İnci Tulpar Can Bonomo ve Umut Anıl
HABERİ PAYLAŞ

Can Bonomo ve Umut Anıl

Haberin Devamı

Can Bonomo’nun Eurovision şarkısı ekranda seyirciye tanıtıldı, daha ikinci kez söylenemeden yerli ‘Da Vinci Kod’ yazılmaya/çizilmeye başladı! Şarkıyı ben beğendim ama kendi beğenilerimizden, inançlarımızdan, tecrübelerimizden sonuç çıkararak bir tezin, kriterin veya yasanın savunulmasına karşı olduğum, bunu öznel bulduğum için konumuz bu değil. Konumuz komplo teorilerine olan düşkünlüğümüz. İnternetteki bazı forumlara baktığımda, akla hayale gelmeyecek çıkarımlar ile karşılaştım. Tanıtım programında Can Bonomo’nun kıyafet seçiminden başındaki şapkaya; etnik kökeninden şarkıyı İngilizce söylemesine kadar ince elendi sıkı ‘dolandı’... Yetmemiş...

Eski klipleri üzerinden ‘illuminati’ (merkezi Küdus olan tek dünya devleti teorisi) çıkarımları da yapılmış. Öyle ki eski klibindeki siyah-beyaz yer karolarının neyi sembolize ettiği uzun uzun tartışılmış! Can Bonomo, çeşitli haber kanallarına çıkıp kendisi hakkındaki iddialara yanıt vermek zorunda kaldı. Ailesinin ‘Sefarad Yahudisi’ (1492 yılında İspanya’dan kovulan, Osmanlı Devleti tarafından koruma altına alınan Yahudiler) olduğunu, 500 küsur yıldır Türk kimliği ile yaşadığını, 8 kuşaktır ailesinin bu topraklara ‘yurt’ dediğini, TRT’nin görevi kendisine vermesinin onun için de sürpriz olduğunu açıklamak durumunda kaldı. Şarkı söyleyen genç bir insanın, sadece dini değişik olduğu için bu sorulara maruz kalması içimi burktu.

Türkiye’de sadece ve sadece 25.000 Musevi Türk var. Almanya’da 3 milyon Türk vatandaşımız var. Yaklaşık 600.000 tanesinin Alman vatandaşı olduğu tahmin ediliyor (Alman İstatistik Dairesi verisi, 2010). Bunlar arasından uluslararası yarışmalarda, Almanya’yı temsil eden Türkler ile ilgili haberleri ne kadar gururlanarak okuduğumuzu anımsayalım. Hatta, bu sene Eurovision’da Almanya’yı temsil edecek şarkıcının belirlenmesinde bir Türk genci, Umut Anıl, ilk 10 arasına kaldı! Umut ile Can arasında benim için hiç fark yok! İkisi de bu ülkenin evlâdı, ikisi de yaşadıkları ülkede ‘farklı’, ikisi de müzik insanı. Gelin, objektif olalım: Kendimize yapılmasını istemediğimizi, ‘başkası zannettiğimize’ de yapmayalım.

Onlarınki Oskar bizimki Portakal

Hafta başında yapılan Oskar törenlerini izlemişsinizdir. Amerikan Film Akademisi bir gövde gösterisi, bir organizasyon harikası törene daha imza attı. Senelerin yıldızları ve yeni parlayan isimler, önce kırmızı halıda, sonra koltuklarda yerini aldı, şovunu yaptı. Aralarından sivrilenler o küçük altın heykelciği kaptı. Köşelerde, filmler ve kıyafetlerle ilgili yorumlar dolu bir haftadır. Gayet güzel yazılar, doğru tespitler... Benim yazmak istediğim ise; Oskar töreninin kendisi.

Daha doğrusu bu törene benzetilmeye çalışılan Altın Portakal ödüllerinin bu törene hiç benzeyememesinin bünyemde yarattığı kıskançlık! Türkiye bir ‘adaptasyon ülkesi’. Yabancı dizileri, yarışma programlarını, şarkıları baz alıp kendimize uygun şekilde sunuyor eğlence sektörü. Bunların arasında başarılı uyarlamalar olduğu gibi, son derece kötü uyarlanmış, orijinalinin kalitesinin yanına bile yaklaşamayanları da var. Altın Portakal tam 48 senedir yapılıyor! Ve maalesef her sene daha iyi bir organizasyon, akıp giden bir tören yerine, bir türlü oturtulamayan jüri seçimi, adayların belirlenmesi, katılanların tartışma yaratan kılık kıyafetleri ve yetkililerin uzun konuşmaları ile aksayan, tartışma yaratan, sıkıntı verici bir 3 saat yaşanıyor. Madem böyle bir tören yapmakta ısrarlıyız, çok mu zor Oskar kalitesini yakalamak? Problem, bütçe mi?

Problem, prensip ve prosedürü oturtamamak mı? Problem, yeterli önem ve özeni göstermemek mi? Hangisi? Problemin halı rengi olmadığı kesin! Öyle ise, problemin ne olduğunu bulalım ve ne olur bu sene Oskar kalitesinde bir Altın Portakal izleyelim. Un var, şeker var, yağ var, süt var, fıstık var ama biz bir türlü helvayı tutturamıyoruz!

Düğüm, düğüm; ben seni yerim!

