksınız’ diye cesaret verme günü, inanma günü. Çünkü belki de en baştan başlamak zorundayız. Özetle, bu sene yine boş kutlamalardan içim şişti. Hiçbir şeyin değişmediğini, bir arpa boyu yol alamadığımızı görünce içimi dökme günü yaptım ben de. Seneye görüşmek üzere.

Ata Demirer’in kadınları anladığı gün!

sonra yine, yeniden bir Ata Demirer gösterisi izledim. Yine mest oldum çünkü kendini de, bizi de çok güzel anlatıyor bize. Kendimizle yüzleştiriyor. Samimi bir kere. Şarkılar, şakalar, çok güzel eğlendiriyor. İzleyenler biliyor; tek kişilik dev kadro olarak çıkıyor sahneye Ata Demirer. Yani orkestra dışında güya tek kişi ama sahneye kimler çıkıyor kimler? Fatih Terim’den Bülent Ersoy’a, Ferdi Özbeğen’den Zeki Müren’e herkes orada. Bu kadar kusursuz taklit yapabilmek nedir yani, ayıp! Bir İlber Ortaylı taklidi yapıyor, sahnede o var sanıyorsunuz. Muazzam gerçekten. Bir Erkan Can, bir Ayhan Sicimoğlu yapıyor, olay. Her şeyi geç, insan nasıl bu kadar iyi kedi taklidi yapabilir? Flamenko da söylüyor, Charles Aznavour da. Yunanca şarkı da söylüyor, rap de. Tam yetenekli Bay Ripley! Zaten kendi de farkında; “Bende yapay zeka mı var acaba?” diyor bir noktada. Çünkü bu ses bankası başka nasıl açıklanabilir, değil mi? Şu geçen gün, ‘benim beynime yapay zeka yerleştirdi’ diyerek beyin cerrahını bıçaklayan deli görse de kendine gelse!! Muhteşem anılar anlatıyor. Sezen Aksu’nun onu nasıl keşfettiğini mesela… Dinlerken Sezen neden Sezen olmuş hepimiz için, bir kez daha anlıyorsunuz. “Keşke tekrar sahneye çıksa” temennisine de alkışlarla katıldık elbette. Çünkü özledik onu, net. Peki en çok alkışı ne zaman aldı biliyor musunuz? ‘Olanlar Oldu’ filminde kadın kılığına girmişti malum Ata Demirer; oynadığı ‘Döndü Hanım’ karakterini, yönetmenin isteğiyle gerçek vatandaşların karşısına geçip oynadığında! Erkeklerin bakışlarını ve gözleriyle kendini nasıl taciz ettiğini anlatırken, “Ya siz kadınlar nasıl yaşıyorsunuz? Çok zormuş kadın olmak gerçekten” dediğinde! Yaşa Ata, iyi ki varsın. Müzikle, sohbetle hayattan birkaç keyifli saat çalıyoruz sayende.

Yapay zeka ve din sorusu

Bakın zaman değiştikçe, Ramazan soruları nasıl değişiyor… Eskiden oruçluyken hocalara şöyle sorular sorulurdu: ‘Yanlışlıkla su içersem ne olur?’, ‘Oruçluyken diş fırçalanır mı?’, ‘Oruçluyken sakız çiğnenir mi?’ vs… Bıkıp usanmadan her sene tekrarlanırdı bu sorular. Şimdi ise ‘Yapay zekadan din öğrenmek caiz mi?’ diye soru geliyor. Nihat Hatipoğlu’nun programına katılan bir genç sormuş soruyu; hoca da cevap vermiş: “Yapay zeka, internet vb. şeyler iyi amaçlarla kullanılırsa sıkıntı olmaz! Orayı bir ansiklopedi gibi düşünün. Siz ne verirseniz yapay zeka onu yapacaktır. Yapay zeka dediğimiz şey sonuç olarak, yapay olmayan insanların elinde…”

