Şirin Sever

17 Mart 2024, Pazar 07:00

'Dalgakıran'; Tek kişilik müthiş bir performans

Kültür ve sanatı yaymak için uğraşanlar, her şekilde kendine bir yol buluyor. Elindeki imkanları, insanlara ulaştırmak için çaba sarf ediyor mutlaka. Onlardan biri de Muzaffer Yıldırım... Cinemaximum sinemalarını kuran, bunları Güney Korelilere sattıktan sonra filmlere ve tiyatro oluşumlarına yatırım yapan bir girişimci. İstanbul ve Çeşme’deki The Stay otellerinin de sahibi. Çeşme’de 12 ay açık olan oteli The Stay Warehouse’ı kış aylarında da hareketlendirmek, aynı zamanda Alaçatı’yı cazibe merkezi yapmak için tiyatro oyunlarını oteline taşıyor epey bir süredir.

Geçen hafta sonu işte bu sebeple, yani tiyatro izlemek için gittim Stay’e. Serkan Altunorak’ın tek kişilik oyunu ‘Dalgakıran’ı izledim. Eleştirilerde söylendiği gibi, insanı alt üst eden bir performans gerçekten. 30’lu yaşlarında bir fotoğrafçı, aşık bir koca ve bir baba olan Alex, kızını kaybetmenin içinde yarattığı dev boşluğu anlatıyor seyirciye. Bir dalgakıran gibi, ‘denizin ortasında yüzlerce metre derine inen bir duvar’ gibi içindeki o boşluk. Tanrı’nın anlamını sorgulatan bir boşluk. 60 dakika boyunca zamanı geriye sarıyor, hatırlamaya çalışıyor, öfkeleniyor, gülüyor, salya sümük ağlıyor ve müthiş bir performansla anlatıyor. Çağdaş İngiliz yazarlardan Simon Stephens’ın kaleminden çıkan oyun, Çağ Çalışkur’un rejisiyle sahnede. Yüksekçe bir platformun üstünde, sandalyesinden hiç kalkmadan anlatan Altunorak yasını bize de yansıtyor. Işıklar yanıyor, Altunorak sahneden inip gidiyor ama alkışlamak aklımıza bile gelmiyor uzun süre. Kalakalıyoruz öylece. İzlemenizi tavsiye ederim, çok etkileneceksiniz.

İŞTE BUNLAR HEP GURUR!

* Prof. Dr. Aziz Sancar’ın davetiyle ABD’ye araştırmacı olarak giden ve şu an Harvard Tıp Fakültesi’nde görev yapan 36 yaşındaki Dr. Mehmet Furkan Burak, geçen yılın ardından bu yıl da Amerika’da ‘yılın en iyi doktorları’ listesine seçildi. Bu listeye Amerika’daki hekimlerin yüzde 6’sı girebiliyor. Harvard Üniversitesi’nde Genetik ve Kompleks Hastalıklar bölümünde göreve başlayan Dr. Burak; şu anda obeziteye karşı geliştirdiği ilacın insanlı deneylerine devam ediyor.

* Alperen Şengün, tarihin en pahalı sporcusu olabilir! Takımı Houston Rockets, NBA’de harika bir sezon geçiren ve oyunuyla yıldızlaşan Alperen Şengün’e 5 yıl için 225 milyon dolar teklif etmeye hazırlanıyor. Milli yıldız, bu rakama imza atarsa tarihe geçecek.

* Hollywood’un en büyük gecesi Oscar ödül töreninde bu yıl yemekler Karaca takımlarla servis edildi. 30 yıldır törenin yemeklerini hazırlayan ünlü şef Wolfang Puck tarafından seçilen özel Karaca koleksiyonu, böylece Hollywood’da da görücüye çıkmış oldu. Şahane değil mi?

14 Mart 2024, Perşembe 07:00

Çocuğa değil keyfine bakanlar

Hep söylerim; herkes çocuk sahibi olmak zorunda değil. Yani ‘yaşım geldi çocuk yapayım, madem evlendim bir de çocuk patlatayım’ diye bir şey yok. Olmamalı zaten. Çocuk böyle yapılmamalı. ‘Çocuk falan bakamam’ diyenler de kendini biliyordur, asla kınanmamalı. Ben mesela, bir çocuğa bakabileceğime inansaydım yapardım ama keyfime bakmak istedim; bu kadar basit. Oyuncu Gülçin Santırcıoğlu da tıpkı ben!

Bir TV programında sorulunca, ‘çocuk sahibi olmak istemediğini, o parayla gezmeyi tercih ettiğini’ söyledi diye tepki görüyor. Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur çünkü, böyledir. Demet Akalın mesela, bu açıklamaya tepki gösterenlerden. “Çocuğu da masraf ve ihtiyaç olarak gören biri, iyi ki evlat sahibi olmamış, kaza bile olsa. ‘Tercih etmedim’ de geç, ne o ‘yok parayı yiyeceğim’ falan...”

