“Bayan değil kadın” söylemini ilk duyduğumda “Aman canım ne fark eder” deyip gereksiz duyar olduğunu düşünmüştüm. Yine de dikkat etmeye, bayan ya da kız kelimeleri yerine kadın diyebileceğim her durumda değiştirmeye başladım.
Yıllar geçti ve hala şaşkınım.
Herkes, yakın arkadaşlarım dahil, 'kadın' dendiğinde gözlerini kaçırıyor, cümleyi 'kız' diye düzeltiyor, kimisi epey geriliyor. Hele ki konu bir kadının hayatında -herhalde hamilelikten sonra- en özel süreç olan regl dönemine gelmeyegörsün, herkes mavi ekran!
İlk reglin beraberinde müthiş bir utanç ve korku getirmesi, solgun göründüğüm için hasta mıyım diye sorana “Hayır, regliyim” dediğimdeki absürt sessizlik, ofis masamda duran pedi her akşam temizlik görevlilerinin peçeteye sarıp bırakması, menstrüasyon kabını övdüğüm hatrı sayılır sayıda hemcinsimin “Ay ben öyle dokunamam ‘orama’” demesi.. Müthiş cahiliz.
Hem de yani istediğin okullarda okusan çare olmayacak seviyede.
Anca kendi kendini eğitince..
Kadını erkeği her birey, kendi doğal süreçlerinden utanmamayı öğrendikçe.
20 yaşlarımdaydım. Hayatımın ilk kırmızı külotunu almıştım.
Daha önce sadece bir kez teyzem yılbaşında espiri olsun diye hepimize birer tane hediye etmişti.
İçim rahatlamıştı, belli ki bir süredir kırmızı iç çamaşırım olsun istiyordum ama kendim alsam anneme nasıl açıklayacağımı bilemezdim.
İşte nihayet bu korkunun üstesinden gelmiş, kendime bir tane alıvermiştim. Hem de Victoria’s Secret. Hem de taşlı tuşlu.
Bir süre kirliye atmak yerine elimde yıkayıp odamda kurutmuş, evdekilerden saklamayı başarmıştım. En nihayetinde bir gün annemin bulup da yüzünde katiyen onaylamadığını gösteren bir ifadeyle “Bu nerden çıktı?” sorusuna ağzımda bir şeyler geveleyerek cevap vermiştim.
Birkaç ay önce arkadaşlarımla laflarken çoğumuzun benzer bir anısı olduğu ve uzun süre kırmızı iç çamaşırı giymekten çekindiğimiz ortaya çıktı.
Nedir Allah aşkına kırmızı iç çamaşırıyla alıp veremediğimiz?
İnternette basit bir araştırma yaptığınızda, bırakın iç çamaşırını, kırmızı kıyafet giymiş veya ruj sürmüş kadın için dahi sayısız varsayım mevcut. Kırmızı erotizmin, tutkunun ve cesaretin rengi, dolayısıyla kırmızı ile kendini ifade eden bir kadın sevişmek için yer arıyordur düşüncesi hastalıklı olduğu kadar da yaygın.
Tüm canlılar etrafta olan bitene karşı çabasız bir duyarlılık içindedir.
Bir hayvanı izlediğinizde bu oldukça barizdir. Bir kuş size arkası dönük de olsa bir mesafeden fazla yaklaştığınızda uçup gider, uyumakta olan bir kedi tıkırtı duyduğu anda kulaklarını diker.
İnsanlarda bu algılama hali en gelişmiş haldedir ve bir insan tipi vardır ki her an çevresindekilerle bağlantıda olabilir; empatlar.
Başkalarının duygularını ve hatta travmalarını anında “görürler”.
Negatif enerjiye karşı çok hassastırlar, maruz kaldıklarında sert tepkiler verebilir veya kendilerini tamamen kapatabilirler.
Alışveriş merkezleri, partiler gibi kalabalık ortamlarda çabuk yorulurlar. Etraftaki sonsuz uyaran beyinlerindeki belli bir merkezi çok fazla uyarır ve tükenmiş hissederler.
İçgüdüleriyle bağlantıdadırlar; konuşulmasa da “bilirler” ve “hissederler”.
Fiziksel farkındalıkları gelişmiştir ve duygusal travmaların fiziksel yansımasını -baş ağrısı, mide bulantısı gibi- çok hızlı deneyimlerler.
Asla unutamayacağımız bir yılın sonuna geldik.
Adetlerin arasında var mıdır bilmem ama belki bu seneyi geride bırakmak istediklerinin bir listesiyle kapatırsın.
Yapacak olursan belki benim 2021’e taşımamaya niyet ettiklerimden ilham alırsın.
Öncelikle önemsiz olduğuma dair tüm inançlarımdan başlayalım.
Dünyaya gelmem için 2 ebeveyn birlik oldu.