İKİ YENİ AKIM

06 Mart 2025, Perşembe 07:00

Oscarlı filmlere merakımız

Tarihin en heyecansız Oscar törenini geride bıraktık... Kime göre? Bana göre elbette! Ne aday filmler büyük gürültü kopardı bu yıl, ne de tören ilgimizi çekti. Eskiden Oscar adayı filmleri izlemek için yarışırdık, tartışırdık, Oscar Toto yapardık, uykusuz kalırdık ama bu sene (gerçi birkaç senedir böyle) çabalamadık bile. Bu köşe benim olduğuma göre, yine kendi adıma söylüyorum! Bir kere filmleri bulmak ve izlemek için kırk takla atmak gerekti. Hangi sinemalarda oynuyor bu filmler, hangi ara gösterime girecek, vaktimiz o az sayıdaki seanslara uyacak mı hepsi ayrı dertti. Bu arada meraktayım; sinema salonlarını canlandırmak için en uygun zaman değil mi? Salonlar neyi bekliyor acaba? Her biri başka sinemada, tek tük vizyonda ödül alan filmler. Yapın bir Oscar haftası ya da Oscar ayı; ödül alan filmleri arka arkaya gösterime sokun, kampanya başlatın, reklam ve duyuruyu coşturun, canlansın piyasa! Salonlar kan ağlarken alın işte fırsat. Ama yok!

* * *

Öte yandan filmlerin birkaçını izleyebildim henüz... Dolayısıyla adil bir dağılım oldu mu tam bilemiyorum (bana da bakın!) ama en şaşırdığım isim ödülü kıl payı kaçıran Demi Moore oldu, onu net söyleyebilirim.

* Güzellik baskısıyla ‘hunharca’ dalga geçen ‘The Substance-Cevher’ filmiyle bu yılın en çok konuşulan ismiydi. Çok da etkileyici bu filmin başrolündeydi ama yine şeytanın bacağını kıramadı. ‘En İyi Kadın Oyuncu’ ödülünü 25 yaşındaki Mikey Madison’a kaptırdı.
* Bu arada en merak ettiğim, izleme takvimime ilk aldığım film ‘Anora’ oldu. ‘En İyi Film’ de dahil 5 ödül birden kazanan ‘Anora’ 6 milyon dolarlık bütçeyle çekilen, bağımsız bir film olarak dikkatleri çekti. Rus oligarkın oğluyla evlenen bir hayat kadınının hikayesini anlatan film, bizde bu cuma vizyona giriyor. Hemen yerimi ayırttım.
* Macaristan’da doğmuş Yahudi bir mimarın, 2. Dünya Savaşı’nda toplama kamplarından kurtulup Amerika’ya göç edişini konu alan ‘The Brutalist’ ise Adrian Brody’ye ‘Piyanist’ filminin ardından ikinci Oscar’ı getirdi. İkinci hedefim de bu film elbette, ileriiii!

02 Mart 2025, Pazar 07:00

Siyasetin yeni dili kabalık ve küstahlık mı?

ABD Başkanı Donald Trump siyaset dünyasındaki ezberleri bozmaya yemin etmiş belli ki... Geçenlerde yapay zekayla hazırlanmış bir video yardımıyla, Gazze için kurduğu hayalleri gösterdi dünyaya mesela. O neydi öyle ya? Miami’den çok Dubai’ye benzeyen bir sahil şeridi, deniz, kum, güneş, eğlence gani gani. Gökten paralar yağıyor, altından heykeli parlıyor. Bir tarafta Netanyahu ile güneşleniyor, diğer tarafta Elon Musk humus yiyor falan... Özetle ‘yepyeni bir hayat, yepyeni bir gelecek’ diyor. Peki çekilen onca ölüm, onca acı ne olacak? Koca Amerika Birleşik Devletleri’nin başındaki adama bak; ne vicdan, ne utanma, ne empati var. Dünya narsist bir adamın oyun alanı olmuş, en acısı da bu.

Z kuşağının bir üyesi gibi davranan Başkan Trump’ın yaptıkları bununla da bitmedi... Trump ve ekibi önceki gün de, ülkesindeki değerli madenlerle ilgili anlaşma yapmak için Beyaz Saray’a gelen Ukrayna lideri Volodimir Zelenski’yi azarlayarak yolladı. Öyle bir üslup ki, izlerken utanıyorsunuz! Siyaset dediğin diplomasi yapmak değil mi? Rakibinden nefret bile etsen, nezaketi elden bırakmamak, ağır dille eleştirsen de ayarını kaçırmamak... Adamı çocuk gibi azarladılar resmen! Bir makamı temsil etmek, devlet ahlakı bu mu, böyle mi olmalı? Bugüne kadar böyle bir siyaset dili hiç görmemiştik ama yeni dünya düzeninde böyle olacak demek ki! Narsist adamların elinde dünya nereye gidiyor gerçekten merak ediyorum, net söyleyeyim.