Hiç katılmıyorum Demet’e. Çocuk demek büyük masraf değil mi? Süslü ya da kibar cümleler kullanınca sonuç değişmiyor ki. Çocuk sahibi olan arkadaşlarım her gün okul paralarına ağlıyor. Bizim kuşağın okuduğu mahalle okulları kalmadı ki. Özel okuldu, servisiydi, yemeğiydi, kitaplarıydı derken en yakın arkadaşım, “İyi ki ikinci çocuğu yapmadım, ilkine baktığım gibi bakamazdım” diye şükrediyor. E şimdi ayıp mı ediyor?

Yoo, neyse onu söylüyor kızcağız. Herkes Demet Akalın gibi imkanlar sunamıyor olabilir çocuğuna, bunda ayıp da yok, günah da. Parayı yeme meselesine gelirsek... O da hiç abes gelmiyor bana. Hayatta yapmak istediklerini ertelediğinde, görmek istediğin yerleri görmediğinde, hayallerini gerçekleştirmediğinde ve tüm bunlar yerine çocuğun özel okulu için para biriktirdiğinde daha mutlu bir anne baba olmayacaksın! Aklın hep dışarda olacak, çocuk baktığın her güne lanet edeceksin. O yüzden Gülçin Santırcıoğlu çok harbi bir yerden yapmış açıklamasını, içindeki neyse onu söylemiş. Naçizane, helal olsun derim ancak.

Geçen gün şarkıcı ve aktris Lily Allen da benzer açıklamada bulunmuş... İki çocuğunu da çok sevdiğini ama onlar yüzünden pop müzik kariyerinin mahvolduğunu söylemiş. “İnsanlar aynı anda her şeye sahip olabileceklerini söylediklerinde gerçekten sinirleniyorum çünkü açıkçası bunu yapamazsın” diye eklemiş. Cesur bir açıklama, üzerinde düşünülesi. Çoğu insan kabul etmek istemez ama mutlaka çocuklar yüzünden bir şeylerden vazgeçiliyor. İnsansın, çok normal bu ama etrafa hep ‘ben her şeyi yapıyorum’ ispatındasındır. Peki ya içinde ukde kalanlar? O yüzden ‘Çocuk bakmak yerine keyfime bakıyorum’ diyeni kınamayın. Herkesin hayatı kendine.

‘Katil’ bağırışları bile ona yeter!

Kedi Eros’u vahşice katleden İbrahim Keloğlan, dün sabah hakim karşısına çıktı. Savcı “Sanık, kediyi kaçmasına rağmen ısrarla takip etmiş, merhametsiz ve acımasız bir şekilde canavarca hisle öldürmüştür” diyerek sanık hakkında üst sınırdan ceza verilmesini ve tutuklanmasını talep etti ama maalesef cani şahıs, iyi hal indirimiyle yırttı. Bu şahıs tutuklansaydı, belki de örnek olacaktı; kolay kolay başka bir hayvanın eziyet görmesi, öldürülmesi mümkün olmayacaktı. Olmadı. Her zaman olan oldu, olan ölene oldu. Ama adliye görüntülerine denk geldiyseniz eğer, ‘Katil İbrahim’ diye bağıran o kalabalığı gördüyseniz, o caniye bu ceza bile yeter! Yetmez de, hani hayat boyu o bağıranları ve yaşadığı şeyi unutamayacak bence. İnsanların birlik olması, güçlü durması her şeye rağmen iyi geliyor. Keşke başka haksızlıklar karşısında da böyle olunsa, böyle durulsa diye geçiyor insanın içinden ister istemez.

10 Mart 2024, Pazar 07:00

Sabiha Gökçen Havalimanı’na sakın arabanızla gitmeyin!