Gün olur insanın boğazına büyük bir düğüm çöker. Ağlamak gerek ama ağlayamıyormuş, yutkunmak gerekir de yutkunamıyormuş, kusmak gerekir de kusamıyormuş gibi hisseder hani insan... İşte o boğazdaki düğümdür bizi canımızdan bezdiren. İnsanın, aşılamaz bir dağ gibi, geçilemez bir tepe gibi, yüzülemez bir okyanus gibi yoluna devam etmesine engel olan o düğümü söküp atmayı, ondan kurtulmayı, doğurup bünyeden ayırmayı bilmesi/öğrenmesi gerek.

Çünkü boğazda kocaman bir düğümle yaşanmaz! Boğum boğum bir boğaz ile nefes alınmaz! Bünye sararır, solar; hayal fener gibi titrek/ürkek; var olmak ile olmamak arasındaki çizgi üzerinde gider, gelir... Biliyorum ‘kurtulun, atın, yenin, bünyeden uzaklaştırın’ demesi kolay, yapması zor. Düğümün beslenmesine yarayan endişe, üzüntü zehrine panzehir ise yaşama güdümüzde gizli. O bizi yok etmeden, biz onu yok etmeliyiz. Bir savaş bu. İnsanın kendi ile arasında geçen... Haydi biraz kapatalım, düşünce şalterimizi. Biraz serbest bırakalım kendimizi. O düğüm çıksın gitsin boğazımızdan. Gülmeyi anımsayalım... Nefes almayı, iş yaparken şarkı mırıldanmayı, iltifat edip, iltifat almayı... Neşeyi çağıralım koynumuza. Düğümsüz, boğumsuz, sıkıntısız bir nefes alalım. Oh be!

Kitap tercümeleri

Kitap var, soluksuz okunur. Kitap var, cümleler gözde düğüm olur. Orijinali yabancı dilde yazılmış bir kitabı, başka bir dilde okunabilir kılan en önemli etken, tercümesidir. Okumak istediğim kitabın bir kaç yayınevinden çıkan değişik tercümeleri ile karşılaştığım zaman, daha önce nitelikli kitap tercümeleri ile takdir ettiğim yayınevlerini tercih ediyorum. Özellikle Can Yayınları bu konuda öne çıkan bir titizlik sergiliyor. Cristina Comencini’nin ‘İtalya’da Bir Türk Sevdim’ eserini okurken de hem konusu hem de başarılı çevirisi sayesinde ‘su gibi’ aktı, bitti kitap. Üç bölüm halinde zaman aralıklarına bölünmüş olan kitap; iki İtalyan kız kardeşin, Maria ve Isabella’nın hayatlarını ve onlarla yolu kesişen Mehmet’in hikâyesini anlatıyor. İyi bir çeviri ile, ilginç bir kitap okuma arayışında olan okurlarıma öneriyorum

Bir berber koltuğunun anatomisi

Erkek berberine gitmek, bir ritüeldir ülkemizde. Bir tazelenme, bir ferahlık, bir yenilenmedir. Hiç, bir erkek berberinin sanatını icra etmesine şahit oldunuz mu? Yıkama, kesim, saç, sakal, bıyık, tıraş, kulak burun tüylerinin yakılması, parmağa geçen yuvarlak işporta tarak ile saçın taranması, tekrar yıkama, kurutma, yanaklara ‘şapşap’lanan Rebul Kolonyası veya lavanta kokusu... Hepsi sıralı, hepsi özenli... Koltuğa oturanın, bir terapi seansındaymışçasına dilinin çözülmesi...

Berberlerin büyük bir çıdam ile müşterilerini dinleyip onların nabzına, hâlet-i ruhiyesine göre sohbeti koyulaştırması... Hani neredeyse diyeceğim ki; terapist, barmen, berber; bunlardan çıkar en iyi dinleyiciler... Kız çocukları için ancak çok küçükken baba ile gidilen berber ziyaretlerinde şahit olunan bu seremoni, erkek çocukları ve babaları için senelerce paylaşılan özel ve güzel anlar olarak kalır. Nereden aklıma düştü derseniz; babasını yeni kaybeden bir arkadaşımıza ‘başın sağolsun’a uğradık. Babasından bahsederken gözleri nemlendi. Bu hafta sonu berbere gidecekmiş; babası ile çocukluğundan beri gittikleri berbere...

Dedi ki; “Önce o beni berbere götürüyordu; yaşlandıktan sonra ben onu götürdüm. Hep orada öğrendim babamın takımını, partisini, emeklilik planlarını... Berber Hasan Ağabey olmasa, ben babamı bu kadar tanımayabilirdim. Evde çok anlatmazdı, en çok berber koltuğunda konuşurdu rahmetli.” Arkadaşım hâlâ ‘Berber Hasan Ağabey’e’ gidiyormuş. Yanına, boyu kadar oğlunu da alarak hem de... “Beraber en çok babamı konuşuyoruz” dedi. Ve ekledi; “Biliyor musunuz; benim oğlanla babamın saç rengi, tepe döneri tıpatıp aynı. Koltukta oğlan otururken arkadan ‘genç’ babamın tıraş oluşunu izliyorum sanki.” İnsanların, birbirine kaderin incecik misinaları ile bağlı olduğunu gösteren bir anekdot bu. Nereden, nereye... Gel de inanma hayatın gizemine.

( 03.03.2012 tarihli Cumartesi Postası'ndan alınmıştır. )

Sıradaki haber yükleniyor...
holder