Ferhan Şensoy belgeseli geliyor

Hafta başında Ses Tiyatrosu’na uğradım... Usta tiyatrocu Ferhan Şensoy’un kurduğu bu şahane tiyatroda; hayatının anlatıldığı bir belgeselin çekimlerinin başladığını öğrendik. ENKA Sanat’ın yapım sponsoru olduğu projeyi, daha önce Metin Akpınar belgeseline de imza atan Zeynep Miraç yazıyor. Yönetmen ise Metin Akpınar, Genco Erkal belgesellerini çeken Selçuk Metin. Usta sanatçının doğum gününde gerçekleşen buluşmada hem Ferhan Şensoy’u andık, eski videolarını izledik hem de belgesele dair bilgiler aldık. Ben usta sanatçıyla röportaj yapabilen şanslı gazetecilerdenim... 2004 yılında oynadığı ‘Şans Kapıyı Kırınca’ filmi için buluşmuştuk; Küba’da çekilen film için tiyatroya kısa bir ara verdiği dönemde. Onun hep ayrı yeri, ağırlığı vardı tiyatro dünyasında. Dümbüllü’den Münir Özkul’a, Özkul’dan Şensoy’a geçmiş bir kavuk var ortada neticede, kolay değil. Ömrünü yazmaya ve tiyatroya adamış bir isimdi. Üstelik politik mizahı hakkıyla yapan ender isimlerdendi. Zeynep’in dediği gibi; “Hepimizin entelektüel birikiminde çok izi ve katkısı var...” Belgeselde onun bilmediğimiz yönlerini ailesinden ve Ortaoyuncular ekibinden dinlerken, kendisinden sonraki kuşaklarda nasıl iz bıraktığını da göreceğiz. Dolayısıyla Eylül ayında izleyicilerle buluşacak belgeseli merakla bekliyorum.

‘Alaçatı Ot Festivali’ zamanı

27 Şubat 2025, Perşembe 07:00

Haluk Bilginer’in, Jolie’yi bile sollayan performansı!

Operanın en büyük divası sayılan Maria Callas’ın son dönem hayatını anlatan ‘Maria’ filmi nihayet vizyona girdi. Nihayet diyorum çünkü Haluk Bilginer faktörü bu filmi Türkiye için çok daha anlamlı/merak edilesi hale getirmişti.

Angelina Jolie ve Haluk Bilginer ismi yan yana; az şey mi! Bence kaçırılmazdı. O yüzden koşa koşa gidip izledim hafta sonu. Ama bu detay izleyicide pek karşılık bulmamış belli ki.. Zira, gösterime girdiği hafta sonunda ‘Maria’yı Türkiye’de sadece 38 bin 162 kişi izledi. Gösterime girdiği 41 ülkede de izleyicilerden yeterince ilgi görmedi. Filmi ana dallarda aday listesine almayan Oscar jürisinin bir bildiği varmış demek! Belki de, dünyanın en ünlü opera sanatçısının izleyicide bir karşılığı yok. Artık o kısmı bilemiyorum, uzmanlar buyursun tartışsın kendi arasında. Filme gelirsek, yönetmen Pablo Larrain imzalı ‘Maria’ oldukça melankolik. Bir zamanlar salonları dolduran Callas’ın sesini kaybettiği, ilaçlara bağımlı olduğu, Paris’teki evinde iki uşağıyla yapayalnız yaşadığı günler... Callas’ın halüsinasyonları ve eski günleri düşünmesiyle birlikte biz de o günlere gidiyoruz ara ara. Alkışları, ilgiyi, anılarda kalan o şaşaalı hayatını özlüyor ‘Maria’. En çok da büyük aşkı Aristotle Onassis’i! Ben bu aşkın detaylarını bilmiyordum; filmi izlerken gördüğümse şu oldu: Güçlü ve narsist bir adamın elinde mahvolan bir kadın daha! Uğruna şarkı söylemeyi bile bıraktığı adamın aşkıyla yorulan, tükenen bir diva. Pek çok yıldızın hayatında olduğu gibi. Anne travmaları desen o da var. Zor bir hayat yaşamış. İlmek ilmek inşa ettiği kariyerini, operayı uğruna bıraktığı adam ise onu terk edip Jacqueline Kennedy ile evleniyor. ‘Maria’ da bunu gazetelerden öğreniyor. Düşünsenize, ne büyük acı. Bir gazetecinin eve gelip onunla röportaj yaptığını hayal ederken “Seninle neden evlenmedi?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Çünkü beni yönetemeyeceğini biliyordu...” Bu gerçek miydi yoksa halüsinasyon esnasında konuştuğu gazeteciye söylediği bu şeye mi inanmıştı bilmiyorum ama sonuçta denklem hep aynı. Bir adam giriyor hayatınıza ve sizi siz olmaktan çıkarıyor! Bu noktada Haluk Bilginer’in muhteşem oyunculuğu ve mükemmel İngilizcesi ile filmde resmen şov yaptığını söylemem gerek. Büyük bir gurur ve keyif onu izlemek. Angelina Jolie’yi sollamış bile diyebilirim, öyle bir seyir zevki. Özetle; ağır akan ve hüzünlü bir kadın hikayesi ‘Maria’. Ama ben sevdim, etkilendim bu hikayeden. Hem opera, hem film; ikisi bir arada ama daha da önemlisi verdiği hayat dersi.