Dünyanın neresinde otoparkını kullanamadığımız için uçak kaçırdığımız bir havalimanı olabilir? Tabii ki İstanbul’da! Şimdi izninizle başıma geleni anlatayım... Cuma sabahı 08.25’te Antalya uçuşum var; öğlen saatlerinde turizm ve gastronomi konferansı F Summit’te bir oturum sunacağım. Antalya uçakları full, dolayısıyla mecbur kaldım Sabiha Gökçen’den uçacağım. Yağmurlu, epey trafikli bir sabah Tarabya’daki evimden arabamla çıktım. Boarding’den epey önce de alana vardım ama otoparka girmek namümkün. Zira görevliler kapıda, “Yer yok, otopark dolu, devam edin” diye herkesi kış kışlıyor. Kafamı uzatıp, “Nereye park edebilirim?” dedim, “Yukarıda vale var” dedi. “Peki” dedim, o havalimanı trafiğinde bir tur daha atıp, giden yolcu katındaki vale kulübesinin önüne geldim. Onlar da “Alamıyoruz, otopark dolu” demesin mi? “Peki ne yapalım?” dedim. “Havalimanı dışında başka otoparklar var” dediler. “Oradan nasıl geleceğiz?” dedim, “Servis var” dedi biri. Havalimanına girerken yaşadığım trafiği düşündüm, çıkarsam asla yetişemem uçağa. İlerlerken, yolun kenarına park eden araçlar gördüm. Halihazırda park etmeye çalışan birine sordum: “Buraya park ediliyor mu?” “Hayır çeksinler diye bırakıyorum!” dedi. Dalga mı geçiyor diye anlamaya çalışırken, o devam etti: “Çekici gelip çeksin diye bırakıyorum, yoksa uçağı kaçıracağım. Sonra götürdükleri yerden alırım aracı, başka çarem yok!” Olaya bakın; insanlar öyle çaresiz ki, bile bile araçlarını sağa sola bırakıyor, polis çeksin diye. Dünya markası bir havalimanı! Baktım, 7-8 araç arka arkaya park etmiş; ben de öyle yapayım dedim çünkü boarding’e 20 dakika kalmıştı artık. Tam araçların önüne hizalanırken polis geldi, “Çıkın, park etmeyin” dedi, diğer araçların da plakalarını almaya başladı bir bir. Özetle aracımla öylece ortada kaldım, iyi mi?!! Dışarıdaki otoparka yönelirken, milim milim ilerleyen trafikte başaramayacağımı anladım. Organizasyon ekibine gelemeyeceğimi bildirip yola devam ettim. Dönüşte köprü trafiği de başlayınca, nerdeyse 5 saatlik bir macera yaşamış oldum. Sabahın köründe nasıl bir eziyet ancak yaşayan bilir! Olayı anlattığım herkes ‘Sabiha Gökçen’e arabayla gidilmez bilmiyor musun?’ deyip durdu. Hayır bilmiyorum! Taksi bulamadığımız bir şehirde, Tarabya’dan Sabiha Gökçen’e başka nasıl gidilir söyleyin bana. Fahiş otopark ücretlerini, vale ücretlerini, çekici parasını falan her şeyi göze alıyorsun ama yine de o uçağa binemiyorsun! Orada yaşanan o kaosun, insanların perişanlığının tek bir adı var; rezillik! O da bizde bol nasılsa, o yüzden kimsenin umrunda değil.

ADAM GİBİ ADAM EDA!

Bir 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü daha geride bıraktık. Markaların kadınlar günü mesajları, çekilen reklam filmleri, projeler, kampanyalar, farkındalık çalışmaları çok güzel de... Bunları hayatın içine yaymayınca, içselleştirmeyince pek bir anlamı olmuyor. Bakın 8 Mart’ın en iyi, en yerinde işi voleybolcu Eda Erdem’in heykelinin dikilmesiydi bana göre. Filenin Sultanları’nın kaptanı olarak sonuna kadar hak ediyor bunu. Ama gelin görün ki o törende bile Eda için “Kaptan gibi kaptan, adam gibi adam” cümleleri kullanıldı. Söyleyen kişi, Türkiye Voleybol Federasyonu Başkanı Mehmet Akif Üstündağ olduğu için çok tepki çekmedi çünkü Başkan voleybolcu kızların başarısında çok payı olan, onlara her daim sahip çıkan biri. Başkan Ali Koç ve Eda Erdem’in o sırada gülüşmesi de bu yüzdendi. Ama asıl mesele de bu zaten... Kadın voleybolunun başındaki isim dahi böyle konuşabiliyorsa, ağzından istemsizce böyle şeyler çıkıyorsa, sokaktaki adama nasıl kızalım?! Demem o ki, kafalar değişmedikçe dil de değişmeyecek.

HEYKEL OLMUŞ MU PEKİ?

Bu arada sosyal medyada epeyce tartışılan heykele dair de bir iki söz edeyim, içimde kalmasın... Eda Erdem’in heykeli için şahane bir poz seçilmiş; kadının güçlü duruşunu gösteren şahane bir an, evet. Ama bir kadın heykeli bu kadar mı erkeksi olur yahu? Helkeltıraş Pınar Doğan Öktem, heykelin bazı bölgelerinin ‘erkeksi’ olduğuna dair yapılan eleştirilere karşılık, “Aydınlatma hatası var” dese de, heykelin suratı bile fazla erkeksi hatlara sahip. Demek ki kodlarımıza işlemiş bu erkek egemen dünya. Heykel işinde sınıfta kalmış bir milletiz zaten, keşke bütün ülkenin sahiplendiği bir kadının heykelini Madame Tussauds’cular yapsaydı.

ANNE DEĞİL CANAVARMIŞ!