İkişer dede ve nine, 8 büyük dede ve nine, 16 büyük büyük dede ve nine 32, 64, 128, 256 derken sadece 12 jenerasyon geriye gittiğimizde tam 4 bin 94 ata sayesinde varlığım vuku buldu. Sayısız tesadüf, üstesinden gelinen aksaklıklar, mutlu ve üzgün anılar, devasa emek, çaba, zaman ve yaşanmışlık sonucunda doğmuşken kendimi önemsememek sadece gerçeklikten uzak değil, aynı zamanda nankörlük olurdu.
Bir başka çarpık düşünceyle devam etmek gerekirse; istediklerimi başarmak için yeterli olmadığım.
Burnum mesela, 1 trilyon farklı kokuyu algılayabiliyor.
Bir sahil kasabasına yerleşmek birçok kişi gibi benim de hayallerimden biriydi. Hatta birkaç ay önce “Şu anda ne isterdim?” diye kendime sorduğumda, denize yakın doğa içinde bir taş evde kitabımı yazdığımı hayal etmiştim. Çalıştığım şirket temmuz ayına kadar evden çalışacağımızı duyurduğu gibi tam 1 hafta içinde oturduğum evi kiraya verdim, Ege sahillerinde bir ev tuttum, eşyalarımı topladım ve taşınıverdim. Özellikle sosyal medya takipçilerim aralık ayında denize girdiğimi, komşumun tarlaya bıraktığı atlarını, bahçeye ektiğim otlarımı gördükçe ne kadar imrendiklerini paylaşıyorlar.
Var olsunlar.
İçlerinde sinirlerimi bir tık hoplatan bir cümle var ki “Hayat sana güzel!”.
Bu cümle kıt kanaat geçinip Tayland’ın köy okulunda gönüllü öğretmenlik yaptığım dönemde de, ailemi karşıma alma pahasına Ekvador’da geçirdiğim günlerde de, tüm riskleri göze alıp Peru’da şamanlarla çalıştığım süreçte de yüzüme buruk bir gülümseme bırakırdı.
Şimdi bugüne geldiğimde, neden benim bu hayatı yaşayabildiğim ve birçok insanın neden yaşayamadığının asıl sebebini paylaşmak isterim.
En büyüğü, elbette, kendimize yaşam standardımız ölçüsünde değer biçmemiz. Ve bu yaşam standartlarını da bize dayatılmış haliyle kabul etmemiz. O restoranda yemek yerken, o marka ayakkabı giyerken, o arabaya binerken daha değerli bir insan olduğumuzu sanmamız. Salatalığı üreticisinden almanın, yaban inciri dalından koparmanın, musluktan akan suya ağzını dayamanın ne büyük lüks olduğunun farkında olmayışımız.
E sonra yarattığımız kimliğe bağımlılığımız. “Yıllarca okunan okullar, çalışıp yaratılan kariyer nihayetinde köye yerleşmek için miydi?” diyen tarafımız. Köylüye yol yordam danışmaya, bulaşığı elde yıkamaya, eve odun taşımaya fazla gelen kibrimiz. Herkesin ağzının içine baktığı yöneticilik makamından, hiç kimse olma mertebesine erişebilmek için yetersiz kalan öz-saygımız.
Alışkanlıklarımızdan kopamayışımız. Aynı şehirde olmanın eş-dostla bağlantı halinde olmak anlamına geldiği yanılgımız. Tüm sevdiklerimizin bir listesini yapıp her biriyle son 1 sene içinde kaç kez görüşüldüğü yazılsa anlamsızlığı ortaya çıkacak oysa.
Başta astrologlar olmak üzere ezoterik ilim insanlarının merakla beklediği bir gün var: 21.12.2020.
200 yıldır yaşamakta olduğumuz toprak çağının bitip, hava çağına geçeceğimiz gün. Bunun çok farklı boyutlarda etkileri tartışıladursun bugün biraz ilişkilere yansımalarını konuşalım isterim.
Toprak elementi, kök çakra ile ilişkilidir, fiziksel boyutla ilgilenir. İnsanlığın eş seçiminde fiziksel özelliklere, finansal zenginliğe, sosyal statüye önem verdiği yıllardan geçtik. Bir süredir ise bu dinamiğin artık işlemediğini görüyoruz. İnsanlar uzun soluklu ilişkiler yaşamakta zorlanıyorlar.
Hava ise kalp çakrasının elementidir. Partnerlerimizde kalpten bağ kurabilmeyi, bu esnada ilişkide hava elementini barındırabilmek adına birey kalabilmeyi araştıracağız. İlişkilere dair kalıplarımız sarsılacak, daha önce düşünmediğimiz şekillerde birbirimizin evrimine vesile olacağız.
Kalp çakranın, sakral çakra ile doğrudan bağlantısı vardır. Sakral çakra ise duyguları, yaratıcılığı ve cinsel enerjiyi temsil eder. Cinselliğe dair tabuların temelden yıkılacağı yıllara girmekteyiz. Bu neden önemli derseniz, yüzlerce yıldır gizlenmiş bir gerçek olarak; cinsel enerji yaşam ve yaratım enerjisi demektir. Bu enerjiyi baskılamak, tüm canlıların doğasına aykırıdır ve tüm sapkınlıklar bu baskılamadan kaynaklıdır.