‘Sosyal çürümeye katkı’ ödülü mü versek acaba?

Günlerdir herkes Icardi’nin belalısı Wanda Nara’yı konuşuyor. Konuşulmayacak gibi de değil... Önce bir futbolcu eşi olduğu için, sonra da o futbolcu eşi aldattığı için ve bunu sosyal medyada herkesin gözünün önünde yaptığı için meşhur olan bu kadın, Türkiye’de ‘Yılın Kadını’ seçildi! Şaka dersin ama değil. Çürümüşlüğün arşa çıktığı bu güzide ülkemizde; yediği naneler yüzünden çok konuşuldu diye bir kadın ‘yılın kadını’ seçildi maalesef. Neden diye sormuyoruz çünkü mesele belli: “O çok konuşuldu, bizi de konuşsun herkes” demiş birileri. Madem bu kadar önemli, onları da konuşalım elbette. 17. Best of Europe Awards töreninde verilmiş bu ödül. Töreni organize eden de Tuğçe Sarıkaya isimli biri. Soranlara, bu seçimin yapay zeka yardımıyla yapıldığını söylemiş. Kendisini alkışlıyorum ve tebrik ediyorum... Türkiye’de başarılı, çalışan, üreten, kendi ayakları üzerinde durmayı başaran, zorlanan ama pes etmeyen, yaptıklarıyla örnek gösterilmeyi hak eden onca kadın dururken böyle bir kadını yılın kadını seçtikleri için. Gerçekten tebrikler! Sizi de ‘sosyal çürümeye yaptığınız önemli katkılar için’ mi yılın kadını seçsek acaba? Hatırlayın... Geçtiğimiz yıllarda ‘Yılın Annesi’ ödülü verilen Yeşim Salkım sahneye çıkıp bu ödülü reddetmiş ve ödülünü bir şehit annesine takdim etmişti... Ne şahane hareketti ama! ‘Ne hayatlar, ne kadınlar var bu ülkede’ diyerek ödül vermek bu kadar mı zor ya?

Zenginlerin bebek sınavı...

23 Şubat 2025, Pazar 07:00

Karlı haftanın özeti

Son yılların en soğuk şubat aylarından birini yaşadık, lapa lapa yağan karı gördük, çocuklar gibi mutlu olduk, kartopu oynadık ama bitti. Hafta başından itibaren sıcaklıklar yükseliyor. Evinin dışında çalışanlar, trafikte kalanlar için zordu şu birkaç gün farkındayım...