Çaldığı araçla kaza yapıp bir kişinin ölümüne sebep olan oğlunu yurtdışına kaçıran Eylem Tok’u konuşuyor bütün ülke. ‘Can havliyle oğlunu korumaya çalıştı, haklı değil ama her anne yapar’ falan dedik de... Kadının içinden canavar çıktı! Yaralananların telefonlarını alması; vicdansızlığı geçtik, resmen bir suç. “Bugün olsa yine yaparım, ülke bana ‘çocuğa bir şey yapmayacağız’ desin hemen dönerim” demeler falan. Diplomatik dokunulmazlık istiyor herhalde çocuğuna! Bu gözü dönmüş anneye karşılık, evladını kaybetmiş baba da bir o kadar naif: “Yavrumuz gelsin adalete teslim olsun!” diyor sadece. Zaten Türkiye’de hapis cezalarından yırtmanın bin bir formülü var; Ali Eyüboğlu hatırlatmış geçen gün, alkollü araç kullanıp üç kişinin ölümüne neden olan yazar Emrah Serbes bile 4 yılda içeriden çıktı. Siz bu becerinizle zaten o çocuğa ceza falan da çektirmezsiniz. Ama dönün ki, kamuoyu vicdanı yaralanmasın, acılı ailenin içi soğusun, kimse de sizi örnek almasın! Fakat, bence o anne, o çocuğu hayatta Türkiye’ye getirmez, buraya yazıyorum.

07 Mart 2024, Perşembe 07:00

Sen bir anneysen, orada ölen de bir baba!

Çok acayip bir hikaye bu... Yazarmış Eylem Tok, hiç duymadım. Kocası da ünlü bir estetik doktoru, Bülent Cihantimur. Önceki gün, 16 yaşındaki oğulları T.C. annesine ait Porsche aracı izinsiz alıyor ve alkollü şekilde kullanıyor. Kaza yapıyor ve 5 kişiye çarpıyor. T.C. annesini arıyor ve yardım istiyor. Eylem Tok da olay yerine geliyor, kime ne oldu bakmadan, oğlunu Mısır’a kaçırıyor. Bu aklı veren de avukatlarıymış. Zira Mısır’da suçluyu iade etme anlaşması yokmuş. (Dedikodular böyle) Annenin yurt dışına çıktıktan yani çocuğunu güvene aldıktan sonra yaptığı açıklama daha da acayip. Özetle şöyle şeyler söylüyor:

Oğlumun bizden habersiz arabamla çıkmasının sorumlusu benim.

Bir anne olarak oğlum darp edilir mi, başına bir şey gelir mi, ne olduğunu anlayana kadar yurt dışına çıkarmak istedim.

Mağdurun öldüğünü dahi bilmiyorduk.

Annelik içgüdüsü, lütfen beni de anlayın.

Kendim ve oğlum adına özür diliyorum. Birincisi; bu özrün hiçbir kıymeti yok çünkü kazada bir çocuk babası Oğuz Murat Acı hayatını kaybetti. Orayı geçelim. Açıklama -belli ki- avukat eliyle hazırlanmış dört dörtlük bir mağdur edebiyatı. ‘Çocuğum değil ben suçluyum’ hesabı! Kimse etkilenmedi, orayı da geçelim! Gelelim asıl meseleye... Dün gece bir yemekteydim ve bütün gece masada bu olay tartışıldı. ‘Her anne baba aynısını yapar mıydı?’ sorusu atıldı ortaya. Muhtemelen yapardı! Eğri oturalım doğru konuşalım; hiçbir anne baba 16 yaşındaki çocuğunu hapse yollamak istemez, başına ne geleceğini bilmeden öylece durup beklemez. Peki buna hak mı verelim? Asla! Giden bir can var, işin içinden öylece sıyrılmaları kabul edilemez. Daha da fenası şu; anne oğul havalimanında tatile çıkar gibi şen şakrak. Görüntüleri izleyince ‘pes’ dedim. Ölen var mı bilmesen, sadece kaza yapsan bile sarsılırsın biraz be, yuh! Anne ‘Mağdurun öldüğünü bilmiyorduk’ diyor ya...

Yahu nasıl bir insanmışsın ki, ölen yaralanan var mı bakmadan, ambulans çağırmadan kaçmışsın oradan? Nasıl bir umursamazlıktır bu? Ayrıca nasıl bu kadar çabuk organize olup o uçağa binildi acaba? Bu da ayrı bir soğukkanlılık gerçekten. Sözün özü; o çocuk gelmeli, paşa paşa cezasını çekmeli, kimseye kötü örnek olmamalı, adalet terazisi bozulmamalı. Evlat yetiştirmek de böyle olmamalı zaten!

29 Şubat 2024, Perşembe 07:00

39 yaşındaki Almanya güzeli neler düşündürtüyor insana?