Gelgelelim cinsellik deneyimi konuşulmayan, etrafı korku, suçluluk ve utanma duygularıyla çevrilmiş durumda. Bu kadar temel bir eyleme dair hiçbirimiz sağlıklı bir eğitim almadık, 19. yüzyılın sonlarına kadar bilimsel bir araştırmaya dahi konu olamadı. Sadece zevk veren ve üremeye yaradığını sandığımız bu eylem, birçok kadim öğretide aydınlanmaya giden yolda etkili bir araç olarak kullanıldı. Günümüzde gördüğü muamele ise daha aşağılayıcı olamazdı.
Cinselliği ilahi bir eyleme dönüştürmek ve cinsel enerjiyi aydınlanma yolunda kullanabilmek için önümüzde uzun bir yol var. Cinsellik, bir partnerden önce kendi başımıza araştıracağımız ve keşfedeceğimiz bir ifade kanalı olmalı. İlk aşamada doğrudan cinsellik üzerine çalışmak etrafındaki duvarlar aşılamıyorsa, “duyumsal” ve yaratıcılığı canlandıran pratikler yapılmalı.
Kadınların genital bölgelerini tanımaları, yaşam biçimlerinin ay döngülerini nasıl etkilediğini gözlemlemeleri ve cinselliği özgürce yaşayabilmeyi kendilerine hak görmeleri olmazsa olmaz.
Geçen hafta sosyal medyadaki paylaşımımla bu haftanın konusunu siz belirleyin istedim. Gelen onlarca muazzam öneriden ilkiyle başlayalım:
Buddha’nın hikayesinden yola çıkalım. Kraliyet ailesinden gelen babası tarafından hastalık, yaşlanma, ölüm gibi hayatın acı veren kısımlarından izole yetiştirilir. Bir nevi Truman Show içinde geçen yıllar sonunda kraliyet bahçesinden çıkar ve dünyanın gerçek yüzüyle karşılaşır. Derin bir yıkım yaşayarak kendini din yoluna adar; saatler süren meditasyon, aylarca süren açlık, dünyevi zevklerden tamamen feragat ettiği uzun yıllar sürer. Gel gelelim aradığı cevaplar bu yolda da değildir. Nihayet yoksunluktan da, şaşaalı varlıktan da çekilip, orta halli bir yaşamı seçmesinin ardından bir gün altında oturduğu Bodhi ağacı altında aradığı tüm cevaplara nail olur.
Mevlana’nın Şems ile tanışma hikayesinde ise, Şems Mevlana’nın kütüphanesine gelir ve en önem verdiği 5 kitabını elinin tersiyle havuza iter. “Kır kaleminin ucunu.. seni bu noktaya getiren bilgiler, senin buradan sonra ilerlemeni engeller” der. Okuyarak öğreneceksin belki ama ancak aşkla anlayacaksın, sözleri Mevlana’nın hayat yolunu belirler.
Biyolojide denge hali, yani homeostaz etrafında değişen koşullar karşısında hücrelerin iç dinamiklerini koruyabilmesidir.
Fizikte, yüklerin bir merkez etrafında eşit dağılımı.
Kimyada, etki ve tepkilerin, genel denklemin yapısını bozmayacak şekilde gerçekleşmesi.
Yani,
insan olmayı deneyimlemeye geldiğimiz bu dünyada
Black Friday’i boykot etmek, teoride iyi niyetli, pratikte niyetiyle çelişen akım.
Kasım ayı tüm dünyada, özellikle çevrimiçi platformlarda indirim ayıdır; tüm bütçe, üretim, pazarlama planları bu dönem baz alınarak yapılır. Her kasım ayının son cuma günü ise bu aktivitelerin zirveye ulaştığı gün olması sebebiyle mağazaların önünde kamp kuran kitleler, bilgisayar başında sabahlayan alışverişçiler artık normalleştirdiğimiz enstantaneler.
Son yıllarda çığrından çıkan tüketim alışkanlığına dikkat çekmek isteyenlerin seçtiği gün de yine Black Friday. Dünya ekosistemi, ihtiyacımızın çok üzerine çıkmış olan üretim-tüketim atıklarından geri dönüşü olmayan yaralar alıyor. İnsanların, kendilerine ve başkalarına sahip oldukları nesneler üzerinden değer biçmeleri, gerçek insani değerleri yok ediyor. Doğa ile bağımızın yok oluşu, diğer tüm bağımlılıklar gibi alışverişe bağımlılığı da tetikliyor.
Haliyle tüketim çılgınlığını boykot etmekten daha yerinde bir duruş düşünemiyorum.
Gelgelelim, bunun yönteminin Black Friday’de alışveriş yapmamak olduğuna katılmıyorum.
Kendi adıma tam tersi, yılın geri kalan zamanında alışverişi kesip yalnızca bu dönemde “kazıklanmadan” alışveriş yapılmasının dengeleri değiştireceğine inanıyorum.
Bunun insanları “