Yollar felç oldu yine. Otomobilinde kış lastiği olmayan herkes yollardaydı maalesef. Hem yolda kaldılar, hem de milleti yolundan ettiler. En çok üzüldüğüm de laf dinleyip metroyu tercih edenlerdi! Metrodaki o izdiham neydi öyle? Hani diyor ya birileri, ‘Bir tek İstanbul’da mı yağıyor bu kar?’ diye... Hayır ama İstanbul’da yağınca hayat duruyor. Bilmem anlatabildim mi? Aksiliklere rağmen karın tadını çıkaranlar boldu tabii. Ekstrem sporlarla ilgilenen, sörf ustası Kaan Beğeç’in takım elbisesi ve elinde kahve fincanıyla Boğaz’da elektrikli sörf yapması efsaneydi bence. Çağırsa giderdim, o derece özendim. İbrahim Kutluay da Bebek’te kar yağarken denize girdi ama ona hiç özenmedim, izlerken üşüdüm resmen. İnşallah hasta olmaz! Hangi şehirdeydi unuttum, bir okul müdürünün anonsu ise içimi ısıttı resmen. Çocuklar dersteyken “Çok güzel kar yağıyor, sizi kartopu oynamaya çıkarayım mı?” diye megafondan soruyor ve çocukların çığlığıyla dünya birkaç dakikalığına güzelleşiyor. Çocuğa eğlenmesi için fırsat tanımak da eğitimde şart! Peki çocuklar yokuştan kayıyor diye polisi arayan mahalleliye ne demeli? Muhtemelen bir kaza olmasın diye polis arandı ama sonuçta polis de, naylon poşetlere yatıp mahalledeki çocuklarla yokuştan kaymaya başladı. Polisin yerinde müdahalesi diyebilir miyiz buna? (Gerçi Amerika’danmış bu görüntü. Olsun hayali bile güzeldi.) Erzincan’da okulları tatil etmeyen valiye kartopu atan öğrencilere ise çok güldüm. Neyse ki başlarına iş gelmemiş, vali de oyuna girmiş bir şekilde. Tatliş valiye helal olsun. Bir de Burak Özçivit ve Fahriye Evcen çiftine güldüm... Evlerinin bahçesinde kayak kıyafetleriyle poz vermeleri nerden baksan komik! Yahu insanın her şeyi mi sahte olur, abartı olur? Ama mahallede kayak takımlarıyla yokuş aşağı kaysalar yadırgamazdım, hakkını vermiş olurlardı. Yapan oldu çünkü; İstanbul’da bir kız, kayağıyla mahalledeki yokuşta kayak yaptı, o anları da Instagram’dan paylaştı. Güzel hareketti bence. Hepsini gülümseyerek izledim... Kar böyle iyi geldi işte, yumuşadık sanki biraz. Ha, bir de barajlara yaradı bu yağışlar. En azından faydasını da görmüş olduk.

 

Oscar’ın Türk yıldızı

2 Mart’taki Oscar gecesinde Türk filmleri yarışmıyor maalesef. Belki şöhretli bir Türk de katılmayacak ama onlar yerine bir Türk markası after party’de boy gösterecek. Oscar sonrasındaki partinin geleneksel şefi, Türkiye’deki Spago restoranın da şefi olan Wolfang Puck. Ve ünlü şefin hazırladığı yemekler, bir kez daha Türk markası Karaca tabaklarla servis edilecek. Bir kez daha diyorum çünkü geçen sene de aynı davette Karaca markası kullanılmıştı. Bu parti için tam 10 bin parça ürünün Los Angeles’a gideceğini söyleyen Karaca CEO’su Fatih Karaca, Karaca Red Carpet Collection serisinin, daha sonra Puck’ın farklı restoranlarında kullanılacağının da altını çizdi. Bir Türk markası adına gurur verici değil mi?

 

Kindness, cuteness paylaşımlar!

20 Şubat 2025, Perşembe 07:00

Yaş terörüne en iyi cevabı ‘Bridget Jones’ veriyor

Yeni bir dizi vesilesiyle ‘Merve Dizdar’dan üniversite öğrencisi olur mu?’ sorusu sık sık karşımıza çıkıyor bu ara... Malum diziyi izlemedim henüz, dolayısıyla izleyici yaş terörü mü yaratıyor yoksa gerçek anlamda bir inandırıcılık sorunu mu var bilemiyorum. Ama yaş ayrımcılığının bolca yapıldığı şu acımasız dünyada, birileri de elini taşın altına sokuyor ve ‘hoop bi’ dakika, yaş ne alaka, kadınlar yaş alınca hayatları bitmez’ diyerek o bakış açılarına çomak sokuyor bir güzel. Çok da iyi yapıyorlar bence, ezberleri bozmak iyidir. İyidir iyi olmasına ama sinema dünyası bu konuyu hep aynı yerden ele alıyor nedense...