Geçenlerde sosyal medyada çok güldüğüm bir paylaşım vardı... Geçirdikleri estetik müdahaleler sayesinde artık ‘başkalaşmış’ bazı ünlü isimlere güzellik sırları sorulmuş. Onlar da sıralamış; uyku, su içmek, yok efendim genetik falan filan...

Evet, biz de yedik! Yahu yıllar içinde gözümüzün önünde bambaşka biri oldun, atmasan mı artık? Neyse ki herkes her şeyin farkında. Diyeceğim şu: Mesele estetik yaptırmak ya da ne kadar estetik yaptırdığın değil, hepimiz yaptırıyoruz zaten. Mesele yalan söylemeniz, insanları enayi yerine koymanız. İsteyen istediği kadar estetik yaptırabilir, kim nasıl iyi ve mutlu hissediyorsa öyle olabilir ama yalan söylemek başka bir şey. Öte yandan şu da bir gerçek, dünyada güzellik algısı değişiyor...

Klasik güzellik dediğimiz, ne bileyim mesela altın oran bir surat (o da ne demekse!) porselen gibi bir yüz, renkli gözler, iri dudaklar ya da Barbie bebeklerle ilişkilendiren güzellik artık geçer akçe değil. Güzellik yarışmalarının kriterleri bile değişti. Mesela geçen gün Almanya’da düzenlenen ‘Miss Germany 2024’ güzellik yarışmasını 39 yaşında, iki çocuğu olan İranlı mimar Apameh Schönauer kazandı. Okuduklarıma göre, Apameh Schönauer 15 bin kadını geride bırakarak birinci olmuş. ‘Miss Germany’ yaş sınırını geçen yıl kaldırmış bu arada. Düşünün, yıllar önce evlenip boşandığı anlaşılınca tacı elinden alınan Hülya Avşar’lar vardı. Şimdi iki çocuklu kadınlar birinci! İki çocuklu kadın güzel olamaz mı? Olur elbette ama farklı klasmanlardı bunlar, artık bütün sınırlar kalktı. Özetle, güzellik artık bambaşka şeyler ifade ediyor.

Estetik isteyen yine yaptırsın ama bu kadar takmasın, diğer şeyleri de ıskalamasın diyorum naçizane. Mesela 6 yaşındayken ailesiyle Almanya’ya göçmüş 39 yaşındaki İranlı Apameh Schönauer’e bakın... Kendini bir rol model olarak gördüğünü ve genç kadınları cesaretlendirebilmeyi ümit ettiğini söylüyor kazandıktan sonra yaptığı konuşmada. Kendi rol modellerinin ‘İran’da özgürlükleri için sokaklara çıkıp gösterilere katılan ve seslerini yükselterek her gün kendi hayatlarını riske atan güçlü ve cesur kadınlar’ olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “Benim misyonum, bilhassa genç kadınları kendilerinin en iyi versiyonu hâline gelmeleri, büyük ve cesur düşünmeleri ve buradaki hayallerini gerçekleştirebilmeleri için teşvik etmek.” Bilmem anlatabildim mi?

KAHVALTI TERÖRÜ

Yok, serpme kahvaltıdan falan bahsetmiyorum... Genel olarak kahvaltıyı yazı konusu yapıyorum bugün. Sabah gözünü açar açmaz ‘kahvaltı hazır mı’ diye soranları masaya yatırıyorum. Sabahın zifiri karanlığında dahi kalksa, kahvaltı yapmadan evden çıkmayanlara takığım ben, içimi az biraz dökmek istiyorum. Ya gece uykunda ne yaşadın da, gözünü açar açmaz büyük bir iştahla zeytin peynir yumurta yiyebiliyorsun diye sormak istiyorum! Daha gözündeki çapaklarını temizlemeden çay koymalar, her sabah bıkıp usanmadan zeytini, peyniri, ekmeği masaya dizenler; nasıl oluyor da usanmıyor? Anne baba evinde oluyor genelde, onlar gelebilir ya da siz onlara gitmiş olabilirsiniz fark etmiyor; her sabah cümleler şöyle sıralanıyor: Kahvaltı hazır yemeyecek misin, kahvaltını yap hadi, çay soğudu otursana, yesene, ee kahvaltı nerde, hadi kahvaltı, ekmek de ye, aa yemeden çıkılır mı gibi gibi. ‘Ben kahvaltı yapmıyorum’ desen bu kez ‘aa kahvaltısız olur mu?’ konuşmaları. Yemin ediyorum kahvaltı demek evde sabah terörü demek! Yahu uyanmış olabilirim ama daha afyonum patlamamış, ben ben değilim, bir kahve bile içmemişim, bu arada ‘kahvaltı hazır mı’ soruları nedir, nedendir? Ben elime bir simit alıp çayla/kahveyle dünyanın en iyi kahvaltısını yapabilirim ama anne babalara göre o masaya oturulmadıysa, peynir zeytin yenilmediyse kahvaltı yapmamış sayılıyorsun. Kim bu kahvaltıyı bu kadar önemli yaptı, vallahi anlamadım. Ne kahvaltıymış arkadaş!

Sevgili Danimarka halkı...

25 Şubat 2024, Pazar 07:00

İstanbul Modern’de ‘Uzun Cuma’

Geçen cuma akşam üzeri İstanbul Modern’deydim... Sanat dolu yeni işbirliğini dinlemek için gittim bu kez. Nedir bu işbirliği? İstanbul Modern ve Mastercard güçlerini birleştirmiş, ‘Uzun Cuma’ dedikleri bir etkinlik hayata geçirmişler. Ne olacak bu etkinlikte peki? Sanatseverler cuma günleri, saat 18.00’de müze kapandıktan sonra da bilet alıp saat 20.00’ye kadar müzeyi gezebilecek.

Giriş bileti Mastercard’lılara yüzde 50 indirimli olacak. Müze bileti alan herkes, cuma akşamları düzenlenen konser, etkinlik ve atölyelere ücretsiz olarak katılabilecek. Müzenin 20.00’ye kadar açık olduğu cuma günleri, ayda bir kez de konser olacak. İşte bu ‘Uzun Cuma’ etkinliğinin ilkinde, Türkiye’nin önde gelen caz müzisyenlerinden oluşan Elif Çağlar Quartet’ı dinledik. Etkinliğe ilgi büyüktü ve akşam saatlerinde bile müze cıvıl cıvıldı. Biz bu tatlı işbirliğinin detaylarını dinlerken güzel bir haber geldi: İstanbul Modern binası bir kez daha ödül aldı! Dünyanın önde gelen mimarlık platformlarından ArchDaily’nin kültürel mimari kategorisinde ‘Yılın Binası’ ödülüne layık görüldü İstanbul Modern. Renzo Piano tasarımı olan bina; daha önce de Architectural Digest’in ‘2024’ün Harika Eserleri’ listesinde, ardından National Geographic’in ‘Dünyanın En İyileri’ sıralamasında yer almıştı. Sanat eserlerinin önüne geçmeyen mimarisi, sadeliği, ferahlığı, çok amaçlı oluşu, Boğaz’ın müthiş manzarası ile bütünleşmesi ile ‘Yılın Binası’ ödülünü sonuna kadar hak ediyor İstanbul Modern ve İstanbul’a çok yakışıyor.

 

Anna Vissi ve Demet Özdemir sahnede

ŞEHİRDE NELER OLUYOR?

Anna Vissi yine gelecek

Geçen çarşamba akşamı herkes Maslak’ta yeni açılan Hol isimli etkinlik mekanındaydı. Abartmıyorum, 300 metrekarelik mekanda resmen izdiham vardı çünkü Yunanistan’ın divası Anna Vissi mekanın açılışı şerefine sahnedeydi. Bu kadar tanıdık simanın ve ünlü ismin orada olmasının nedeni Anna Vissi kadar, mekanın sahiplerinden ikisinin, İstanbul’un en eğlendiren, en göbek attıran mekanlarından Esnaf’ın da ortakları olmasıydı. Atilla Bingöl ve Feyzan Cihan’ın bu yeni mekanda iki ortağı daha var; oyuncu Demet Özdemir ve oyuncu Anıl Çelik. Anna Vissi ile açılış yapıldı ama Hol sadece bir konser alanı değil; dizi setlerine de kiralanan bir etkinlik mekanı. Peki politik nedenlerle Türkiye’ye hiç gelmeyen Anna Vissi’yi nasıl ikna ettiler? Zira bugüne kadar tek bir kez, özel bir ev partisi için Türkiye’ye geldi ve şarkı söyledi Vissi. Atilla Bingöl’ü aradım ve sordum; “Neredeyse bir yıldır en doğru iletişimi kurmak, anlatmak ve ikna etmek için çabalıyorum” dedi. “Peki tekrar gelecek mi?” dedim; “Şu an pazarlık yapıyoruz, anlaşmaya çalışıyoruz” dedi. Yani her an bir Anna Vissi konseri daha olabilir! İnşallah anlaşırlar çünkü Anna Vissi efsane bir isim ve Türkiye’de de hayranı çok. Google’a sorsan 66 yaşında ama fotoğrafını o gece her paylaştığımda yorumlara yazılanlara göre 70 yaşında. Neyse ne, fiziğiyle, şarkılarıyla, enerjisiyle müthiş. ‘Yunanistan’ın Ajda’sı demeleri de ondan! Bu arada “Hol’de başka konserler olacak mı?” diye de sordum. “Burası bir member klüp. Yani üye kulubü. 24 loca var ama başkalarının da girebileceği özel konserler olacak. Çok özel isimler çıkartacağız. Remos var sırada mesela” dedi. O zaman biz de beklemedeyiz.