Yaşlı kadın-genç erkek ilişkisi üzerinden bu algıyı kırmaya çalışıyorlar. Neden bir kadın, yaşıtıyla yeni bir aşka yelken açmasın ki? Ama sinema dünyası bunu tercih etmiyor işte. Bu anlamda, son zamanlarda izlediğim iki filmle konuya dalacağım: ‘Baby Girl’ filminde Nicole Kidman, genç stajyeriyle tabuları kırıyordu ama film vasat olunca, anlam kaymıştı maalesef. Taze vizyona yeni giren ‘Bridget Jones: Onun İçin Çıldırıyor’ ise söylenmesi gereken her şeyi çok güzel söylüyor bence. Evet, gözbebeğimiz ‘Bridget Jones’ dördüncü filmle geri döndü. Renee Zellweger’in hayat verdiği ‘Bridget Jones’ bu kez 47 yaşında, iki çocuklu bir dul. Kocasını kaybetmiş, 4 yıl boyunca onun yasını tutmuş, kendini unutmuş bir halde. Çevresinde akıl vereni bol ama! ‘Kendini çocuklarına ada’ diyenlerle ‘kendini sakın unutma’ diyenler birbiriyle yarışıyor. O da istiyor birini ama cesareti yok. Her zamanki dağınık ve sarsak haliyle fırsatı da yok! Ya kocasının anısına saygısızlık olursa, onu da bilemiyor. Sonra 28 yaşında bir genç giriyor hayatına. İyi de geliyor ama sonunda emeklilikte yaşa takılanlar gibi, iş gelip yaşa takılıyor. Adam korkuyor kaçıyor, Bridget’i de bir anlamda kendine getiriyor. Zaten kadının ilerleyen yaşında mutlu olması için ille de genç erkeğe ihtiyacı yok ki! Tam da bu noktada, “iyi de yaşlı adamların da yaşıtı kadınlara baktığı yok” derseniz, ona da diyecek lafım yok bu arada! Sadede gelirsek... Vizyonda ilk filmin yanından bile geçmeyen, vasat bir ‘Bridget Jones’ var ama kadınların orta yaş kaoslarıyla ve sorunlarıyla çok güzel yüzleştiriyor seyirciyi. Bizi eksiklerimizle, memnun olmadığımız yanlarımızla, yaşımızla, kilomuzla barıştırıyor bir nevi. Diyor ki, “Hayatın farklı döngüleri var, şimdi sıra bunda, bunu yaşayacaksın ve tadını da çıkaracaksın. Yas tutmak, yaş almak belki çok hüzünlü ama güzel tarafları da var...” Biz kadınları bir üst level’a hazırlıyor sanki.

Biz bu kadını neden sevmiştik?

Sahi, neden sevmiştik biz bu ‘Bridget Jones’u? Vizyonda serinin yeni filmi varken, hatırlayalım... Kadın yazar Helen Fielding’in kaleminden çıkan bu kahramanla 2000’lerin başında tanıştık. Bütün dünyada ‘Bridget Jones’ fırtınası esmiş, kitabın filmi de çekilmiş ve çok izlenmişti. Bu kadını çok sevmiştik çünkü o da bizim gibiydi... Kilosuna takmış, asla zayıflayamayan bir kadındı. Hayatıyla ilgili kararlar alan, bunları günlüğüne yazan ama asla onları hayata geçiremeyen biriydi. Bizim gibi kişisel gelişim kitapları okuyor ama iş uygulamaya gelince tam zavallıydı. En bombası da, 30 yaşını geçmiş kızları hâlâ koca bulamadığı için panik olan anne ve babası vardı. Tıpkı bizim gibi! Ukala evlilerin küçümseyici davranışları nedeniyle düzgün bir koca arıyordu. En başta da düzgün bir sevgili. Uzatmaya gerek yok, kendini beceriksiz, yetersiz, ümitsiz ve mutsuz hisseden her kadın kendini ‘Bridget Jones’ta bulmuştu. Renee Zellweger’in oynadığı filmin ikincisi de çekilmiş; komik, sakar, elini attığı her şeyi felakete dönüştüren ‘Bridget Jones’ iki erkek arasında kalmış, bu savaştan yorulmuş, sonra yine yalnız kalmıştı... Sonra üçüncüsü çekildi, tam bir hayal kırıklığıydı film ama hep sempatik ve eğlenceliydi. Şimdi de ‘50 yaşına yaklaşmış işi bitmiş’ diyenlere inat, mutlu olmayı öğrenen bir ‘Bridget’ var vizyonda. Kadınların 40’tan sonra da, hatta anne olduktan sonra da çok güzel ve tutkulu bir ilişki yaşayabileceğini anlatıyor seyirciye. Bizi kendimizle barıştırıyor deyim yerindeyse. Ben de ‘eski bir dosta bakmaya’ gider gibi gittim, izledim; iyi geldi. Belki size de iyi gelir.

Filmi rüzgara bırakmışlar!