22 Şubat 2024, Perşembe 07:00

Eski eşim çok kazanıyor o baksın çocuklarımıza!

Ünlüler dünyasında bir nafaka kavgası daha… Valla bu bir kısım erkeğin çocuk yapmaya gelince pek hevesli, boşanınca o çocuklar onun değilmiş gibi son derece alakasız davranmaları çok ayıp. Konunun benimle alakası yok, çocuğum yok derdim yok çok şükür ama konu çarşaf çarşaf manşetlerde yer alınca fikir beyan etmem şart oldu. Yani aslında bu yoktu; içimden geldi.

Olay şu: Oyuncu Wilma Elles’in boşandığı eşi Kerem Göğüş, 1.500 Euro’luk nafaka miktarının kaldırılması için mahkemeye başvurmuş. Elles ise “Kerem hiçbir zaman nafaka ödemedi, çocuklarına kıyafet bile almadı” demiş. Wilma Elles’in tekrar evlenmiş olması da, beyefendi için mesele olmuş olabilir tabii... Çocuklarına ‘cici baba’ mı baksın istedi, adamın durumu mu yok, canı nafaka vermek mi istemedi, oraları bilmeden konuşmak doğru olmaz ama ben bu hikayelerde hep şunu söylerim: Kendinize güvenmiyorsanız, yarınınız belli değilse çocuk yapmayın kardeşim! Sonra çıkıp “Wilma benden çok kazanıyor” gibi zavallı açıklamalar yapmak zorunda kalmazsınız. Elbette anne de, baba da gelirleri oranında çocuğa bakacak ama senin üzerine düşen bir sorumluluk yok mu? Burada sözümüz, döviz cinsinden ya da fazla nafakaya dair değil…

Sözümüz, çocuklarına bakmak istemeyen, boşandığı eşe destek olmayan ebeveynlere! Hatırlayın, Cem Yılmaz ve Ahu Yağtu arasındaki nafaka sürecinde de benzer bir durum yaşandı. O zaman anneyi haksız buldum çünkü döviz yükselince, astronomik rakamlara yükselmişti nafaka miktarı. Olay nafaka değil, zenginleşmeye giriyordu bildiğiniz! Üstelik Cem Yılmaz çocuğuna bakmayan bir ebeveyn değildi, zaten her şey ortada yaşanıyor. Sonuç ne oldu bilmiyorum ama Cem Yılmaz son stand up gösterisinde nafakaya dair öyle espriler yaptı, eski eşine öyle göndermelerde bulundu ki, belli ki canı yanıyor ve işi espriye vurmuş artık.

Neyse, yazı konusu kişiler değil özetle... Sorun, herkesin anne baba olmak zorunda hissetmesi. Söz meclisten dışarı; adamın işi gücü yok, yarını belli değil, zar zor geçiniyor ama iki çocuk, üç çocuk Allah ne verdiyse yapıyor. Yapma kardeşim! Her şeyi esirgemek zorunda kaldığın, okutamadığın, iyi şartlar sunamadığın bir çocuğu yapma. Senin babalık duygun o çocuğun hayatından daha mı önemli? Nasıl ‘anne baba olmanın ehliyeti olsa keşke’ diyorsak, bile bile bakamayacak olanların da çocuk yapmasının önüne geçilse keşke!

Sharon Stone anne rolünde

Sadece bizde var sanıyorduk ama Hollywood da aynıymış… Yaş ilerleyince kadın oyunculara sürekli anne rolleri geliyormuş. Hollywood yıldızı Sharon Stone, bir söyleşide ‘yakında bir filmde oynayacağını ve Blake Lively’nin annesini canlandıracağını’ söylemiş. Bir başka projede ise yine başka bir anneyi oynayacakmış. 65 yaşındaki oyuncu, ‘artık anne rolleri oynamaya başladığını’ söylemiş ama ‘oynadığı anne rollerinin harika olduğunun’ da altını çizmiş. Stone’un aksine bizim oyuncular bundan hep şikayet eder; ‘hep anne rolleri’ geliyor diye söylenir. Oysa 65 yaşında ya da 50 ya da 40 yaşında bir kadının anneyi oynaması kadar doğal bir şey yok. Önemli olan anne rolü değil; o anne rolünün içinin dolu olup olmadığı değil midir? O anne aşık olabilir, o anne iş kadını olabilir, o anne her şeyi yapabilir. O yüzden Sharon Stone’u örnek alın ve söylenmeyin sayın oyuncular... ‘Anne rolü’ diye söylenen oyuncunun ağzına terlikle vurasım var, bilesiniz!

18 Şubat 2024, Pazar 07:00

Hele bakın kim gelmiş, ‘Sora’ gelmiş, hoş gelmiş...

Sık sık soruyorum ve yazıyorum, ‘Yapay zeka bir tek beni mi korkutuyor?’ diye... Bunu söylerken de eski kafalı, teknolojiye/gelişime kapalı biri gibi görünüyor olabilirim ama öyle değil! Sadece bu işin, kontrolsüz ellerde ne kadar tehlikeli bir hal alabileceğini hatırlatıyorum. Gerçi biz ne dersek diyelim, o aldı başını gidiyor zaten...

Yapay zekayla yazılan makaleler/kitaplar, yapay zekayla yazılmış dava dilekçeleri ile kazanılan davalar, sosyal medyada gerçeğinden ayırt edilemeyen sanal mankenler, ünlülere söyletilen şarkılar falan çok geride kaldı. Biz bunları sindirmeye çalışırken; yapay zeka şirketi Open AI, metni videoya dönüştüren bir video üretim teknolojisi yarattı; adı Sora. Bu sayede yapay zeka ile üretilen görseller, yerini kurgu videolara bırakacak. Örneklerine denk gelmişsinizdir belki sosyal medyada; insanın ağzı açık kalıyor. Uzmanlar videoların gerçeğinden ayırt edilememesi nedeniyle manipülasyon tehlikesine dikkat çekiyor bu arada. Öyle tehlikeli yani. Şimdilik, sadece profesyonellerin bu teknolojiyi kullanacağı belirtilse de, bunun uzun sürmeyeceğini hepimiz biliyoruz. YouTube’a içerik üreten isimler bile ‘korkutucu’ diye değerlendirmiş bu yeniliği. Nasıl olmasın? İnsanların yapmadığı konuşmaları yapmış gibi gösterebilen, söylemediği şarkıları söyleten böyle bir teknolojiye, bir de video eklendi. Mesele, ‘yapay zeka bizim yerimizi alacak, işsiz kalacağız’ kadar basit bir durum da değil. Gerçek ne bilemeyeceğiz artık! Tehlikeyi gören, bu konuda çalışan hükümetler var elbette. Avrupa’nın pek çok ülkesinde çalışmalar yapılıyor. Biz ise her zamanki gibi olanları seyrediyoruz. Sonumuz hayırlı olsun, ne diyelim.

Sosyal medya antidepresan mı?

Gerçeklik algımızın sarsıldığı zamanlar, evet. Sosyal medyadaki yalan dünyalar, yaratılan algılar da bunun büyük sebeplerinden biri. Tam da bu konuda şahane bir diyalog izledim... Halit Ergenç ve Tuba Büyüküstün’ün oynadığı mini dizi ‘Yarın Yokmuş Gibi’de geçiyor. Ergenç ciddi bir politika yazarı, bir sebeple röportaja gönderildiği kişi ise çok ünlü bir oyuncu. İlk tanıştıkları gece gazeteci, 10 milyon takipçili ünlüye soruyor; “Takipçi önemli, di mi?” Ve küçümseyerek ekliyor: “Seni tanımayan 10 milyon insan! Hapse ya da hastaneye düşsen, bir kere bile arayıp sormazlar. Çoğu da gerçek değil...” Sonra diyalog şöyle ilerliyor: Kadın: “Gerçekliğe neden bu kadar takılıyorsun?” Adam: “Sahte olan hiçbir şeye tahammülüm yok.” Kadın: “Üzüldüm senin için. 50 sene önce falan yaşasaydın daha mutlu bir adam olurdun. Çünkü artık hiçbir şey gerçek değil. Her şey algılara bağlı. Görünen, gösterilen ve algılanan şeyler her zaman farklıydı ama hiç şimdiki gibi olmamıştı. Senin yakalayamadığın şey de tam olarak bu; zamanın ruhu!” Adam: “Mış gibi yapmanın nesine ayak uyduracağım?” Kadın: “Sadece mış gibi yapmak değil, yarattığın dünyaya insanları inandırabilmek...” Adam: “Bunun bir adım sonrası şizofreni işte!” Kadın: “Eğer kendi yarattığın dünyaya kendin de inanıyorsan, evet. İnanmıyorsan, hayır!” Adam: “Gerçekliği böyle kıramazsın?” Kadın: “Tam da böyle kırıyorum! Etrafına bak, insanlara... Herkes mutsuz, herkes suratsız. Bugün uyandık ama neden uyandık diyen adamların önüne ne koyacaksın? ‘Haklısın hayat gerçekten bok gibi’ mi diyeceksin? Adam zaten biliyor bunu. Senin sayfanda başka bir şey görmek istiyor. Antidepresan gibi düşün. Kendini iyi hissetmeyen birine sanal antidepresan veriyorsun...” Sosyal medyadan kim ne anlıyor, kim nasıl bakıyor? Üzerine düşünmelik bir diyalog bence.

‘AÇ MISIN KUZUM?‘